TURANCILIK VE TÜRK DİLİ

28 Aralık 2023 11:10 Prof.Dr.H.Ömer ÖZDEN
Okunma
80
TURANCILIK VE TÜRK DİLİ

TURANCILIK VE TÜRK DİLİ
Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN
İnsanın kendi varlığını tanıması, varoluşunun nedenlerini ve niçinlerini kavraması için kendini tanıması gerekir. Bunun gibi bir toplumun millet bilincine ulaşması için de bütün bireylerinin köklerini bilmesi, nereden geldiklerini, atalarının kimler olduğunu ve geçmişte neler yaptıklarını, şimdiki hâlde neler yapılması ve ileriye yönelik bir gaye, bir hedef belirlemek gerektiğini içselleştirmesi, bir başka deyimle toplumun kendini tanıması gerektiğini söyleyebiliriz. İnsan, kendisini tanıyıp bilmeyi özüne dönmekle gerçekleştirebilir. Tarihin eski dönemlerinde Sokrates’le başlayan insanın kendini tanıması süreci, uzun asırlar sonra Yunus Emre’nin mısralarında “İlim, ilim bilmektir,/İlim, kendin bilmektir,/Sen kendini bilmezsin,/Ya nice okumaktır.” ifadeleriyle kendini göstermiş ve kendini bilmenin bilmekle başladığını vurgulamıştır. Bilgi önemlidir ancak bilgiye ulaşabilmenin yolu da o bilgiyi ifade edebilmekten geçmektedir. İfade etmenin de çeşitli yolları olabilir ama en doğru ve en kolay yolu, konuşmakla olur. Büyük Türk filozofu Farabi’ye göre konuşmak da iç konuşma ve dış konuşma diye iki türlüdür. İç konuşma zihinde kavram oluşturarak gerçekleşirken dış konuşma, zihindeki soyut kavramların dil yoluyla kavram ve terim olarak kelimelerle dışa yansımasıdır. İşte bu noktada devreye millet olmaklık girmektedir. Her milletin düşündüklerini dışa aktardığı kendine özgü bir dili vardır.  
Kanaatimce toplumları kalabalık olmaktan çıkarıp millet hâline getiren en önemli unsur, dildir. Dil olmadan insanların birbirlerini anlamaları söz konusu olamayacağı gibi, toplumların örf, âdet, gelenek, hukuk, inanç, yazı kısacası kültür oluşturmaları mümkün olamaz. Bu bakımdan dil, fevkalade önem arz eden kurucu bir kültür unsurudur.  Dil, milletleri de birbirinden ayıran en önemli unsurdur. Yeryüzünde birbirinden farklı milletlerin dilleri de farklıdır ve aralarındaki ayrım, ilk olarak dil yoluyla ortaya çıkar. Ancak bir ağacın kökü aynı olmakla birlikte dalları nasıl birbirinden farklı olursa, aynı milletin mensupları da bulundukları coğrafi bölge, iklim, birbirlerinden uzaklaşma, başka kültürlerin etkisi altında kalma gibi nedenlerle birbirlerinden farklı lehçeler, hatta aynı lehçenin içinde şive ve ağızlar oluşturabilirler. Çok eski çağlardan bu yana tarih sahnesinde bulunan Türk milleti, birçok boydan meydana gelmiştir. Söz gelimi Hunlardan sonra Türk milletini temsil eden Oğuzların en az 24 boydan oluştuğu bilinmektedir ve bu boylar, zorunlu göçler nedeniyle dünyanın farklı bölgelerine dağılıp oralarda yerleşmişlerdir. Birbirlerinden ayrı kaldıkları için de farklı lehçeler oluşturarak kendi aralarında sanki yeni bir dile sahip olduklarını zanneder hâle gelmişlerdir. Bu noktada siyasi sebepler de devreye girerek milletimizi birbirinden ayırmanın yollarını aramış ve bu zannın gelişmesini sağlamışlardır. Bu durum ilk önce Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya göç edip yerleşen Batı Hunları, Peçenek, Uz, Kuman gibi boylar, Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun etkisiyle ayrı birer millet oldukları yanlışına düşmüşlerdir. Uzun asırlar sonra benzer durum, Orta Asya’da kalan Türk boyları için bu kez Rusya’nın etkisiyle ortaya çıkmıştır. Farklı lehçelerle konuşan Türk boylarını Kazak, Kırgız, Azeri, Özbek, Türkmen, Tatar adlarıyla farklı birer millet olduklarına ikna etmeye çalışarak böl parçala yut politikası güden Rusların bu hamlesine karşı Gaspıralı İsmail Bey, bu toplumların birbirlerinden ayrı olmadığı ve aynı dili konuştuklarını ortaya koymak için var gücüyle çalışmıştır. Nihayet dünya üzerinde yaşayan bütün Türklerin birliğini sağlamak için de meşhur “İşte, fikirde, dilde birlik.” sözünü söylemiştir.
