Türk’ün gören gözü, işiten kulağı ve uyanık vicdanı olarak Hüseyin Nihal Atsız, hiçbir zaman bugünün ve her devrin adam tipi olmamış; millî şuur, ahlak ve terbiyeden örülü yüksek karakteri ile 20. yüzyıl Türk dünyası için model bir kişilik olmuştur. Bin 300 yıl öncesinden Kürşad’ın ruhunu 20. yüzyıl Türk gençliğine taşıyan Atsız, tek lisanı Türklük olan bir Türk büyüğüdür.
Fikirleri ile yaşayışını telif eden bir şahsiyete sahip olan Atsız, İbnülemin Mahmut Kemal’in tarifi ile atlıyı atından indirecek derecede şiddetli yazılar yazan, ateşli ve keskin bir üsluba sahipti. Bunun yanında hususi hayatında sakin, kibar, mülayim, nüktedan ve şakacı idi. Kendisinden kaç yaş küçük olursa olsun herkese “bey” diye hitap eden; vakur davranışı ve tevazu içinde yaşayışı ile dimdik başı ile Türk tarihinin derinliklerinden kopup gelen bir Türk beyi idi.[1]
Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın avukatı Galip Erdem’e göre Nihal Atsız Bey; Türk milliyetçiliğini belli bir dönemin, özellikle 1938 sonrasının ezilmişliğinden kurtaran, yeniden doğuşun öncülüğünü yapan yiğit bir Ülkücüydü. Büyük heyecanların, çetin yolların, Türk tarihini parçalanmaz bir bütün olarak görmeyi öğretmenin temsilcisi ve Türk birliğinin dev inançlı bekleyicisiydi. Yaşayan Türk milliyetçilerinin hemen hepsinde emeği ve yetişmelerinde unutulmaz payı vardı.
Öğrencilik hayatı talihsizlikler içinde geçen Atsız Bey’in ilk yüksekokul deneyimi Harbiye olduysa da her Türk milliyetçisinin bildiği sebeplerden dolayı buradan ayrılarak 1926’da girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde kendini buldu. Edebiyat Fakültesindeki bu öğrenim hayatı Atsız’a hem iyi bir edebiyatçı hem de tarihçi olmasının yolunu açtı. Edebiyat Fakültesinin başarılı talebeleri içinde bulunan Atsız, komünistlerle yaptığı mücadelelerle de dikkati çekiyordu. Daha talebelik yıllarında hocalarıyla yaptığı tartışmalar, onların Türk dili ve tarihi konusundaki yanlışlarına dikkat çekmeler gibi birtakım nedenlerden ötürü üniversitedeki asistanlık hayatı da kısa sürdü.
Türkiye’deki ilk edebiyat tarihi çalışmalarından birisini gerçekleştiren Atsız Bey, Türk tarihine de çevriler ve telif eserleriyle katkıda bulunduğu gibi, kendisinden sonra “Millî Tarih Akımı” diye söylenecek olan yeni bir anlayışı yerleştirmeye gayret etti. Hüseyin Nihal Atsız, bugün tarihi bir ilim ve milletlerin hayatında hız verici bir vasıta olarak gören tarihçiler tarafından örnek alınmaktadır. Atsız Bey’e göre, Türk tarihi bir bütündür. Mesele onu sistemleştirmekten ibarettir.[2] Atsız, bu düşüncelerini içeren “Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar” adlı eserini 1935’te yayımlamıştır. 1930’lu yılların başları bu çalışmaya hasredilmiştir. Bu arada Türk tarih tezine karşı çıkan hocası Zeki Velidi Togan da ağır hücumlara uğramış, Atsız arkadaşları ile beraber hocalarını destekleyen bir telgrafı Millî Eğitim Bakanlığına göndermiştir. [3]
Kutlu kent Ötüken, Oğuz Han, Tanrı kutu Mete, İşbara Han, İl Bilge Katun, İlteriş Kutluk Kağan, Kürşad ve Kül Tigin’i tarihte kutlu yerlere taşıyan Hüseyin Nihal Atsız olmuştur. 1040 tezi ile Selçuklu devletinin, Âşık Paşaoğlu Tarihi yoluyla da Osmanlı Devleti’ne bakışın Türklük temellerine oturtulmasında Atsız’ın emeği vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeyse sinsi tehlikelere karşı Atsız’ın yaşattığı ve âdeta bayraklaştırdığı Türk milliyetçiliği her zaman etkisini hissettiren müstesna bir yere sahiptir. Gaflet, ihmal, ihlal ve ihanet içindeki kimi beyinlerin parçalanmış tarih ve parçalanmış coğrafya projeleri bu müstesna yeri bugün daha anlamlı kılmakta ve yüzyıllar ötesinden gelen sesleri dinlemeye çağırmaktadır.
