12 EYLÜL’ÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ VE SONUÇLARI*
Abdurrahman küçük
Bugün 12 Eylül'dür. 12 Eylül, 1980 yılında ordunun yönetime el koymasının 16. yılıdır. Bu yıl aynı zamanda Hergün gazetesinin yayın hayatına son verilişinin de on altıncı yılıdır.
Hergün gazetesi, on altı yıl aradan sonra, 15 Nisan 1996 tarihinde yayın hayatına yeniden geçebildi. Eğer, Hergün gazetesi, diğer gazeteler gibi, yayın hayatına devam edebilseydi, zannediyorum, güçlü ve yetkili bir gazete olarak bugün Türk siyasi hayatına yapıcı olarak yön verebilecekti. Böyle olmadı. Bazı imkânlar iyi değerlendirilmezse ve on yıl sonrası iyi görülmezse önceki olayların yaşanması kaçınılmaz olabilir.
On altı yıl sonra “12 Eylül” hareketinin değerlendirilmesi, müspet ve menfi tarafları ile ortaya konulmasına bağlıdır. 12 Eylül öncesinin ortamı iyice tahlil edilmeden, meselelerin değerlendirilmesi isabetli olmayabilir. Bunun için 16-17 yıl geriye gitmek lazımdır.
O zaman ne vardı?
Terör vardı, anarşi vardı, korku vardı, ümitsizlik vardı. Büyük çoğunluk “Yok mu kurtaracak?!” beklentisine girmişti. Çünkü, bazı çevreler bugün PKK terörü için konulan teşhis gibi özellikle yanlış teşhis ve tedbirde direniyordu. Onlar meselenin özünü kavramaya yanaşmıyordu. Türk devletine Türk milletine düşman olanlar, devleti yıkmak isteyenler; dıştan gördükleri teşvikle, isabetli ve haklı şeyler yaptıklarını zannediyorlardı. Hükûmet ile devleti birbirine karıştırıyorlardı. Yönetimde bazı aksaklıkları ve eksiklikleri Devlete yıkıyor, Türk devleti düşmanlığının dozunu artırıyorlardı. Bazı çevrelerin bilerek veya bilmeyerek, zaafları, haksız tutum ve davranışları da onlara gerekçeler oluyordu. Bu kesimin ortak ideolojisi ve kurtuluş reçetesi, Marksizmdi, Maoizmdi. Rusya ve Çin sempatizanlığı, ABD düşmanlığı sloganlarındandı. Bunların karşısındaki grup, dirayetle ve şuurluca haksızlıklara karşı çıkıyor; “Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin, her şey Türk’e göre ve Türk için!” şeklindeki sloganlarında hedeflerini özetliyordu. Türk milliyetçiliğini temel alıyor, Türk devletinin “ebet müddet” olduğunu savunuyorlardı. Bunarlın ortak sıfatı, “Ülkücülük”tü. Bunlar, Türk milliyetçisi “Ülkücüler” idi.
Bu iki grup arasında, küçük gruplar da vardı. Ancak onların “Esamesi okunmazdı.” Onlar, tabiri caiz ise, günü kurtarmakla meşguldü. Türk milliyetçileri ile Marksistler arasında, istemeyerek de olsa, zaman zaman sürtüşmeler hatta çatışmalar oluyordu. Ülkücüler, göğüslerini vatanları için, devletleri için siper ediyorlardı. Dünyada adaletin hâkim olmasını istiyorlardı. Herkesin insanca yaşamalarını diliyorlardı. Bunun için her şeye önce yakından başlayalım diyorlardı. Milliyetçiliğin gereğinin bu olduğuna inanıyorlardı. Onlar, milliyetçiliğe gönül vermiş “alperenler” idi. İdealistti, yiğitti, dürüsttü ve ahlaklıydı. Kısacası, “Türklük gurur ve şuurunu, İslam ahlak faziletini” savunuyorlardı. “Kanımız aksa da zafer İslam’ındır.” sloganlarıyla manevi hedeflerini ortaya koyuyorlardı.
Türkiye’de bu fikrî ve ideolojik tartışmalar, karşılıklı çatışma ortamını doğurmuştu. Bu ortam da herkesi endişelendiriyordu. Türk ordusunun yönetime el koyması kurtuluş yolu olarak görülüyordu. Nitekim öyle de oldu.