Gaspıralı’nın başlattığı bu akım, bütün Türk dünyasında etkili olmuş ve özellikle Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi şahsiyetlerimiz, 20. asrın başlarından itibaren Türk dilini merkeze alan Turancılık cereyanının doğmasını sağlamıştır. Esasen dile dayalı bir Turancılık akımının ülkemizde başlaması, oldukça geç kalmış bir girişimdir. Çünkü Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik akımlarıyla Avrupa toplumları kendi millî dillerine yönelip, özellikle Osmanlı Devleti’nin tebaası konumunda olan sayıca az toplumlar bile millî bilinçle kendi devletlerini kurup dillerini konuşurken Türk milleti, bu şuuru ancak 20. asrın başlarında hissetmeye başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Balkanlar’da yaşayan çocukları devşirip eğitmesi ve devlette önemli görevler vermesi ile padişahların ve devletin ileri gelenlerinin ve oraya yerleşen Türk nüfusun, bu bölgede yaşayan kadınlarla evlenmeleriyle bir Osmanlı toplumu ve milleti oluşturma girişimi maalesef başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Burada yaşayan Osmanlı denilen bütün milletler, Fransız İhtilali’nden kısa bir zaman sonra Osmanlı Devleti’ne karşı isyan bayrağı açarak teker teker istiklallerini ilan etmişlerdir. Devlet uzun yıllar bunları yola getirmeye çalışmış olsa da en son Balkan Harbi ile bu konu tamamen kapanmış, hem Balkanlar’daki topraklarımız elden gitmiş hem de burada yaşayanların kendilerine özgü birer devletleri ve dilleri olmuştur. Bütün bu gelişmeler sonucunda Osmanlı teriminin bir millet adı olmadığı, konuşulan dilin de Türkçeden başka bir dil olmadığı anlaşılmış ve Gaspıralı’nın düşüncesi doğrultusunda Ziya Gökalp tarafından Turancılığın en önemli umdesinin dilde birlik olduğu, bunun da İstanbul’da konuşulan Türkçe olması gerektiğini vurgulanmıştır. Gökalp bunu Türk Yurdu dergisinde şu cümleleriyle ifade etmiştir. “İstanbul’un bir payitaht i’cazına malik olması, yalnız Osmanlı Türklerine nispetle değildir. İstanbul yegâne Türk Hakanlığının ordu kentidir. Bu sebeple bütün Türklerin kıblegâhıdır. Bundan başka İstanbul, İslam hilafetinin de makarrıdır (başkenti, merkezi). O hâlde İstanbul, millî icazdan başka dinî bir kutsiyete de maliktir. İstanbul Türkçesinin bütün Türklerce millî lisan olması, bu i’caz ve kutsiyetin lisana da intikali dolayısıyladır. Fazla olarak İstanbul Türkçesi, Türk lehçelerinin en güzeli, en işlenmiş, edebiyat ve ilimce en zenginidir. O hâlde gösterilecek manialara rağmen İstanbul Türkçesini ebedî lisan ittihaz etmek, bütün Türkler için millî bir vazifedir. Bu vazife ifa edildiği zaman, bütün Türkler lisan ve edebiyatta müşterek ve tek bir millet hâline girer.” (Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Muasırlaşmak, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1976, s. 77.)
