“Milleti idarede prensibimiz, milletin müşterek umumi fikir ve temayüllerine uymaktır… Bir millete, özellikle bir milletin yönetiminden sorumlu bulunan yöneticilerin şahsi ihtirasları, şahsi münakaşaları millî ve vatani vazifelerin gerektirdiği yüce duyguya galebe çalacak dereceye varmış olan memleketlerin dağılmak ve batmaktan sakınabilmesi mümkün değildir.”
“Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki sinesinde yetişerek başının üstüne kadar çıkacağı adamların kanındaki, vicdanındaki cevher-i asliyi çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an feragat etmesin!”
Mustafa Kemal ATATÜRK
Devlet, bir milletin belli bir toprak parçası üzerinde politik bir örgütlenme sonucu ortaya çıkan kişiliğidir. Milet ise Ernest Renan’ın tanımıyla, ortak bir geçmişi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğudur. Görüldüğü gibi, millet manevi bir ilke, bir ruha dayanır. Ortak geçmişten anlaşılan tarihe sahip olmaktır. Bir milleti millet yapan öge, kişilerde ortak bir bilincin varlığı ve belli bir ülkeye bağlılık ve ortak yaşama arzusunun bulunmasıdır. Anlaşılacağı üzere, millet kavramı devamlılık ve ebedîlik fikri ifade eder. Bu bakımdan da millet, manevi bir varlığın karşılığıdır ve bir hükmi şahsiyettir. Millet hâlinde yaşayan bir topluluğun amacı diğer milletlere karşı ortak menfaatlerini korumak zorunda olmakla beraber ortak inanışları, hayat tarzını, adet, fikir, bilinç ve iradeyi devam ettirmektir. Halk ise belli bir zaman ve yerde birlikte yaşayan insan topluluğudur. Halk kavramında devamlılık yoktur. Halk, kişilerden oluşan kolektif ve fiziksel bir topluluktur. Millet, politik bir örgütlenme sonucunda iradesini gösterebilecek duruma gelmekte, devlet şekline girer. [1]
Devlet, emretme yetkisine sahiptir. Ancak, bu yeterli değildir. Emirlerini uygulama gücünün de bulunması gereklidir. Eğer yönetilenler, devletin emretme gücünü ve bu gücü kullanmasını meşru saymıyorlarsa, orada devletten değil, ancak zorba bir yönetimden söz edilebilir.[2]
Gücün meşruiyeti diyebileceğimiz hâkimiyet düşüncesi Türklerde, karizmatik tip olarak kabul edilmekteydi. Karizmatik tip, hükümdarlık yetki ve kudretinin Tanrı tarafından bağışlanmasıdır. Bu “kut” tabiri ile ifade ediliyordu.
Kutun “mübarek” manası Tanrı ile olan ilgisinden doğmaktadır. Bilindiği üzere, “kut” Türkçenin en eski kelimelerinden biridir ve MÖ 176 yılında Mo-tun tarafından Çin imparatoruna yazılan mektupta bu Türk hükümdarının adı sırasında geçmektedir. Tanrı kutu Tan-hu (Tanrı'nın hükümranlık hukuku ile donattığı hükümdar) Kut, ünlü siyaset kitabı Kutadgu Bilig’de açıklanmıştır. Buna göre, “Kutun tabiatı hizmet, şiarı adalettir. Fazilet ve hizmet kuttan doğar. Beyliğe yol ondan geçer. Her şey kutun eli altındadır, bütün istekler onun vasıtası ile gerçekleşir. Tanrısaldır. Dünyada tam bir iktidar kuşağı bağladı, kurt ile kuzu bir arada yaşadı. Bey, bu makama sen kendi gücün ve isteğin ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi.”[3]
Bundan dolayı bir Türk’ün başarılı bir kağan olabilmesi için Tanrı tarafından verilmiş başlıca üç özelliği kendinde toplaması gerekiyordu. Tanrı kendisine, kağanlık ve başarı için “yarlık” vermeli idi. Tanrı, diğer insanlardan ayrı olarak onu, iyi talih yani “kut” ile donatmalı idi. Ayrıca insanların bir kısmet payı yani Tanrı’nın bize verdiği “ülüg”leri de vardı.[4] Göktürk Kitabeleri’nde Bilge Kağan tarafından bildirildiği gibi bu sayede ölmek üzere olan millet diriltilmiştir.
Devlet yeryüzünde olmakla beraber, Gök Tanrı, hâkimiyetin sahibi ve kaynağıdır. Türklerin zihinlerinde iktidar gökten aşağı doğru inmektedir, devlet içindeki mevkiler de yukarıdan aşağı doğru yayılmaktadır. Daha sonra sağa ve sola yayılır. Güneş ve Ay inancı da son derece önemlidir, güneş sağı ve doğuyu, Ay solu ve batıyı göstermektedir.[5] Bu sebeple de devlet teşkilatı da kağandan başlayıp doğuya ve batıya doğru yelpaze şeklinde iki uçlu bir genişleme gösteriyordu. Bahattin Ögel buna orta, doğu ve batı ekseninde olmak üzere “geniş bölge teşkilatı” demektedir.[6]
Gök, yıldızlar ile arşı, Güneş ile Ayı da içine alan geniş bir deyimdi. Oğuz Kağan Destanı’nda Gök Han, yerden yani ağaç kovuğundan gelen hatundan doğmuştur. Gün Han, Ay Han ve Yıldız Han ise Gökten inen hatundan doğmuşlardır. Gök kubbeyi yerin bir devamı olarak düşünme Türklerde çok eskiydi. Göktürk çağında “Üze Tengri asra yer”, Uygur el yazmalarında ise “Üstün Tengri altın yer” her zaman birlikte görülüyordu. Bu iki büyük varlık birbirinden ayrılmıyordu. Üze, bugünkü üzeri sözümüzün bir köküdür. “-re” yön gösteren bir ektir. Asra yani aşağıya sözünü de böyle anlamak gerekir. Göğün Tanrı’nın mekânı olduğu Şaman törenlerinde açık bir şekilde görülmektedir. Tanrı’nın bulunduğu gök katları, 5. kattan sonra başlıyordu. Bazen de 9. katın yani göğün en yüksek katının üzerinde Tanrı’ya ulaşıyordu.[7]
Gök merkezli ve Tanrı kaynaklı hâkimiyet anlayışı Türklerde dünyayı yönetme ülküsüne dönüşerek evrensel bir hâle kavuşmuş ve dünyaya yön vermiştir. Bu evrensel anlayışı ruh dünyamızda ve millî destanlarımızda en başta da Oğuz Kağan Destanı’nda görmemiz mümkündür. Zira Oğuz Han’ın yirmi dört oğlunun yarısı sağ yana diğer yarısı da sol yana ayrılmışlar ve herkes bu iki bölümden birbirine bağlanmışlardı. Oğuz Han; bütün İran ve Turan ülkeleri ile Şam, Mısır, Rum ve diğer memleketlerin hepsini zapt etmişti. Bütün bu ülkeleri aldıktan sonra kendi yurdu olan Or-tak ve Kür-tak’a dönmüştü. Bir av sırasında bulunan altın yayı üç büyük oğluna, üç altın oku da üç küçük oğluna vererek Uluğ Türk’ün (Irkıl Hoca) tavsiyesine uymuş ve oğullarını doğuya ve batıya göndermiştir.[8]
Oğuz Kağan’ın son sözü de “Gök Tanrı’ya borcumu ödedim.” şeklinde olmuştu. Bu sözden anlıyoruz ki Oğuz Kağan yaptıklarını Tanrı’nın isteğine bağlamaktadır. Tanrı’nın isteğini yerine getirmek için çalıştığına inanmakta ve topluma da aynı şekilde duyurmaktadır. Oğuz Kağan’ın yaptığı işler bir cihan devletinin kurulmasını sağlamıştır. Kurulan devlet, Tanrı’nın bir isteği gibi gösterilmektedir. Bu anlayış ve bu inancı Göktürk Destanı’nın iç yapısında da görmekteyiz. Tanrı Türk’ü korumuş olduğundan Ergenekon’dan çıktıktan sonra atalarının eski yurtlarına sahip olmuşlardır. Bu sözlerden anlaşılıyor ki Türklerin yaşaması Tanrı’nın isteğidir.[9]
Evrensel devlet anlayışı Hun Başbuğu Mo-tun (Mete) ile ilk defa Türk tarihindeki yerini bir gerçek olarak almıştır. Mo-tun, MÖ 209 yılında, Türk tarihinde inkılap yapan bir yöntemle Hun tahtına çıkmış, kendisinden toprak talebinde bulunan Moğol kökenli Tung-huları ağır bir şekilde cezalandırmış, dünyada bir eşi dahi bulunmayan bir taktikle Çin imparatorunu kuşatıp vergiye bağlamıştır. Mo-tun, saltanatının 20 yıl gibi uzun bir dönemini Hun hâkimiyeti altında Orta Asya birliğini kurma faaliyetle geçirmiştir. Altay Dağları’ndan Aral Gölü’ne kadar bütün ülkeleri ele geçiren Mo-tun, 26 tane büyüklü küçüklü devleti ortadan kaldırarak Hun siyasi birliğini kurmuştur. O; bu faaliyetinin sonucunu, amacına ulaşmış bir liderin mutluluğu içinde, “Ok ve yay gerebilen kavimleri bir aile gibi birleştirdim; şimdi onlar Hun oldular.” şeklinde açıklamıştır. Bu sözden de anlaşılıyor ki Mo-tun, Orta Asya’da sadece Hun siyasi birliğini kurmakla kalmamış, aynı zamanda bu topluluklara “Hun olma” yani millet olma bilinci de kazandırmıştır.[10]
Yine Avrupa’ya giden Hunların lideri Yılduz Kağan 408 sıralarında, Bizans’ın Trakya valisi ile yaptığı bir barış görüşmesinde, “Güneş’in doğduğu yerden battığı yere kadar her tarafı fethedebilirim.” diyerek bütün cihanı içine alan devlet fikrine dikkat çekiyordu. Ondan yaklaşık 166 yıl sonra, soylu torunlarından Türk Şad, tıpkı onun gibi, yine Bizans elçilerine “Güneş’in doğduğu yerden batı sınırlarına kadar her yer bize tabidir.” diyordu. Altıncı asrın sonlarında Avar hakanı da Bizanslılara şöyle seslenmekteydi: “Bütün milletlerin başıyım, güneş benim üzerimde doğuyor ve yakında bana itaat etmeyen kimse kalmayacak.” Türk düşüncesinde “devlet-i ebet müddet” şuuru öyle işlemiştir ki, bu muazzam devletin de yeryüzünde bazı vazifeleri olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani bu savaşçı kavmin işi sadece kılıç sallayıp harp yapmak değildi. Onun başlıca görevleri, Tanrı’nın verdiği devlet ve güç ile Tanrı adına dünya nizamını kurmaktır. [11]
Göktürkler de dünya nizamını kurmak adına başta iç huzur ve istikrarı sağlamayı amaç edinmişler ve kağanlar tanrısal sesle millî bilincin öncülüğünü yapmışlardı. Tanrı, bilginin ve iraden kaynağı idi. Tanrı Dağı’ndan Tanrı sesini getiren Bilge Kağan milletine ve beylerine şöyle seslenmekteydi:
“Ey Türk beyleri, milleti işit, Türk milletinin toplanıp il tutacağını burada vurdum, yanılıp öleceğini yine burada vurdum. Her ne sözüm varsa, ebedî taşa vurdum. Ona bakarak bilin. Şimdiki Türk milleti beyleri bu zamanda itaat eden beyler olarak mı yanılacaksınız?”
Bu sözleri ile Bilge Kağan, Türk milletinin geleceğine giden yolu göstermekte, “Ey Türk milleti! Kendine dön!” çağrısı ile istikbale hangi güçle yöneleceğini ve bu gücün hangi kaynaktan çıkacağını da anlatmaktadır. [12]
“Kendim düşünceye daldım zamanı Tanrı yaşar. Kişioğlu hep ölmek için yaratılmış. Öylece düşünceye daldım.”[13] diyen Bilge Kağan’ın toprağa olan sadakatinin bu en derin ve yüce ifadeleri Tanrı’ya, kendine ve millete karşı sorumluluğun o toprak üzerinde taş anıtlarla abideleşmiş göstergesidir. Haddizatında tarihin sorumluluk karşısında muhakeme edilmesi, hayal ile hakikatin ayrılması ve hakikatin milletin kaderine tayin edilmesidir. Bu, millî siyasetin ebedî taşlar üzerine Tanrı sesinin terennümüyle işlenmesidir. Çünkü onlar Tanrı bilgi verdiği için kağan olmuşlardı, bunun için hem bilge hem alp idiler. Bu vesileyle aç milleti tok, giyimsiz milleti giyimli yaptılar. Türk’üme diye seslendikleri Türk milletine zahmet çektirmemeyi ve incitmemeyi millî ülkü kabul ettiler. Millete küsülmez veya millet küstürülmezdi ve kağanlı millet varlığını sürdürebilirdi. Aksi durumda kanlar oluk gibi akar, kemikler dağ gibi yığılır, millet dağılır, devlet yıkılırdı.
Bilge Kağan’da büyük bir Türk milletinin varlığının şuuru teşekkül etmişti. Bütün boyları kendi milletinden, Türk milletinden sayar fakat Türk milletinden olduklarını bilmediklerini ve böylece yanılarak hata işlediklerini hâliyle bu hatalar yüzünden millî bütünlüğün, ülkünün zayıfladığını üzülerek ifade eder:
“Türgiş Kağanı, Türklerimden milletimden idi. Bilmediği için bize karşı yanıldı. Kabahat ettiği için kağanı öldü. Buyruklu beyleri yine öldü.”
“On Ok Kağanı zahmet etti. Ecdadımızın hüküm sürdüğü bu yer sahipsiz kalmasın diye, Az halkı tanzim ederek teşkilatlandırdık. Bars beyi kıldık. Kağan adını burada biz verdik.”
Görüldüğü üzere Bilge Kağan, hep yapıcı konuşmaktadır. Sahipsiz kalan boyların başına onlara sahip olacak bir kağan bir sahip dikiyor. Onları da dağılmaktan, yok olmaktan koruyor. Kendini Türk milletinin içinde, onunla birlikte düşünüyor. Bu şekilde düşünmesine ve bu şekilde hep kurucu, teşkilatlandırıcı olarak hareket etmesine sebep yine millî bütünlüğü, Ülkücü gücü teşekkül ettirmek ve geliştirmek anlayışının eseridir.[14]
Göktürk Kitabeleri’nde ifade edildiği gibi mavi gök ve yağız yerin arasında Bumin Kağan ve İstemi Yabgu başlıya baş eğdirmiş dizliye diz çöktürmüş, doğuda Kadırgan Ormanı’na batıda ise Demirkapı’ya kadar ilerleyerek Göktürk’ü tanzim etmişti. Türk milleti yok olması diye de Tanrı, İlteriş Kağan ile İl Bilge Hatun’u yüceltmiş ve ilsizleşmiş, kağansızlaşmış, kul olmuş, cariye olmuş, töresi bozulmuş milleti yeniden diriltmişti. Böylece tanrısal sorumluluk, Türk adının ve milletinin bugünlere ulaşmasını sağlamıştır.
Millî hâkimiyetin zedelendiği, kişisel çıkarların, keyfî ve kontrolsüz uygulamaların öne çıktığı şu günlerde toplum olarak millet olma bilinci ile demokrasiye doğru ilerleyiş arasında da esaslı bir bağlantı olduğunu büyükten küçüğe ve tavandan tabana herkesin algılaması ayrı bir önem taşımaktadır. Millî bilinç geliştikçe milletin hakkı ön plana çıkar, mutlak hükümranlık veya ayrıcalıklı azınlık yönetimden uzaklaşır. J. T. Delos’un dediği gibi millet, medeniyetin doğurduğu en önemli belki de en gelişmiş bilinçli bir topluluktur.[15]
* Ardahan Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Okutmanı
[1] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, İstanbul, 1997, s. 81.
[2] Altan Deliorman, “Türkçülüğün Temel İlkeleri: Türk Demokrasisi I”, http://www.orkun.org.tr (Sayı: 45).
[3] İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul, 2014, s. 249-250.
[4] Bahaddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları II, İstanbul, 2001, s. 32.
[5] Fikret Türkmen, “Oğuzların İdari Yapı ve Boy Teşkilatlarında Dikotomik Özellik”, Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi / Journal of Turkish World Studies, XI/1 (Yaz 2011), s.11-14.
[6] Bahaddin Ögel, a.g. e., s.47
[7] Bahaddin Ögel, Türk Mitolojisi II, Ankara, 1995, s. 146-147.
[8] Bahaddin Ögel, Türk Mitolojisi I, Ankara, 1995, s. 202-204.
[9] Ali Öztürk, Ötüken Türk Kitabeleri, Ankara, 2001, s. 116.
[10] Salim Koca, “Büyük Hun Devleti”, Türkler, Cilt: I, s. 1071-1072.
[11] Sadettin Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, Ankara, 2012, s. 59-60.
[12] Ali Öztürk, age., s. 132-133.
[13] Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, İstanbul, 2000, s.14 (metin satırı: 10).
[14] Ali Öztürk, age., s. 133-135.
[15] Selçuk Duman, “Türk Düşünce Hayatında Aitlik Kavramları”, Devlet, Yıl: 11, Sayı: 451, Ocak-Şubat 2014, s. 83.