12 Eylül 1980 tarihinde Türk ordusu idareye el koydu. Türk milliyetçilerinin söylediklerini Konsey, bildiriler hâlinde Türk kamuoyuna açıklıyordu. Ancak o fikirleri yıllarca kendilerine bayrak edinmiş olan “Ülkücüler” zindanlara konuluyor, işkencelere tabi tutuluyorlardı. Bunlar, “Amerikancı ordu”, “faşist ordu” diyen Marksistler ile aynı kefeye konuluyordu. Türk ordusuna toz kondurmayan, bu “şerefli Türk ordusu”dur diye savunan Ülkücüler, ordunun yaptığı müdahalede, ihtilalden en büyük zararı görenlerden oluyorlardı.
Türk milliyetçileri, “ruh kökü”nden edildi, maneviyatları sarsıldı. Kendilerinin Marksistler ile aynı muameleye hatta daha fazlasına tarafsızlık uğruna tabi tutulmaları, idealistliklerinin zayıflamasının sebebi oldu. Onlar da artık “tarafsız olma” yolunu seçtiler. Bu defa devlete karşı olanlar başka kisvelerle ortaya çıktı; asker ve polis gibi devlet güçlerini, dolaylı olarak da devleti hedef aldılar. Bu tarihten sonra artık yeni bir dönemin başladığı gözleniyordu. Bu da idealizmin yerini menfaatçiliğin ve “köşe dönmecilik”in almasıydı.
1980 öncesinde solda da her şey ideoloji noktasından değerlendiriliyordu. Bir şeyi en iyi yapma ve taraftar kazanma temel hedefti. 1980’den sonra bu idealizm, yerini “neme lazımcılık”a, “köşe dönmecilik”e ve “çıkarcılık”a bırakmıştır. O gün ideoloji uğruna yapılan işler, artık menfaat karşılığı yapılmaya başlanmıştır.
“1980 İhtilali”nin Türkiye için önemli sayılacak bazı değişiklikler getirdiğini de belirtmek, bir hakkın teslimi olacaktır. Bunların başında, Anayasa’ya “din kültürü ve ahlak bilgisi” derslerinin okullarda zorunlu olarak verilmesinin konulması gelmektedir. Bu, 40 yıllık bir aradan sonra, din kültürünün verilmesinin bir ihtiyaç olduğunun fark edilmesidir. Böylece %98’i Müslüman olan Türk milleti, dinini ehil ellerde ve mekteplerde öğrenme imkânına kavuşmuş oluyordu.
Bunun yanında, yükseköğretimin önemini vurgulamak için, Yükseköğretim Kurumu (YÖK) kurulmuş ve Anayasa teminatı altına alınmıştır. Ayrıca, bir müddet Türkiye’de sükûnet hâkim kılınmış ve huzur ortamı sağlanmıştır.
Müspet işleri yanında Genelkurmay Başkanı ile beraber kuvvet komutanlarından oluşan beş kişilik Konsey, ülkeyi yönetiyordu. Konsey, tarafsızlık gerekçesiyle, devletin “temel dinamiği” olan fikirlerin “suçmuş” gibi algılanmasına fırsat vermişti. Devletten, Türk milletinden, Türkiye Cumhuriyeti’nden, “vatanın bölünmez bütünlüğü”nden yana olan milliyetçilere; devlete, Türkiye Cumhuriyeti’ne, Türk ordusuna, demokrasiye ve yönetim tarzına karşı olanlar “aynı kefeye” konulmuştu. Bu; Türk kamuoyunda, hırsızla ev sahibinin aynı ölçüde suçlu görülmesi gibi değerlendiriliyordu. Konseyin dışa yansıyan bu tutumunun tabii neticesi de “ne melazım”, “Boş ver!”, “Ne olursa olsun ben karışmam.” anlayışının yaygınlaşması olmuştur. Vatanperver ve milliyetçi insanların suçlu görüldüğü, tehlikeli sayıldığı bir ülke bulmak mümkün değildir. Her ülke, varlığını ve devamını yetiştirecek milliyetçi gençlere bağlanmaktadır. Bunlar dayanılacak “dallar”dır. Dayanılan dal kesilince; yere düşmek kaçınılmazdır. Bugünkü “PKK belası”nın, “mafya hastalığı”nın, “köşe dönme sevdalılığı”nın, “rantiyecilik”in ve benzeri durumların; “ev sahibi ile hırsızı aynı kefeye koyma anlayışı”nın bir sonucu olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.
“KÖŞE DÖNME ANLAYIŞI”, 12 EYLÜL’ÜN SONUÇLARINDAN BİRİDİR
Bir milleti ayakta tutan ve varlığının devamını sağlayan; millî değerleri, millî harsı, millî ülküleridir. Milleti millet yapan bu değerlerin yaşanması ve yaşatılması, gelecek nesillere aktarılması, bunlara bağlı kalarak, milletin yücelmesinin, yükselmesinin ve “itibar sahibi” kılınmasının sağlanması; millî ülkü sahibi insanlarla ancak mümkün olmaktadır. Millî ülkü sahibi insanları da yetiştirmek devletin başta gelen görevlerindendir.
Türk milletinin tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Milletimizin bu tarihî derinliklerinden getirdiği değerler yanında, 1200 yıldan beri bütünleştiği İslam’dan almış olduğu değerler vardır. Bu değerler, Türk milletinin “millî ülküsü”nün oluşmasının temeli olmuştur. Bütün iç ve dış olumsuz şartlara rağmen milletimizin bugüne kadar varlığını devam ettirmesinde bu değerlerin ve millî ülkülerinin büyük rolü vardır. Bu anlayışlardaki zayıflama ve gevşemeye paralel olarak bazı sıkıntılar kendini göstermiştir. Bu ideallerdeki/ ülkülerdeki ve değerlerdeki zayıflama; ya şuurlu bir şekilde, bilerek, isteyerek yani kasıtlı olarak ya bilmeden, gayrişuuri olarak meydana gelmiştir/ gelmektedir.
Uğrunda can verdiğimiz yüce değerlerin zamanla pasifize edilmesi, uygulama alanı dışına çıkarılması ve yüce ülküler yerine, günlük ideallerin, ülkülerin benimsenmesi veya benimsetilmek istenmesi yok olmaya doğru atılmış adımlardır. Bugün günlük ideal, ülkü “ekonomik”tir. Yüce ülküler yerini, “ekonomik ülkülere” bırakmış ve “köşeyi dönme” en büyük gaye olmuştur. Bu “köşeyi dönme” hedefi/ ideali milletimizin değerlerinden çok şey götürmüş; “helal haram”, “kul hakkı”, “hasbilik”, “fisebillah” gibi anlayışları hemen hemen ortadan kaldırmıştır.
Bugün insanların çoğu “selam”ı bir hesaba göre vermektedir: “Selam verirsem bundan bana fayda gelir mi? Kârım mı, zararım mı olur?” Ayrıca bu “köşe dönme” anlayışı; aile bağlarını da akrabalık ilişkilerini de etkilemiştir. Baba oğlunun sırtından, oğul babasının sırtından nasıl “köşeyi dönerim” hesabı yapar olmuştur. Böyle olunca babanın oğul üzerindeki hakkı sadece menfaate bağlanmaktadır.
Bu anlayış da aile bağlarının, akrabalık bağlarının zayıflamasına, yok olmasına yol açmakta ve bir “millî felaket”in müjdecisi olmaktadır. Tespit ve müşahedelerimize göre, bu noktaya, en fazla 1980’lerden sonra gelinmiştir. Bu dönemden sonra uygulanan sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik politikaların bu anlayışın yerleşmesinde etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Gençliğimiz, insanımız; bir bunalımdan çıkarılmak istenirken, bir başka bunalımın ve felaketin kucağına itilmiş; çaresizlik içerisinde “çıkarcılık”ı benimsemiştir.
Evladına, “Ben sana besmelesiz süt emzirmedim.” diyen anne ninnilerinin, “Ben sana haram lokma yedirmedim.” diyen baba nasihatlerinin yerini; “Helal haram deme ye.”, “çalışmadan kazan”, “Yattığın yerde zengin ol.”, “Falan nasıl kısa zamanda zengin oldu, sen de ol.”, “Köşeyi dön de nasıl dönersen dön.” gibi nasihatler almıştır/almaktadır. Halk arasında yaygın olan bu olumsuz kanaatlerde acaba devletin ve iktidarın rolü yok mudur? Bu olumsuz kanaatleri gidermede en etkili rol hükûmet edenlere ve Türkiye’yi yönetenlere düşmektedir. Bu rol iki yönlüdür. Bir yönüyle tedbir almayı, diğer yönüyle iyi örnek oluşturmayı öngörmektedir. Devlet, kendi geleceğini emanet edecek “ideal sahibi” nesiller yetiştirmek için tedbir almak, kısa yoldan zengin olmak yerine hak ederek zengin olmak idealini aşılayacak programları uygulamak yükümlüğü altındadır.
Bunun yanında ülkeyi yönetenlerin kendilerinin, çocuklarının kısa zamanda ve hak etmeden zengin olmasının önü kesilmeli, bunların reklam edilmesi önlenmelidir. Çünkü devleti yönetenlerin hem de “dindarlık görüntüsü” altında yönetimde olanların daha dikkatli olması gerekmektedir. Onların israfı, zenginliği, giyim kuşamdaki aşırılıkları aşağıya birkaç şekilde yansımaktadır. Bunlar; “dindarım” diyenler ve yönetenler bunları yapıyorsa ben de yaparım; “Âlemin enayisi ben miyim?” anlayışını doğurmakta hem dindarlık adına ortaya çıkanlara hem dine hem de kendi insanına güveni sarsmaktadır. Devletin zirvesindeki yöneticinin 14 yaşındaki oğlu, hükûmetin başındaki yöneticinin çocukları ve yakınları/yandaşları kısa sürede “köşe dönüyorsa”, bakanların çocukları gemi sahibi olabiliyorsa, sayılı zenginler arasında yer alıyorsa, bu yer alma devleti yönetmeye başladıktan sonra oluyorsa bunun izahı zordur. Surda gedik açmak, değerlerde yıpranmaya yol açmak için bunlar yeter sebeptir. Türk kültüründe; nasihatte hatta örneklikte “lisanıhâl”den çok “lisanıkal”a yanı lafla anlatmaya değil “örnek yaşayış”a bakılmaktadır. Söylediğini yapmayan veya söylediğinin tersini yapanlar; “Başkalarına verir talkını, kendi yutar salkımı.” özdeyişi ile değerlendirilmektedir.
Dinimizde; haram kazanç, hak etmeden ve alın teri olmadan zengin olmak, israfa dalmak, “Köşeyi dön de nasıl dönersen dön.” anlayışı, kumar ve fal yasak olduğu gibi örf ve âdetlerimizde de kötü görülen, tasvip edilmeyen alışkanlıklardandır. Kumar, ocak söndürdüğü; içki öldürdüğü gibi haksız kazanç da idealleri bitirmektedir. Bütün olumsuzlukları bitirmede ve idealist bir toplum oluşturmada temeli eğitimdir. Eğitimde de çocukların zararlı alışkanlıklardan korunması temel esastır. Çünkü geleceğimizin garantisi çocuklardır, gençlerdir. Bunlar yüce duygularla beslenmeli; hem düşünce hem de sıhhat bakımından zararlı alışkanlıklardan korunmalıdır. Her öğretmen kendisine teslim edilen öğrencilere hemen her derste, haram kazanmanın, kul hakkı yemenin, israfın, gösterişin, sigaranın, içkinin, kumarın ve benzeri alışkanlıkların zararlarını anlatmalıdır. Her şeyi paraya tahvil etmemek lazımdır. Bazı şeyler vardır ki parayla alınıp satılamaz. Onlar bir milletin “temel taşları”dır. Onlar sökülürse “bina” çöker. Döviz bırakacakları ümidiyle “misyonerlik faaliyetleri”ne göz yummak, turizmi yalnız para makinesi gibi görmek kurtuluş yolu değildir. Biz, memleketimizin gelişmesini, kalkınmasını ve milletimizin yücelmesini canıgönülden istemekteyiz. Ancak, bu değerlerden fedakârlık ederek ve nesilleri kaybederek olmaz. İnanıyoruz ki gelişme ve kalkınma, milletini ve memleketini seven, onu yüceltmeyi ülkü edinen, kendisini milletine adamış ve milleti ile bütünleşmiş, tasarruf edip kemer sıkalım derken kendisinden başlayan, “kaşıkla toplayıp kepçeyle” dağıtmayan inançlı, çalışkan, dürüst, ahlaklı ve faziletli insanlarla ancak mümkündür. Bunun için önce bu tip insanların yetiştirilmesi gaye edinilmeli ve bu ölçüdeki insanları işbaşına getirilmelidir. Yoksa “Dökme su ile değirmen dönmez.” Memleketin gerçeklerini tanımayan “insanlar”la da dışarıdan “ithal edilecek” çözümlerle de kurtulmanın mümkün olacağını zannetmiyorum.