Hüseyin Nihal, 1931’de Atsız Mecmua’yı, 1933’de ise Orhun dergisini çıkarmıştır. Atsız Mecmua 17 sayı çıktıktan sonra eleştirel tutumu rejim için tehlikeli bulunarak kapatılmıştır. Dergide Atsız’ın Anadolu Türk köylüsü ile şehirli-Batılılaşmış-seçkinler arasındaki kopukluğu vurguladığı dikkati çekmektedir. Orhun da resmî ideoloji ve Türk tarih tezine yönelttiği eleştiriler dolayısıyla kapatılmıştır. Atsız Orhun’u 1943-44 yılları arasında 7 sayı daha çıkarmayı başarmıştır. 1950-52 yılları arasında ise Orkun ismi ile 68 sayı olarak tekrar çıkarmıştır. Atsız’ın son dergisi Türkçü ve orducu olduğunu beyan ettiği Ötüken olmuştur. Bu dergi 1964-1975 yılları arasında yani ölümüne kadar 143 sayı yayımlanmıştır. Atsız, Çınaraltı, Altın Işık, Gözlem gibi milliyetçi dergilerde de yazılar yazmıştır. [4]
Türk milliyetçiliğinin bir sistem dâhilinde ve fikri olarak olgunlaşıp bugünlere gelmesine Atsız öncülük etmiştir. Sivil milliyetçilik diyebileceğimiz bir yapı ile milliyetçiliğin her şart ve koşulda varlığını devam ettirmesinde ve taban bulmasında onun katkısı büyüktür.
Diğer yandan II. Dünya Savaşı yıllarında Türk milliyetçilerinin vermiş olduğu mücadelenin bayraktarı da Atsız Bey olmuştur. 3 Mayıs 1944 günü Sabahattin Ali-Nihal Atsız Davası vesilesiyle Türk milliyetçilerinin Nihal Atsız’a destek için Ankara’da toplanarak eylem yapmaları, fikirlerini düşünceden harekete geçirmek bakımından önemliydi. Necmettin Sefercioğlu’nun anlatımıyla Ankara’da yapılan görkemli gösteri ve yürüyüş; Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşı’nı sonlandıran bir zafer kazanma yolunda ilerlemesi karşısında, o zamana kadar yürüttüğü Alman yanlısı politikanın yönünü değiştirme telaşına düşen Cumhurbaşkanı İnönü’ye ve emrindekilere iyi bir fırsat gibi görünmüştür. Yayımlarında Türk dünyasına ilişkin yazı, yorum ve haberlere çokça yer veren Türkçülerle Sovyetler Birliği’nin işgali altındaki topraklarda yaşayan tutsak Türklerin büyük çoğunluğu, Sovyet yöneticilerini zaten tedirgin etmekte idi. Türkçülük aleyhine bir kampanya açılması ve başlıca Türkçülerin tutuklanıp cezalandırılması, Sovyetlere yönelişe yani SSCB’nin kandırılabilmesine yarayabilirdi. Bu süreçten sonra itham ve iftira kampanyası başlatılmış, kampanyanın adı “Irkçılık-Turancılık” olarak yayılmış, böylece açılacak davanın da adı konmuştur. İlhan Darendelioğlu’na göre bu “büyük kavga”da bazı Türk milliyetçilerine akla hayale gelmeyen, Türkiye’de ve Türk tarihinde yeni bir işkence şekli olan “tabutluklar”da çile çektirilmiştir. Modern Türkiye albümlerinin yapıldığı bir devirde, 1500 mumluk ampuller altında iptidai işkence usullerine başvurulmuştur.
“Bu Vatan Kimin” şiirini yazan, tanınmış şair ve kültür adamı Orhan Şaik Gökyay, tabutluklar hakkında “Tabutluğa konulduğum zaman tepemde yakılan 1500 mumluk ampullere baktığımda yirminci yüzyıl Türkiye’sinde değil, on dördüncü asır evvelinde kızgın çöllere sokulan mazlum insanları gördüm.” demektedir.[5]
Hayri Yıldırım, Son Türkçü Atsız adlı kitabında Irkçılık-Turancılık Davası hakkında “Fikirlerin saptırılması, belgelerin tahrif edilmesi, yalan belge üretilmesi, insanların işkence edilerek farklı ifadeye zorlanması gibi Stalin tarzı baskıcı yöntemlerin uygulandığı bir ibret davasıdır. Özellikle günümüz bakımından gerek hukuki gerek siyasi olarak 1944 Turancılık Davası’nın çok dikkatli incelenmesi ve idrak edilmesi gerekir.” demektedir.[6]
Nihal Atsız, Türkiye’de Türklüğe ve Türk bayrağına düşman zümreler içinde Kürtçüler ve siyasi ümmetçilere dikkat çekerek[7] ülkemizi bugünkü vaziyete getiren faktörleri daha 1960’lı yıllarda büyük bir ileri görüşlülükle ortaya koymuştur. Atsız’ın “Mabetsiz şehrin ilk yemişi Ticanîlik, onun olup kurtlanmışı da Nurculuk oldu.” tespiti[8] önemlidir. Ötüken dergisinde Kürtçüler için “Bunları ya Barzanilerin ülkesine veya özledikleri komünist ülkelere gönderip yerine Kazak, Kırgız ve Türkmenleri getirmeliyiz.” şeklinde yazdığı bir yazısından dolayı 18 ay hapse mahkûm edilmiş ve 68 yaşında hapse girmiştir. Atsız, bu gibi hâllerin mücadele eden her insanın başına gelebileceğini söyleyerek sağlam iradesi ile karara itiraz dahi etmemiştir.[9]
Atsız’ın Kürtçülüğe ve hükûmet politikalarına karşı eleştirilerinin sadece birkaçını aşağıda vermekle yetineceğim:
“…Kürtlerde de yabancı devletlerin kışkırtmasıyla başlayan bu hareket Kürt çoğunluğu arasında değil, onların zengin ağa sınıfı ile okumuşları arasında itibar görmüştür. Çünkü bağımsız bir Kürdistan’dan faydalanacak unsur bunlardır. Kurulacak Kürdistan’da idareci ve yüksek sınıf olacaktır.
Birinci Cihan Savaşı sonunda ortaya çıkan ‘Kürt Teali Cemiyeti’, Osmanlı Devleti’nin kendisinden sayarak yüksek makamlara getirdiği Kürtler tarafından kurulmuştu. Dergileri yayınlanıyordu.
Mütareke yıllarında Kadıköy Sultanisinde okurken Arapça ve Siyer-i Nebî hocamız olan Mihri Efendi, Kürt milliyetçisi olduğu için bize Türklük ve Türkçülük aleyhinde propaganda yapar, Kürt dergileri dağıtırdı. Bir gün: ‘Sakın Türk’üm demeyin. Öteki unsurları gücendirirsiniz. Osmanlıyım diyin.’ diye öğüt vermişti. Dağıttığı dergilerin birinde Kürtlerin Asurlular neslinden geldiği yazılıydı. Kürtleri öven bir manzumede de ‘sularla dağların kib-i gururundan doğan Kürtler’ diye bir mısra vardı".”[10]
“Bugün Türkiye düşmanı fikirlerin başında Kürtçülük gelmektedir. Kürtçüler doğu illerimizde ayrı bir devlet kurmak davası ardındadırlar. Bitlis Senatörü Ziya Şerehanoğlu’nun Amerika’ya kaçarak orada Kürtlük davası için çalıştığını gazeteler (mesela Kayseri’de çıkan “Millî Ülkü” gazetesinin Temmuz 1967 tarihli 224. Sayısı) yazdı. Bu adamın, maksatlarını gizleyerek Senato’da kaldığını, Büyük Millet Meclisinin hayatî meseleleri konuştuğu gizli toplantılara katıldığını, hatta bu adamın bakan veya Başbakan olduğunu düşünelim. Türkiye için bundan büyük tehlike olur mu?
Bunun çaresi esasen Türk olan doğu illerini büyük bir hızla yüzde yüz Türkleştirmektir. Balkanlardan gelen Türk göçmenlerini İstanbul’a veya Batı Anadolu’ya yerleştirmek gibi şuursuz davranışlar yerine bunları planlı bir şekilde doğuya yerleştirmek, Kastamonu, Sivas, Konya, Trabzon gibi İstanbul’a çok sayıda insan gönderen illerin bu fazla nüfusunu doğuya yöneltmek, büyük endüstri kuruluşlarıyla batıdan yığın hâlinde aydın ve işçi göndermek ve Türkçeyi yaymak için gereken kültür propaganda tedbirlerini almaktan başka çare yoktur.”
…
“Şimdi de Adalet Partisi hükûmeti aynı yoldadır. Fabrika, baraj, yol, okul, hepsi iyi… Fakat manevi yükselme? Millî ülküyü tahribe çalışan öğretmenler, millî yapıyı yıkmaya çalışan kitaplar, piyesler, filmler ne oluyor? Bunlar arada bir görülen nesneler de değil. Sistemli ve ısrarla boyuna devam ediyor.
Hükûmet, seçim kanunundaki millî bakiye usulünü değiştirmek gibi kendine hemen hiçbir faydası dokunmayacak konularla uğraşacağına Anayasa’nın aksayan tarafları dâhil bütün kanunların gediklerini tıkayacak hayırlı teşebbüslere girişse, diğer partilerin güvenilen unsurlarıyla da iş birliği yaparak Türkiye’yi millîleştirse olmaz mı?
Türkiye baştan başa millîleşmezse ilerde yeni bir parçalanmanın daha şartları hazırlanıyor demektir. Osmanlı diye kendimizden asla ayırmadığımız Arnavutlar ve Araplar Balkan ve Birinci Cihan Savaşları’nda bize ihanet ederek, ordumuzu arkadan vurarak ayrıldılar. Petrol bölgelerimizde gözü olan devletler şimdi de Kürtlere aynı rolü oynatmak istiyorlar.
Bu ciddi bir tehlikedir ve Türkiye’de Kürtçülük yaparak devleti ve milleti bölmeye çalışmak düpedüz vatan ihanetidir. Bunlar en sert şekilde ezilmelidir. Sosyalizm ve sosyal adalet maskeleri altında Moskofçuluk yaparak Türkiye’yi kızıllara katmak isteyenlerle bunlar aynı yön ve aynı doğrultuda yürüyen hainlerdir, bunlara karşı devlet, hükûmet, millet, üniversiteler, savcılar, adliye, basın, partiler, gençlik, öğretmenler, dernekler, sendikalar hep birden uyanık ve çok titiz bulunmaya mecburdur.
Memleketi parçalamak isteyen, Kürt devleti kurmak için Kürtçülük yapmak isteyenlere karşı millî birliğimizi savunarak uyarma görevimi yaptığım için 1-3 yıllık hapis isteğiyle mahkemeye verilmemi şahsıma yapılmış bir teşekkür sayıyorum. İnsanları 1944’ten beri layık oldukları şekilde değerlendirmiş olduğum için başka bir şey de beklemiyorum.
Türkiye’ye çıkarlarımla değil, yalnızca atalarımın kanı, millî ülkü ve şerefimle bağlı olduğum için millî bir tehlikeyi önlemenin yollarını özetleyerek gösterdim.
Bu benim görevimdi. Bu görev sonuna kadar devam edecektir.[11]
“Türk, vazife için yaratılmıştır. O vazife kâinat güzelleştiğinde biter.” diyen bu sınır tanımaz ülkü adamı; Osman Fikri Sertkaya’ya göre şair, romancı ve tarihçi yönlerinin bulunuşu ile Avrupa edebiyatında Walter Scott ve bizde Namık Kemal’e benzetilmiştir. Tarih romancılığına yönelmesinin üç sebebi vardır: Mizacı, ilmî birikimi, şairliği. Millî şuurla yoğrulmuş, engin ve coşkun bir ruha, zengin bir muhayyileye sahip; mevcut küçüklük ve çirkinliklerden mazinin epik ve muhteşem devirlerine kaçmaya meyyal bir mizaç, tarihî roman yazarının önde gelen özelliğidir. Atsız’ın sanatını ve hayatını yoğuran en kuvvetli sebep budur. Bu mizacı; onun hayatının her noktasında görebileceğimiz gibi, “Bozkurtlar”ın başında bulunan “romanın hikâyesi”ndeki bazı cümlelerde de bulabiliriz. Bu mizacın inandığı şeylerden taviz vermeden yaşayan, haşin bir tabiat olduğunu da eklemeliyiz.
Bize göre Atsız, Bozkurtlar’da Bögü Alp, Kürşad, Tonyukuk ve Urungu’yu; Deli Kurt’ta Murat’ı benimsemiş, mizacına çok uygun düşen bu tiplerin şahsiyetlerini, zaman zaman kendi mizacının unsurları ile bezemiştir. Bozkurtlar’da örnek alınacak tipler yaratarak kurtuluşun, gelişmeci bir mantık ile kendine dönüş şuuruna ermek olduğuna inanan bir yeni neslin doğmasındaki ana amillerden biri olmuştur. Eserindeki isimler, yeni neslin bir kısmının öz adı bir kısmının takma adı olurken diğer taraftan “kökü mazide olan ati” olma şuurunu uyandırmıştır. Yaratmanın sırlarından biri olan üslup hususiliği; Atsız’da Türkçeyi çok iyi bilmekten doğan akıcı, ortak bir ifade sahipliği şeklinde ortaya çıkmış ve eserlerinin defalarca basılmasının ve okuyucuyu cezbetmesinin başlıca sebebi olmuştur.
Türk tarihini romanlaştıran Atsız; millî tiplerin şahsında, Türk milletinin hasletlerini işlemiştir. Milletin ölümsüzlüğünü, devletin ebediyen yaşamasını; doğrunun, iyinin, güzelin ve yiğitliğin ölçü olmasını işleyen bu romanlar, Türkçenin haysiyet kavgası verdiği eserler olmak özelliğini de taşımaktadır.[12]
İlk defa 1939 yılında Ateş Çocuklar dergisinde tefrika edilmeye başlanan Bozkurtların Ölümü romanı[13] Cenap Şahabettin’in oğlu ve bazı davalarda avukat olarak milliyetçileri savunmuş olan İsmet Tümtürk tarafından İngilizceye çevrilmiştir. Çi şi-şuay, Kürşad adıyla âdeta yeniden diriltilmiş, Çin sarayını basan Kürşad ve arkadaşlarının adları Cumhuriyet Türkiye’sinde yüzlerce Türk çocuğuna ad olarak verilmiştir. Bozkurtların Ölümü, Köktürklerin mensur destanı olmuştur. Türk destan şairi Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, romanı Bozkurtların Destanı ? adıyla nazma çekmiştir. 639'daki baskın, Kürşad İhtilâli adıyla 1300 yıl sonra büyük bir ün kazanmıştır. Azerbaycan şair ve yazarı Bahtiyar Vahabzade, Bozkurtların Ölümü’nü tiyatro eseri hâline getirmiştir. Eser; Türkiye, Azerbaycan ve Ahmet Yesevi Üniversitesi tiyatrolarında sahneye konmuştur. Nihal Atsız'ın romanı 1990'dan sonra Azerbaycan, Özbek, Kırgız ve Türkmen Türkçelerine aktarılarak bütün Türk dünyasına mal olmuştur. Kürşad ve arkadaşları Türk kültür bütünlüğü içinde ölümsüzleşmiştir.[14]
“Sevgiliden sevgili bir mefkûre vardır.” diyerek ülküyü daima beşerî aşktan üstün tutan Atsız’ın bu mefkûreyi,
Âşık nasıl bulursa iç açan bir serin su
Sevdiği bir güzelin som yalaz dudağında,
Sönecektir bizim de gönlümüzün tamusu
Tanrıların gezdiği yüce Tanrı Dağında.
Şeklindeki şiiriyle Tanrı Dağı’nda sembolleştirmiştir. Atsız’da zaman bir bütündür. Geçmiş, hâl ve gelecek diye parçalanamaz. O şiirlerinde olduğu gibi romanlarında da yalnız bugün değil, mazide ve istikbalde de yaşar. Ruh Adam romanındaki Uygur hikâyesinde Hun hükümdarı Mete zamanında yaşamış bir yüzbaşıyı 10. asırda Uygurlar arasında yaşattığı gibi, 20. yüzyılda Selim Pusat olarak yaşatmaya devam ediyor.
Atsız için maziyi istikbale bağlayan âdeta mücessem bağlar vardır; insanlar birbirine tutunmuş maziden istikbale koşuyor gibidirler. Bozkurtların Ölümü’ndeki “Romanın Hikâyesi” adlı girişte yazar, şu cümleleri kullanır:
“Bir roman ki size 1300 yıl öncesini yaşatacak ve birbiri ardınca sahneye çıkan kahramanlar günümüze kadar gelecek.”
Romanda Kıraç Ata’nın Yüzbaşı Bögü Alp’e söylediği şu sözler de bu devamlılığı ifade eder:
“Adınız unutulmayacak… Bin üç yüz yıllık ölümden sonra dirileceksiniz… Acunun batımına dek adınız gönüllerde kalacak.”
Romanda Bögü Alp ölürken ”Bin üç yüz yıl sonra…” diye mırıldanır.
Görülüyor ki Bozkurtlar’daki yüzbaşı Bögü Alp ile Uygur hikâyesindeki Burkay ve Ruh Adam’daki Yüzbaşı Selim Pusat arasında organik bir bağ vardır. Bunlar hangi çağda yaşarlarsa yaşasınlar aynı insanlardır. Atsız’ın bu düşünüş tarzındaki hareket noktası, kendi şahsiyetiyle mensup olduğu milleti ayırmamasıdır. Milletin her hangi bir ferdi ile milletin “heyet-i mecmua”sı arasında gelişi güzel bir münasebet değil, âdeta biyolojik bir bağ vardır. Fert sonsuzluğa doğru uzanan milletle beraber yaşamaya devam ediyor gibidir. Daha yalın bir ifade ile fert millet, millet fert demektir. Bunu tasavvuftaki “vahdet-i vücut” felsefesine benzeterek “Fertler, milletin tecellilerinden ibarettir.” diyebiliriz. Ferdin devamlılığı ancak milletin devamlılığı ile mümkündür. Buna karşılık fertler de ırmağın damlaları gibi milletin hem terkibini hem de zaman içinde akışını sağlarlar. Bu akış Atsız’a göre “Doğup ölmek… Millet için bunlar bir hızdır.” Yani hayatın esası mücadeledir. Devamlı bir mücadele… Bizzat kendi hayatı da mücadelelerle geçen Atsız için böyle düşünmekten daha tabi bir şey yoktur.[15]
Dili ve dileği Türk ve Türklük olan ulu Türkçünün mücadelesinde doğal olarak dış Türkler yani kendi ifadesiyle yabancı ellerdeki Türklük de ayrı ve mukaddes bir dava olmuştur. Kendini Hun-Macar olarak niteleyen İmre Toth adlı profesöre ithaf olarak yazmış olduğu Kardeş Kahraman Macarlar şiiri[16], bu ülkünün en ileri düzeyde içselleşmiş hâli ve somut ifadesidir. İmre Toth, dış Türklerin âdeta sözcüsü aynı zamanda yurdun en ücra köşelerine kadar giren eserleriyle materyalist görüş karşısında Ülkücü kadrolaşmayı hızlandıran ve yetişen gençliğe ruh ve iman veren İlhan Darendelioğlu’nun Toprak dergisiyle de sürekli iletişim içinde bulunan bir Hunlu idi. Toprak dergisinde yayınlanan bir yazısında şöyle demekteydi:
“Türk Kardeşlerim! Bugün bütün Macarlar murakabeye dalar ve Macar Hürriyet Savaşı’nda kahramanca ölmüş olanların ıstırabını çekerler. Siz de on binlerce gencini Macar vatanı ve dünya hürriyeti için feda etmiş olan kardeş Macar milletini düşününüz! Bugün, kardeş Macar milletinin ve dünya hürriyetinin ebedi şan ve şeref günüdür. Burada bir orta yol yoktur! Ya hürriyet ya da komünist köleliği... Hürriyet isteyen, komünist köleliğini isteyemez! Burada ölüm kalım söz konusudur. 1956’da Macar kardeşlerinizin mertçe döktükleri kan, günden güne olgunlaşıyor, güçleniyor! Bu Macar kanı ile sulanmış çekirdek, meyvesini verecektir. Bunca arzulanan meyveyi, Sovyet esaretine yaşayan Hun-Türk-Macar ulusların ve bütün dünya hürriyetinin meyvesini yetiştirecektir. Türk-Macar kardeşlik sevgisiyle…”[17]
6 Nisan 2014 tarihinde Macaristan’da yapılan seçimler, başta Hüseyin Nihal Atsız olmak üzere Türk milliyetçilerinin attığı tohumların yeşerdiğinin çok bariz göstergesidir. Milliyetçi Jobbik Partisi ise oylarını bir önceki seçime göre 4 puan arttırarak %20,54 oy oranına ulaşmış ve parlamentoda 23 sandalyeye sahip olmuştur.[18] Milliyetçi Jobbik Partisinin oylarını artırması Macaristan’da ve Avrupa’da ırkçılığın yükselmesi olarak yorumlanmıştır. Hâlbuki Jobbik Partisi ırkçı söylemlere sahip bir parti değildir. Macar halkının Hun-Türk köklerine daha fazla vurgu yapıp kendilerini Attila’nın torunları olarak gören Jobbik Partisi’ne yönelik ırkçı suçlaması, Avrupalının asırlardır bilinçaltında tuttuğu Türk korkusunun dışavurumundan başka bir şey değildir. Jobbik Partisi, Filistin halkının haklı mücadelesine destek verdiği için de Yahudi karşıtlığıyla itham edilmiştir.[19] Ayrıca Azerbaycan topraklarının %20’sinin Ermenistan işgali altında olmasını kabul edilemez bularak konuyu hem Macaristan hem de Avrupa Parlamentosunun gündemine getirmiştir. Ermenilerin Hocalı’da yaptığı katliamın soykırım olarak tescil edilmesini parlamentoya taşıması da Azerbaycan başta olmak üzere bütün Türk dünyasının takdirine mazhar olmuştur.
Macaristan seçimlerinin Türkiye açısından da önemi bulunmaktadır. Avrupa Birliği üyelik sürecinde Türkiye’ye en güçlü destek Macaristan’dan gelmektedir. Hazar doğal gazının Türkiye-Balkanlar-Macaristan üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması da enerji politikaları açısından Macaristan’ı Türkiye için önemli hâle getirmektedir. Türkiye ile Macaristan arasındaki ticaret hacmi son on yılda dört kat artarak 2 milyar dolar civarına ulaşmıştır. Türkiye ile Macaristan NATO üyesi iki ülke olarak birbirini stratejik ortak olarak görmektedir. Son yıllarda Türkiye’den Macaristan’a yükseköğrenim almak için giden gençlerin sayısında bir artışın olduğu da dikkati çekmektedir.
Hem Avrupa’yı hem de Asyalı Macar ve Türkleri rahatlatacak en iyi çözüm, Atlantikçi jeopolitikten ayrılarak yeni bir yol bulmaktır. Bunun için gerek Macar gerek Türk gerekse diğer bozkır kökenli halkların entelektüellerinin vazifeleri, bu yolun sistemini oluşturmak olmalıdır.[20]
Atsız’ın Türkistan Türklüğünün son yüzyıldaki birkaç önemli isminden biri olan Hızırbek Gayretullah’la da arası iyiydi. Kardeşi Nejdet Sançar’ın cenazesinde tek Türkistanlı olarak o bulunuyordu. Gayretullah, Atsız hakkında şunları söylemektedir:
“…Atsız Beğ, Türk’ün âşığıydı. Nerede bir Türk varsa ona yakin olmak, derdine derman bulmak isterdi. Onlar hakkında en keskin, tavizsiz yazılar yazar, meselelerine açıklık getirirdi. Son yıllarda artık Atsız Hoca ile fikrî düzeyde konuşacak, tartışacak duruma ermiştim. Söylenen her şeyi büyük bir ciddiyet ve nezaketle dinlemek, onun en karakteristik özelliğiydi.
Böyle bir sohbetimizde, söz Türkistan’a gelmişti. Ben, Türkistan’in Moskof ve Çin belasından kurtulmasının çok zor olduğunu, milletimizin elli yıllık komünizm devrinde asimileye uğradığını, bir elli yıl daha geçerse, Orta Asya Türklüğünün sosyolojik yapısında çok derin tahribatlar olacağını dile getirmeğe çalışıyordum. Atsız Hoca, benim bu düşünceme katılmıyor, Türk’ün cevher-i asliyesindeki gücün, bu tip suni tahribatlara bağışıklı olduğunu, ancak Orta Asya Türklüğünün kaderinin gene Türkler tarafından çizileceğini vazıh bir dille izah ediyordu. Fakat tek korkusu, Türkler arasında birlik ve beraberliğin olmaması idi. Birçok dış Türk’ü tanımıştı. Bunların çoğu kendi nefsani hislerinin kurbanı kimselerdi. Orta Asya Türklüğünü tek bir millet değil de kabile obasında görenler, hatta aşiret şuuruna erdirmeyenler bile vardı. İşte Atsız Hocaya göre bu çizgide olanlar, Orta Asya Türklüğünün geleceği için tehlikeli kimselerdi. Bunu da genç Türkistanlı kuşak olarak bizlerden ve Türkçülerden istiyordu.
Atsız Beğ’den, birkaç idealist dış Türk’ten başka, o diyarların sultanları olduklarını söyleyenler (!) pek hoşlanmazlardı. Bilirlerdi ki Atsız, davada taviz kabul etmiyor ve tavize yanaşanları da affetmiyordu. Bu bakımdan belirli mihrakların izdüşümünde olan sözde de Türk temsilcileri Hocayı pek aramazlardı.
Kardeşi Nejdet Sançar’ın cenazesinde, benden başka bir Türkistanlı görememiş olmalı ki kabir başından ayrılırken, ‘Hızırbek, sağ ol. Bütün Türkistan’a sen yetersin.’ demişti. Bu söz, hâlâ kulağımda çınlayan bir seda, yüreğimde bir buruk acıdır…”[21]
Ağustos 2012’de aramızdan ayrılan Altan Deliorman’a (Atsız’ın öğrencisi) göre Türklüğün yüce burcu, eğilmeyen, bükülmeyen, kırılmayan Atsız, 11 Aralık 1975’te ecele (ve galiba sadece ona) yenilmiş ve uçmağa varmıştır.[22]
ATSIZ Tanrı Dağı’nda
(Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU)
Burada baş sağlığı, orada gözler aydın;
İki ayrı dünyada iki ayrı tören var.
Tanrı katından gelen bir yüce buyruk üzre,
Aramızdan ansızın çadırını deren var.
Orada ecdat ruha şadümanlık içinde
Burada tamu içre gönüllerde boran var.
Eksilmiş bir yanımız; çarpılmış gibiyiz hep
Tanrı korusun, sanki Bozkurtluğa kıran var.
Yukardan gök mü bastı; altta yer mi çöktü ne?
Kimsede ağız, dil yok; gözleriyle soran var.
Buradan uğurlarken onu binlerce Bozkurt
Orada karşılayan binlerce Alp-Eren var.
O gün Tanrı Dağı’nda tan ağardığı çağda,
Dediler Oğuz Han’ın otağına giren var.
Ve Tanrı-Kut Mete’nin huzurunda Atsız’ı
Kür Şad’la Kül Tigin’le diz vururken gören var.
Töredir; konan göçer, doğan gün batar elbet
Tanrı zeval vermesin devlet, din ve Kura’an var.
Dayanılmaz olsa da Atsız’lığın acısı
Ulu Tanrı’ya şükür yine toy var, Turan var.
* Ardahan Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Okutmanı.
[1] Osman Fikri Sertkaya, Hüseyin Nihal Atsız Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 2014, s. 46
[2] Sadettin Gömeç, “Türk Tarihinin Kahramanları: 59- Nihal Atsız”, Orkun, Sayı 123, İstanbul, 2008.
[3] Altan Deliorman, Atsız Hayatı Görüşleri Düşünceleri, Ankara, 2013, s. 160.
[4] Yıldız Akpolat, Türkiye’de Milliyetçiliğin Sosyolojisi, Erzurum, 2008, s. 39-40.
[5] Selim Yıldız, Tarihe Şerh Düşenler ve Şerh Olup Tarihe Düşenler: Türk Milliyetçileri ve Fikir Mücadeleleri, Devlet, 11/451, Ocak-Şubat 2014.
[6] Hayri Yıldırım, Son Türkçü Atsız, İstanbul 2013, s. 10.
[7] Nihal Atsız, Kürtler ve Komünistler, Ötüken, 1966, Sayı: 28.
[8] Nihal Atsız, Ötüken, 7 Mart 1964, Sayı: 109.
[9] Selim Yıldız, Güneyli Yiğit İlhan Egemen Darendelioğlu ve Siyasi Mücadelesi, Ankara 2013, s. 57.
[10] Nihal Atsız, Ötüken, Eylül 1967, Sayı: 45.
[11] Nihal Atsız, Konuşmalar III, Ötüken 1967, Sayı: 43
[12] Osman Fikri Sertkaya, age., s. 52-75.
[13] Altan Deliorman, age., s. 77.
[14] Ahmet Bican Ercilasun, Türk Dili Tarihi, Ankara, 2004, s. 94.
[15] Osman Fikri Sertkaya, age., s. 123-127.
[16] Kardeş Kahraman Macarlar şiiri:
Akıttılar yine kara toprak üstüne
Kahraman Macarlar şanlı Turan kanını!
Yazdılar yeniden Tarihe en şerefli,
Yiğitlik Destanını!
Yurt için ölümdür, en güzeli ölümün,
Ölümler yaşatır bir ırkın vatanını.
Arpad'ın Milleti elbet öldürülemez,
Verse de bin canını!
Bataklık Milleti Moskof sürülerine!
Gösterdi Macarlar Turanlılık şanını!
Binlerce öldüler... Ölmek yenilmek değil,
Yüceltmektir Şanını!
[17] Toprak, Sayı:3-4, Mart-Nisan 1971, s. 7.
[18] http://politikaakademisi.org/macaristan-genel-secimleri-ve-jobbikin-yukselisi/
[19] Ateş Uslu, Macaristan’da Milliyetçilik ve Turancılık: Jobbik Örneği, 21. Yüzyıl, Sayı: 62, 6 Şubat, s. 67-72.
[20] http://www.21yyte.org/tr/arastirma/macaristan/2014/05/12/7584/turan-kurultaylari-ve-macaristan-secimleri
[21] http://www.nihal-atsiz.com/yazi/atsiz-hizirbek-gayretullah.html (Orkun Dergisi, Sayı: 10, Aralık 1998)
[22] Bkz. Toprak, Nihal Atsız Özel Sayısı ( Sayı: 24), Aralık 1975, Sayı: 24, s. 5.