KÜLTÜR ADAMI VE “BİLGE LİDER” ALPARSLAN TÜRKEŞ
Prof. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK
04. 04. 1997 Cuma günü saat 22. 45’te, acı bir haber Türk kamuoyuna bomba gibi düştü. Bu haber, kültür adamı, devlet adamı, dava adamı ve “Bilge Lider” Alparslan Türkeş’in vefat haberiydi.
Bulunduğu bir törenden evine giderken yolda rahatsızlanan Türkeş, Bayındır Tıp Merkezine getirilmişti. Haber, Türkiye genelinde ve Türkiye dışında anında duyulmuştu. Bayındır Tıp Merkezi’nin önü ana baba günüydü. Herkes Başbuğ Türkeş’in yaşaması için Allah’a yalvarıyordu. Telefon trafiği oldukça yoğundu. Televizyon kanalları farklı bilgiler veriyordu. Kesin haber 4. Nisan 1997 Cumartesi günü saat, 02.20 gibi, MHP Genel Sekreteri tarafından açıklandı.
Bayındır Tıp Merkezi önündeki Ülkücülerin sergilediği durum televizyon ekranlarına geldi. Tıp Merkezi’nin önü onu seven insanlarla doluydu. Resmen açıklanmayan, fakat istihbar edilmiş vefat haberinin yalan olması için dualar ediliyordu. Kimse Türkeş’e ölümü yakıştırmak istemiyordu. Çünkü Türkiye’nin ve Türk dünyasının Alparslan Türkeş’e daha çok ihtiyacı vardı. Türkeşsiz bir Türk dünyası düşünülmek istenmiyordu.
Türk milliyetçileri, her türlü sıkıntıya ve çileye sabırla göğüs germiş şuurlu bir kitledir. Bu metaneti, istemeyerek de olsa, Alparslan Türkeş’in vefat haberinden sonra da gösterdi. Yapılan açıklamalarda bu sabrı ve metaneti bulmak mümkündü. Çünkü onlar, Allah’ın Kur’an’da haber verdiği “Her can, ölümü tadacaktır.” hükmüne gönülden inanmış ve bağlanmış kimselerdi.
Alparslan Türkeş’in ölümünü kabul etmek kolay değildi. Nitekim televizyonlara yansıyan haberlerde bu seziliyordu. Televizyonları ve telefonları başındaki sevenlerine vefat haberinin alıştıra alıştıra verilmesi hedeflenmişti. Ülkücü, her sıkıntıyı sabır ve vakarla aşabilen yiğit kimselerdi. Bundan dolayı vefat haberini, Allah’ın bir takdiri kabul etmekteydi. Geriye, onu rahmetle, minnetle anmak ve arkasından dua etmek kalıyordu.
İslam’da ölen insanların “amel defteri” kapanmaktadır. Sadece üç sınıf insanın “amel defteri” açık kalmaktadır. Birisi hayırlı evlat bırakanlar, diğeri faydalanılacak eserleri olanlar, üçüncüsü de “sadakayıcariye” sahipleridir. Sadakayıcariye, umumun menfaatine yarayacak, hayır kurumları ve hayırlardır. Hayırlı evlat da yaptığı iyi işlerle atasının hanesine sevap yazdırmaktadır. İlmî çalışmalar da yine toplumla ilgili işlerdir. Neticede her üç husus da toplumun menfaatiyle ilgili sosyal hadiselerdir. Bütün mesele, kişinin mensup olduğu millete faydalı işler yapmasıdır. Amel defterinin açık kalmasını haber veren hadisişerif de; insanları, mensubu olduğu millete yararlı işler yapmayı teşvik etmektedir. Merhum Alparslan Türkeş’in yetiştirdiği ve yetişmesine vesile olduğu insanların yapacakları dualar ve iyi işler, amel defterini açık tutacaktır. Ayrıca yazdıkları ve yaptıkları hayırlar da bunlara dâhildir. Onun amel defterini açık tutacak çok şey vardır.
Alparslan Türkeş, son dönemlerde Türk milletinin yetiştirdiği ve eşine az rastlanacak liderlerdendi. O, “İslam, ahlak ve faziletini, Türklük gurur ve şuurunu” Türk milletine sembol yapmıştı. Türklük ile İslam’ı beraber götürmeyi yerleştirmişti. “Yüce Türk milleti” ifadesi, Türkeş’in dilinden düşürmediği bir iftihar ifadesiydi.
Türkeş, kendinden daha çok, Türk milletini düşünmüş, Türk dünyasının meselelerini öne çıkarmıştı. Günübirlik politikalar değil, geleceğe yönelik ve kalıcı politikalara talipti. Türk milletinin varlığı ve yücelmesi onun hedefiydi. Bu çizgiyi 1944 Olayları ile ortaya koymuş ve günümüze kadar getirmişti. Herkesin zikzaklar gösterdiği siyasi hayatta, o aynı çizgiyi ve fikrî çizgiyi devam ettirmişti. Tarih onun haklılığını ortaya koydu. Türk dünyasının yakınlaşmasına ve birbirini kucaklamasına çalıştı ve başardı. Bu yılki Türk Devletleri ve Toplulukları Kurultayı, 11/13 Nisan tarihlerinde İstanbul’da yapılacaktı. Yapılacak olan bu kurultayın mimarıydı. Başkanı olduğu TÜDAV, bu işi başarmıştı.
Türkeş; vakur, dirayetli, okuyan, düşünen ve araştıran, eşine az rastlanır bir devlet adamıydı. “Devlet adamı nasıl olmalıdır?” diye sorulursa, tek kelimeyle, “Türkeş gibi” demek yeterlidir. Türk milletinin menfaati için herkesle ortak yanı bulmaya çalışırdı. Sevgi, hoşgörü ve uyuşma temel ilkelerdendi.
Alparslan Türkeş vefat etti, fakat onun Türk milliyetçiliği ülküsü yaşıyor ve yaşayacaktır. İnsanlar fânidir. Baki olan fikirlerdir. Türkeş’i sevmek; onun fikirlerini yaşatmak ve istediği hedefe varmakla olacaktır. Bu da onun istediği ve son günlerde gerçekleştirmeye gayret sarf ettiği birliği sağlamak, Ülkücülük bayrağını yere bırakmamaktadır. Bunlar yapılırken olması muhtemel tahriklere kapılmamalı, provokasyonlara gelmemelidir. Bugünlerde sağduyu galip gelmelidir.
Hz. Muhammed’in (SAS) vefat haberini duyan Hz. Ömer bu vefatı kabul edememişti. “Kim Hz. Muhammed öldü, derse kellesini uçururum.” demişti. Onu Hz. Ebubekir teselli etmişti. Hz. Ebubekir, onu “Kim Allah’a inanıyorsa bilsin ki o diridir. Kim Hz. Muhammed’e inanıyorsa bilsin ki o ölmüştür…” cevabıyla teselli etmişti.
Evet! Alparslan Türkeş vefat etmiştir. Fakat davası ve fikirleri yaşayacaktır. Bayrağı dalgalandırmak herkese borçtur.
Ruhu şad olsun, mekânı cennet olsun!
BİR “DAVA ADAMI” ALPARSLAN TÜRKEŞ
Önceki yazıma, “Bilge Lider Alparslan Türkeş Hakk’a Yürüdü” başlığını koydum. Çünkü biz Müslüman’ız ve Ku’an’a imanımız tamdır. Allah, Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Ey İnananlar! Sabır ve namaz ile yardım dileyin. Hiç şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Çünkü onlar, diridir fakat siz farkında değilsiniz. Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmek ile deneriz. Sabredenlere müjdele. Onlara bir musibet geldiğinde; ‘Biz Allah’ınız ve elbette ona döneceğiz.’ derler.”
Allah, her insan bir “ecel” tayin etmiştir. Tayin edilen bu “ölüm vakti” geldiğinde bir saniye geri bırakılması da öne alınması da mümkün değildir. Ölümü tadan insanları hayırla anmak Allah’ın emirlerindendir. Türk milletinin geleneğinde ölüleri hayırla ve rahmetle anmak vardır.
04. 04. 1997 Cuma günü, rahmetirahman’a kavuşan Alparslan Türkeş’i tanımak günümüz insanları için bir meziyettir, şereftir. Çünkü o, sabır, sebat, fikir, ülkü, kültür ve “dava adamlığı” yönü ile eşine az rastlanır bir liderdi. Tavrı ve dış görünüşü ile güven vericiydi. Yoktan bir parti, bir Türk milliyetçiliği ülküsünü benimsemiş nesil yetiştirmesini sağlamıştı.
Ben, Alparslan Türkeş ismini 1960 yılında, ortaokul son sınıf talebesiyken duymuştum. 1944 Milliyetçilik, Türkçülük olaylarında henüz doğmamıştım. 1960 İhtilali vesilesiyle Alparslan Türkeş ismi Türkiye’nin gündeminde yerini almıştı. Lehte ve aleyhte değerlendirenler vardı. Lehte ve aleyhindeki konuşmalar kafamızda bazı şeyleri çağrıştırıyordu. Merhum İsmet İnönü ve merhum Cemal Gürsel ile arasında geçen bazı “olaylar” anlatılıyordu. Bunlar çocuk kafamızda bazı izler bırakıyordu. Onlarla kafamızda bir “lider imajı” çiziliyordu.
Merhum Türkeş ve arkadaşlarının Millî Birlik Komitesinden uzaklaştırılması, yurt dışına gönderilmeleri öğrenciler arasında anlatılıyordu. Rahmetli Adnan Menderes’in idam edilmesine Türkeş’in karşı çıkması ve Cumhurbaşkanı’nı Cemal Gürsel’e mektup yazması büyük bir olay olarak algılanıyordu. Bu olay ile Türkeş farklı bir konuma gelmişti. 1963 yılında Türkiye’ye dönmesi ve döndükten sonraki mesajları dalga dalga yayılıyordu. Lise öğrencisi olarak Türkeş’in gür sesi, Türk milliyetçiliğini bayrak yapması ve yönetim için önerileri bize cazip geliyordu. O, bizim kafamızda canlandırdığımız lider imajını çağrıştırıyordu.
CKMP Genel Başkanı iken, 1965 yılında, Erzurum’da yaptığı bir mitingde yakinen görmüştüm. Bundan sonra Erzincan’ın Tercan ilçesine teşrif ettiği bir sırada yaptığı sohbeti, birkaç öğretmen arkadaşla beraber dinlemiştim. 1969 yılında Keskin’de öğretmenken bir sohbetinde bulunmuştum. Bu toplantılarda bulunmalarım, merak ettiğim bir lideri yakından tanıma imkânı vermişti.
1969’da Türk Ocakları Genel Merkezi’ne gitmiştim. Genel Başkan, Rahmetli Prof. Dr. Osman Turan’dı; Cumhuriyet gazetesi Türkeş Bey’e bazı sorular sormuştu. Sorular Atatürk ve Türk büyükleri ile ilgiliydi. Bu sorulara verdiği cevapları rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti değerlendiriyordu. Serdengeçti, Cumhuriyet gazetesinin sorularını “tuzak soruları” olarak görüyor ve Türkeş’in, Atatürk ile ilgili olarak “Güneşin olduğu yerde yıldızlardan söz edilmez.” cevabını yerinde ve akıllıca bir cevap olarak değerlendiriyordu.
1970 yılından itibaren yakından tanımaya imkân veren gelişmeler oldu. 1972 yılında Ülkü Bir Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev aldıktan sonra siyasilerin yakından tanıma ve öğretmenler ile ilgili politikalarını takip etme durumu ortaya çıktı. 1974’lü yıllarda fakülteden hocam ve doktora tez danışmanın merhum Prof. Dr. Hikmet Tanyu vasıtasıyla Alparslan Türkeş hakkında daha yakın bilgi sahibi oldum. Çünkü; “1944 Türk Milliyetçiliği Olayı”nda Hikmet Tanyu ile Alparslan Türkeş beraber yargılanmıştı. 1980 yılında ÜNAY’ın (Üniversite-Akademi ve Yüksekokul Asistanları Derneği) yönetim kurulu üyeliğine seçildikten sonra, Yönetim Kurulu olarak parti liderlerini ziyaret edip asistanların meselelerini anlatma kararı alınmıştı. Bu çerçevede merhum Alparslan Türkeş de ziyaret edilmişti. Bu ziyaret Türkeş; “Allah memlekete ve millete hayırlı etsin!...” demişti.
Zaman zaman ramazan ayı iftarlarında, resmî toplantılarda, bilimsel toplantılarda, özel ziyaretlerde, bilgi alışverişinde Alparslan Türkeş’i yakinen görmek şerefine erenlerdenim. Vefatından kısa bir süre önce 1997 ramazanında Shereton Oteli’nin girişinde tesadüfen karşılaşmıştık. Nasıl olduğumu sormuştu. 8 Mart 1997 tarihinde Ülkü Ocaklarının düzenlediği ve benim panel yöneticisi olduğum “Türk Düşünce Hayatında Mehmet Akif Ersoy ve Mehmet Emin Yurdakul” panelinde kısa bir açılış konuşması yapmıştı. Toplantıdan sonra konuşmacılarla sohbet etti ve bazı hatıralarını anlattı.
Ocak 1997 tarihinde çıkan “Ermeni Kilisesi ve Türkler” kitabımı Ermenilerle ilgilenmesi vesilesiyle kendisine imzalayıp takdim etmiştim. Kitapla ilgili olarak 16. 03. 1997 tarihli “Özel” ifadeli mektubu ile teşekkürünü ve başarı dileklerini iletmişti.
Hayatı okuma, düşünme ve fikir üretmeyle geçmişti. Devlet adamı, “dava adamı” tavrını daima korumuştu. Ülkenin ve milletin menfaatini her şeyin üzerinde tutmuştu. “Uzlaşmacı yolu” temel felsefe yapmıştı. Dıştan çok sert görünmesinin aksine çok yumuşak ve hoşsohbet bir özelliğe sahipti. Örnek bir şahsiyet ve dava adamıydı. Ondan alınacak çok ders vardır.
MERHUM ALPARSLAN TÜRKEŞ’İ UĞURLARKEN
8 Nisan 1997 Salı, Türkeş’in defnedildiği gündür. Salı, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethettiği gündür. Ancak bugünkü salı, “Türk dünyasının Başbuğ’unun uğurlanma günü”dür.
8 Nisan’da Ankara’da en az 2 milyon insanın cenaze törenine ve namazına katılmak için toplanacağı tahmin edilmektedir. Görülmemiş bir kalabalığın, tabir yerinde ise, “insan seli”nin Ankara’yı dolduracağını görür gibiyim. Devlet ricalinden, partilerden, üniversitelerden, bürokratlardan, öğrencilerden, Türkiye’nin her tarafından değişik parti ve görüşlerden insanların, “Büyük insan, devlet adamı, dava adamı, kültür adamı” Alparslan Türkeş’e karşı son görevlerini, bir “millî görevi” yerine getirmek için cenaze törenine ve cenaze namazına katılacağı kesin gibi görülmektedir. Türk dünyasında ve dünyanın her yerinden insanların da katılacağı anlaşılmaktadır. Çünkü, “Perşembenin gelişi çarşambadan belli”dir.
Yukarıdaki tahminlerin gerçek olmasına ışık tutacak Türkiye’de çok güzel gelişmeler oldu. Çünkü dört günden beri basın-yayın organları Alparslan Türkeş’ten bahsetti. Hemen hemen bütün televizyon kanalları onunla ilgili programlar yaptı. Türkeş Bey’in görüşlerine yer verdi ve onları ekranlara getirdi. Bu durum, Türk milletinin “yüceliğini” bir defa daha ortaya koydu. Türk milletinin “kadirşinaslığı”nın, kadir kıymet bilişinin göstergesi, merhum Alparslan Türkeş’e gösterilen ilgi ve sevgide kendini gösterdi. Bu tavır, Türkeş Bey’in dilinden düşürmediği “Yüce Türk milleti” görüşünü ve ona olan güvenini doğruladı.
İstisnaların olması normaldir. Herkesten aynı şeyi beklemek zaten mümkün değildir. Ancak bütün basın-yayın organları, bir “millî görev şuuru” içinde görev yaptı. Zaten asil Türk milletine yakışan da buydu. (Ben, herkesi, görev sorumluluğu ve şuuru içinde görev yapan basın-yayın kurumlarını, yetkililerini ve yazarlarını tebrik etmeyi borç bilmekteyim.).
Gönül, “büyük insanlar”ın kıymetinin sağlığında bilinmesini istiyor. Ancak biz, Türk milleti olarak, bu sevgiyi, daha çok rahmetli olduktan sonra göstermeyi gelenek hâline getirmişizdir. Bu da çok güzel bir fazilettir. Çünkü gösterilen bu sevgi riya karışmayan, bir beklentisi olmayan, karşılıksız ve samimi bir sevgidir. En önemli sevgi ve takdir de budur. Allah indinde zayi olmayacak ameller de içten, samimi ve karşılıksız yapılandır. Yetkililerin Türkeş Bey’den bahsederken altını çizdikleri bazı hususlar önemlidir ve ders alınacak niteliktedir. Bunlar da onun bu ülkenin, Türk milletinin, Türk dünyasının ve insanlık âleminin menfaatini düşündüğünün dile getirilmesidir. Bu idealin gerçekleşmesi için öncelikle Türkiye’nin yükselmesi, ilimde ve teknikte çağı yakalaması onun temel görüşüdür. Türkiye’nin menfaati için “uzlaşmacı” olduğu, herkes tarafından itiraf edilmektedir. Sevindirici bir başka taraf, muhalif ve muvafık herkesin Türkeş’in düşüncelerinin isabetliliğini dile getirmesidir. Çünkü onun, üstüne basa basa savunduğu görüşler bu ülkenin ve Türk milletinin menfaatine yöneliktir.
Türk milletinin ve Türkiye’nin menfaatini düşünmek her “sağduyu sahibi insan”ın temel görevidir. Çünkü ülke olmazsa, millet olmazsa, Türk milleti realitesi göz ardı edilirse, herkes ayrı bir baş çekerse; ne birlik olur, ne dirlik olur, ne siyaset olur, ne hükûmet olur, ne adalet olur. Allah korusun ne de devlet olur. Rahmetli Türkeş, bunun için Türkiye’nin birliğini ve bütünlüğünü tehlikeye götürecek görüşlere çok sert tavır koyardı. O, “mozaik kültür” gibi nitelemelere hiç tahammül etmezdi. Kimden gelirse gelsin, Türkiye’nin birliğine ve bölünmesine yönelik görüşlere tavrı tavizsizdi. Rahmetli olduğunun duyulmasından sonra yetkililer de Türkeş’in bu tavizsiz tavrını, “devlet adamlığı”nı hatta bütün Türk dünyasının benimsediği ortak bir lider olduğunu ve “Başbuğ” olduğunu dile getirdi.
Türkeş’in hayatı, Türkiye’nin içten ve dıştan gelen tehlikelere karşı mücadelelerle geçmişti. Türkiye’nin kalkınmış ülke durumuna gelmesi, ilimde ve teknikte ilerlemesi, Türkeş’in ülküsüydü. Bunların adalet ölçüsü içerisinde yapılması, kalkınma yoluna girerken haksızlığa, yolsuzluğa ve ahlaksızlığa düşülmemesi onun hedefiydi. Türkiye’yi “bilgi toplumu” yapmak amacını taşıyordu. Bunları; siyasete aktif olarak girişinin 30. yılında altını çizerek vurguluyordu. Türkeş, 65 yıldan beri, Türk dünyasını da unutmamıştı. Onların hür olmasını, kalkınmasını ve ilerlemesini istiyordu. Bu uğurda mücadelesi ve faaliyetleri olmuştu, olmaktaydı. Türk milleti, Türk dünyası, İslam âlemi ve insanlık için iyi gelecekler istiyordu. Savunduğu fikirler dolayısıyla işkence gördü, hapislere girdi ve haksızlığa uğradı. Ancak yılmadı. Devletine ve milletine küsmedi. Azminden bir şey kaybetmedi. Herkes; bu özellikleri, bir lideri lider yapan özellikler olarak gördü ve gösterdi.
TÜRKEŞ’İN HEDEFİ TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ FİKRİNİ İKTİDAR YAPMAKTI
İnsanlar fânidir fakat fikirler bakidir. Onun özlemini çektiği, fikrî şeylerin gerçek olacağıdır. Türkiye’nin ilimde ve teknikte ileri gideceği ufukta görünür gibidir. Türk milleti, inşallah, ebed-müddet olacaktır!
Bundan sonra yapılacak şey; onu rahmetle anmak, “Türk milliyetçiliği ülküsü davası”na sahip çıkmak, düşmanı sevindirip dostu üzmektir. Sabır, sebat ve soğukkanlılık temel davranış olmalıdır.
TÜRKEŞ’SİZ TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ
08. 04. 1997 günü, muhteşem bir törenle merhum Alparslan Türkeş toprağa verildi. Türk milleti, Başbuğ Türkeş’e karşı son görevini yaptı. Türkiye’den olduğu gibi dünyanın her yerinden temsilciler Ankara’daydı. Bir milyonun üzerinde insan Ankara’yı doldurmuştu. Bazı televizyoncuların ve bazı yorumcuların, bu coşkuyu ve kalabalığı “on binler” ifadesiyle gizlemeye çalışması boşa gayretti. Çünkü bütün Türkiye ve bütün dünya, bir milyonun üzerinde bir kalabalığın cenaze töreninde bulunduğunu gördü.
Türk milletinin şanına ve şerefine yakışır bir tören yapıldı. Müslüman Türk milletinin inancına ve töresine uygun bir cenaze töreni oldu. Günlerce MHP Genel Merkezi’nde, Türkiye’nin değişik yörelerinde ve camilerde Kur’an okundu, Hatimler indirildi. Türkeş’in istediği ve yıllardır savunduğu Türk-İslam ülküsü, cenaze töreninde kendini gösterdi. Tekbir sedalarıyla Türkeş, ebedî istirahatgâhına götürüldü ve defnedildi. Bu tören, Türk milliyetçiliği ülküsüne inanmış insanların “soğukla ve nefisle imtihanı” idi. İmtihan başarılı bir şekilde verildi. Bundan sonraki imtihanların da başarıyla verilmesi ortak dilekti..
Kar yağışına, havanın uygun olmamasına rağmen dünyanın ve Türkiye’nin her yöresinden gelen insanlar, sabahın erken saatlerinden itibaren Bayındır Hastanesinin önünü doldurmuştu. Kimsenin soğuğa ve kara aldırdığı yoktu. Sanki hiçbir şey yokmuş, hava normalmiş gibi davranılıyordu. Sergilenen bu tablo, hem duygulandırıyor hem de ümitlendiriyordu. Bu durum; Türk milletinin yüce bir millet olduğu ve ebediyen yaşayacağı ümidini canlandırıyordu.
Türkeş’in rahmetli olduğu haberinin duyulmasından sonra gösterilen ilgi ve sevgi, cenaze törenine katılmak için dünyanın ve Türkiye’nin her yerinden sevenlerinin, bütün sıkıntılara göğüs gererek, katılması; “Türkeşsiz Türk milliyetçiliği ve MHP ne olacaktır?” sorusunu gündeme getirdi. Bazı gazeteler ve televizyon kanalları, merhum Alparslan Türkeş’in cenazesi daha yerdeyken, bu değişik konuları işlemeye çalışıyordu.
Türk milliyetçiliği ülküsünü benimsemiş herkes ve MHP yetkilileri, kendilerine yakışır bir tavır sergiledi. Birlik ve beraberlik içinde bir görüntü yansıtıldı. Herkes, yegâne konu ve görev olarak Başbuğ Alparslan Türkeş’e karşı son görevini eksiksiz yapmayı görüyordu. Bu duygu, anlayış ve birlik içinde hareket etme; dışarıda olan herkesi sevindirdi. Bu birliğin ve beraberliğin devam etmesi, Türk milliyetçiliği ülküsünü benimsemiş olanların ortak duygusu hâline geldi.
Allah, her canın ölümü tadacağını bildirmektedir. Allah hariç her şey fânidir. İnsanlar gelip geçicidir. Ama, kâinat, kıyamete kadar kalacaktır. Kıyamete kadar da insanlar yaşayacaktır, hayat devam edecektir. İnsanların mutluluğu için önerilen fikirler de devam edecektir. Onları hayata geçirme, geride kalan insanların görevidir. Bu görevin en iyi şekilde yapılması da bir görevdir, bir vasiyettir.
Meseleleri “sağduyu” ile düşünmek, istişareye önem vermek ve tabanın sesine kulak kabartmak isabetli karar vermenin ölçüsüdür. Duygular değil, akıl-mantık, tecrübe ve dünyadaki gelişmeler göz önünde tutulmalıdır. Türk milliyetçilerinin nabzını tutacak, Türk milletinin ümidi olacak, Türk milletinin mevcut ve görülen teveccühünü iktidara taşıyacak değerlendirmenin yapılması beklentiler arasındadır. Bu “dava”ya gönül vermiş olanların, kim olursa olsun, nefislerini değil, ülkeyi; Türk milletini ve Türk milliyetçiliği ülküsünü düşünmesi herkesin ortak arzusudur.
Ülkücüler; ortaya çıktıkları günden beri şahıslarını değil hep Türk milletinin menfaatlerini düşünmüşlerdir. Aynı düşüncenin hâkim olacağı, dostların sevindirileceği ümit edilmektedir. Herkes; birbirinin eksiklerini değil, faziletlerini öne sürmelidir. En layık olanın bulunması; herkesin kendini tanıması ve haddini bilmesi ile mümkündür.
Kara, yağmura ve soğuğa rağmen merhum Alparslan Türkeş’in cenaze töreninde tarihte eşine az rastlanır coşkulu bir kalabalığın bulunması; herkesi duygulandırmıştır. Bu duygunun ve coşkunun hakkının verilmemesi veya istismarı büyük vebal olacaktır. Bu duygu ve coşku, potansiyel bir miras olarak görülmemelidir. İyi değerlendirilir, iyi yönlendirilir ve nabız iyi tutulursa, bir şey ifade edecektir. Aksine büyük vebal ve sorumluluk vardır. Paltosuz, pardösüsüz ve yazlık kıyafetleriyle soğuğa aldırmayan bu insanların yüzündeki saflık, bu insanların alınlarındaki açıklık, bu insanların gönüllerindeki inanç ve sevgi; insanı, neredeyse, “Bu millet ölmez!” diye feryada sevk ediyordu. Hakikat de böyledir. Hakikat görülerek, gerçekler değerlendirilerek, sağduyu ile hareket edilmesi hedef bilinmelidir.
Herkesin ortaya çıkması ve televizyon ekranlarında boy göstermesi her zaman fayda getirmez. Bununla bazı mihrakların tezgâhlarına düşerek oyuna gelmek mümkündür. Yüze gülenlerin bazılarının sahte gülücüğüne kanmamalıdır. Her doğruyu söylemek gerekmez fakat her söylenenin doğru olmasına dikkat edilmelidir. Bu düstur; kural bilinmeli ve çok düşünüp az konuşulmalıdır. Konuştuktan sonra düşünmenin fayda vermediği unutulmamalıdır.
Dışarıda olan, içeride bulunan herkes, “bizim bilinmeli” ve ona göre sahip çıkılmalıdır. Tarihî fırsat iyi değerlendirilmelidir. “Yiğit bin yaşar, fırsat bir düşer.” Aksi takdirde tarih önünde sorumluluk ve bunun vebali büyük olacaktır. Hedef büyümek olmalıdır.