Ziya Gökalp, Turancılığın, dil birliği altında ortak bir Türk kültürü oluşturmak gayesini taşımaktadır. “Türklerin yalnız bir harsı (kültürü) olmalı ve bu da kendilerinin yarattığı bir hars olmalı. Türk, Almanlaştıkça, Fransızlaştıkça veyahut Ruslaştıkça parçalanır, fakat Türkleştikçe millî vahdeti daha ziyade kuvvetlenir. Hulasa İstanbul dilinin millî lisan ittihazı (kabul edilmesi) ve Avrupa medeniyeti içinde bir Türk harsı ibdaına (ortaya çıkarmak) çalışması, bir Türk milletinin teessüsüne hâdim (hizmet eden) olacak ve Osmanlı, Kıpçak, Özbek, Kırgız gibi tabirler, mıntıka (coğrafi yer) isimleri hükmünde kalacaktır.” (Gökalp, age, s. 78.)
Görülüyor ki Turancılık, her şeyden önce bir dil birliği meselesidir. Turancılar arasında bu kavramı, coğrafi sınırları ortadan kaldırıp bütün Türkleri bir araya getirmek tarzında anlayanlar da bulunmaktadır. Bu anlayış, gençlik yıllarımızda bizlerde de vardı. Ancak köprülerin altından çok sular aktı ve dünyanın siyasi yapısında da beklenmedik değişiklikler oldu. 70 yıl komünizm yönetiminde kalan ve kendilerine sen Kırgız’sın, sen Azeri’sin, sen Özbek’sin şeklinde dikte edilerek öz benliklerinden uzaklaştırılan bu kardeşlerimize gelin hepimiz bir tek devlet olalım denilse hangisi kabul eder? Çünkü her birinin kendi devleti vardır. Her birinin kendilerine göre kurumsal yapıları oluşmuştur. Öyleyse bu ortamda Turancılık kavramı, dilde, işte yani ekonomide ve tabii ki düşüncede birlikle hayata geçirilebilir. Bunu en iyi kavrayan Azerbaycan’dır. “İki devlet, bir millet” anlayışı, bunun en somut göstergesidir. Diğer Türk devletleriyle de aynı anlayışı sağlayabildiğimiz zaman Turan anlayışını hayata geçirmiş olacağımızı düşünmekteyim. Bunun için de Türk devletlerindeki kardeşlerimizi her şeyden önce Kırgız, Özbek, Kazak değil Türk olduklarına ikna etmek yani önce kendilerini tanımalarını sağlamak gerekir. Bu da ancak eğitim yoluyla olabilir. Üniversitemizde eğitim gören Kazak ve Kırgız öğrencilerime Türk olduklarını söylediğimde, şaşkınlık geçirerek kendilerinin Kırgız ve Kazak milletinden olduklarını söylemeleri, beni âdeta sarsıntıya uğratmıştı. Onlara bu konuyu anlatana kadar alnımın derisinin çatladığını söyleyebilirim. O hâlde önce bu devletlerdeki kardeşlerimizi, aynı soydan gelen ama ağacın dalları gibi akraba aileler olduğumuza ikna etmemiz gerekmektedir. Vatan kavramı üzerinden Turancılığı ele alacak olursak da aynı sonuca ulaşabiliriz. Turan denilen somut bir yer bulunmamakla birlikte Turan’ın, bütün Türklerin Türkçe konuştukları ve Türklerin oturdukları yurtlarının bütünü anlamını ifade ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla geçmişte bir mefkûre yani bir ülkü, bir ideal olan Turancılık, günümüzde ortak dil olarak Türkiye Türkçesinin konuşulduğu kardeş Türk Cumhuriyetleri olarak hayata geçirilebildiği gün, artık bir mefkûre olmaktan çıkıp gerçeklik kazanacaktır. Bu anlamda Türk nerede yaşıyorsa yaşasın, önemli olan Türkçe konuşması, Türkçeyi ana dil olarak kabul etmesidir. Tekrar ifade etmem gerekir ki bunun gerçekleşmesi için de bütün Türk devletlerinde ve dünyanın her yerinde yaşayan Türklerin, Türklük bilincine ulaşmaları, kaçınılmazdır.
Yazımızı, Ziya Gökalp’ın Turan şiiriyle sonlandıralım.
“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan”