SANA DÜN BİR TEPEDEN BAKTIM AZİZ İSTANBUL

23 Haziran 2021 17:00 Prof. Dr.Temel ÇALIK
Okunma
3504
SANA DÜN BİR TEPEDEN BAKTIM AZİZ İSTANBUL


SANA DÜN BİR TEPEDEN BAKTIM AZİZ İSTANBUL

 

Prof. Dr. Temel ÇALIK
Dr. Emre ER

 

 

          Yedi tepesini, Haliç’ini ve Boğaziçi’ni tevekkülle temaşa edene, cemal isminin tecelli ettiği bir mekân idraki dersi;Tarihî Yarımada’nın, Eyüp’ün, Galata’nın ve Üsküdar’ın sokaklarında yürüyene bir tarih idraki dersi; yeni gelişen semtlerindeki insan dokusunu anlamaya çalışana bir kültürel sosyoloji dersi verir… Aziz İstanbul.

Yedi iklimden gelen insanı barındıran, görkemli imparatorluklar şöyle dursun medeniyetlerin yeşermesi ve kendi yolunu bulup çağlaması için âdeta yol açan mübarek bir şehirse söz konusu olan elbette ne edebiyat ne de tarih bigâne kalamayacaktır bu duruma. Geçmişten bugüne İstanbul denildiğinde belki de akla ilk gelmesi gereken hangi İstanbul sorusudur? İki selvi bir akasya veya asma ile Ahmet Hamdi’nin İstanbul’u mu; yoksa güzelim baharında bile yükselen ter kokuları ile Orhan Veli’nin mi; sade bir semtini sevmek bile ömre değer diyen Yahya Kemal’in mi yoksa. Güneşi ve ayı dahi İstanbullu yapan Necip Fazıl’ın mübalağası bir yana, cümle musluklarından süt akıtarak direklerinde gülleri tomurcuklatan Bedri Rahmi’ye ne demeli? Cahit Sıtkı’nın bahar sarhoşluğuna İlhan Berk’in hüzünle ağlayan Ayasofya’sını; Turgut Uyar’ın birgün sabah sabah kapıyı vurma telaşına, Sezai Karakoç’un denizin kentini ateşe vermesini birlikte hissedince belki de İstanbul anlaşılabilir gerçekten. Atilla İlhan’ın İstanbul ağrısında sitem, Özdemir Asaf’ın Boğaz gezintisinde hüzün ve Âşık Veysel’in sevgisini içinde sakladığı bir tutku olarak İstanbul belki de edebiyattan daha ağırdır. Bu yüzdendir ki bazı şehirlere edebiyat ancak misafir olabilir, ne ki İstanbul söz konusu olduğunda sanatın ve düşüncenin şehirle âdeta uyumlu ve ahenkli bir raksı tamamlamak için çaba sarf etmesini duymak için bir çift kulaktan fazlasına ihtiyaç vardır belki de.

Nedim’in İstanbul’a ilişkin meşhur kasidesi ise muhtemelen diğer bütün şairleri ve şehirleri kıskandıracak türdendir:

Bu şehr-i İstanbul kibî-misl ü behâdır

Bir sengine yekpâre acemmülkü fedâdır.

Bir gevher-i yekpâre ikibahr arasında

Hurşîd-i cihântâb iletartılsa sezâdır

Kâlâ-i maarif satılırsuuklarında

Erbâb-ı hüner, maden-iilm-i ulemâdır.

Altında mı, üstünde midircennet-i ala

El- Hakk bu ne hâlet, bune âb-ı hevâdır.

 

İstanbul’un adına şiirler yazan sadece yakın dönem şairlerimiz değildir elbette. Henüz milattan önce Moiro bereketli üzüm dallarına hayran kalmış, İmparator Iulianus ise şehrin seslerine ithaf etmiştir kelimelerini. İstanbul’un Fethi’nden sonra Avni mahlasıyla Fatih Sultan Mehmed tarihe not düşmüştür kutlu şehrin fethini:

Feth-i İstanbûl’a fursat bulamadılar evvelûn

Feth edüp Sultan Muhammed dedi târih: âhirûn

 

Divan edebiyatında ise nice gazeller, kasideler, şarkılar vekıtalar dost meclislerinden taşarak mekân ve zamanı aşıp bizlere ulaşmıştır.Zamanı hükümsüz kılan bu kültür mirasının aktarımında üstatların öncülüğünde sanat-edebiyat sohbetlerinin yapıldığı Mahmutpaşa Kahvesi’nin; Mütareke yıllarında bile genç şair ve yazarların ortak adresi olmaya devam eden İkbal Kahvesi’nin; anlaşılması zor manzumları yorumlanarak edebiyatın kıymetinin bilindiği ve tarihte kitap ve dergilerin dağıtım merkezi olarak da kullanılan kıraathanelerin; akademisyen, yazar ve araştırmacıların sohbetler ettiği ve el yazmalı kitaplarla dolapları dolup taşan sahafların, kitabevlerinin; kimi zamanda fonda çalan musiki eşliğinde kendi yazdıkları şiirleri misafirleriyle paylaşan şair, yazar ve edebiyat meraklılarının evlerinin de bu miras aktarımındaki yerinin önemini unutmamak gerekir…

Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre İstanbul özellikle de Boğazkendi başına insanı sanata sevk eden bir güzellik taşımaktadır. 17. yüzyıldaBeşiktaş’ta yaşadığı rivayet edilen Nedim, bu sanatsal manzara karşısındaİstanbul’u bütün Acem mülküne denk görmekte hatta cennetin yeryüzünde olsa olsaİstanbul’un altında ya da üstünde olması gerektiğine kanaat getirmektedir.Napolyon ise abartılı sözcüklerden tasarruf ederek “Eğer dünya bir ülke olsaydıbaşkenti İstanbul olurdu.” ifadesiyle hayranlığını açık etmiştir. “İstanbul’dayaşamak ile İstanbul’u yaşamak arasında bir fark vardır ve bu farkı bilmeyenlerİstanbullu olamaz.” sözleri ile Mario Levi, mekânda yaşamak ile onu hissetmekarasındaki derin farkı vurgulamaktadır. Mekân, sanatçının ruhunu etkilerkensanatçı da şehri bazen sadece tasvir ederek bile etkilemeyi başarır. Bunedenledir ki hem edebiyat mekânı ve zamanı değiştirir hem de zaman ve mekân edebiyatı tanzim eder. Şüphesiz İstanbul’da insanı kendisine hayran bırakan birdoğa, etkisi altına alan bir tarih ve hayatını kuşatan bir manevi ruh vardır. Bu ruhki hem cemiyeti oluşturacak fertleri kucağında bir bebek gibi büyütmüş hemde cihanı yerinden oynatacak biçimde devri âleme yön vermiştir. Söz gelimi “Cümleye malum olduğu üzere…” diye başlayan ve bir devrin başlangıcını ilan eden Tanzimat Fermanı’nın yüksek sesle okunduğu Gülhane Parkı, İncili Köşkü, merdivenleri ve uzun bir süre devam eden kutlama geleneğinin yanı sıra, asırlık çınarlarının altında bir adam boyu gölgelik arayanların tedirginliklerini de içine hapsetmiştir.

Sadece şehri kuşatan devasa eserleriyle değil bazen küçükama anlamlı detaylarıyla da bir büyük anlatının İstanbul’da devam ettiğini görmek mümkündür. Küçük köşe başları, çıkmaz sokakları, duvarları, sütunları, kokuları ve sesleri ile âdeta talibini bekleyen bir ilimdir İstanbul. Ahmet Hamdi’nin deyimiyle “Büyük eserler ona uzaktan görülen yüzünü verirler; ikinciler ise onu çizgi çizgi işleyerek portrenin içini dolduran, büyük tecridin kurduğu çerçeveyi bin türlü psikolojik hâl ile yaşanmış hayat izleriyle tamamlayan eserlerdir. Şüphesiz bunlarda da asıl öz yine mimarlığındır. Fakat bu mimarlık Bayezid, Süleymaniye, Ayasofya, Sultanahmet, Sultan Selim yahut Yeni Cami gibi etrafındaki her şeye kendi nizamını kabul ettiren bir saltanat değildi: Bunlar şehrin mahremiyetinde âdeta eriyip ona karışmış hissini veren küçük camiler, medreseler, büyüklerin yanındaen mütevazı nispetlerine indirilmiş çeşmelerdir ve zaten kendileriyle değil içlerine girdikleri terkipler güzeldirler.” Mütevazı ile ihtişamlı, küçükile büyük, kara ile su, acı ile tatlı sanki İstanbul’da iç içe geçmiştir.

 

          "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!/ Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.’/  Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!/Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer." gibi unutulmaz mısraların yazarı Yahya Kemal, şiirlerinde İstanbul ve semtlerini sıkça kullanmıştır. Onun için İstanbul, maddi ve manevi birçok unsuru barındıran, bizi biz yapan Türk-İslam kültürünün temsilcisidir. İstanbul’a bakınca yalnız o günkü hâlini görmez. O, herhangi bir semti gezerken, tasvir ederken, o yerin, fethinden beribütün tarihini ve hayatını yaşar. Bu durumu aşağıdaki mısralarında ne güzeldile getiriyor.

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,

Tanburi Cemil Bey çalıyoreski plakta.

Birdenbire mesudum işitmek hevesiyle

Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle.

 

Orhan Veli ise, İstanbul'u Dinliyorum adlı şiirine; “İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı,/

Önce hafiften bir rüzgâr esiyor,/Yavaş yavaş sallanıyor.../ Yapraklar, ağaçlarda.” sözleriyle başlar;“Dudakların ıslak mı, değil mi, biliyorum;/ Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından,/ Kalbinin vuruşundan anlıyorum;/ İstanbul'u dinliyorum.” sözleriyle bitirdiği şiirinde, sanki bir rüya âleminde yaşıyor gibi…

Şehir ve kentlerin medeniyet üretme üzerinden açıklandığı yaklaşıma göre kentler erkek, şehirler dişi karakterleriyle öne çıkmaktadır. Dişi karakter ile medeniyet üretme, kendini ve yaşadığı mekânı olduğu şeklinden farklı bir hâle dönüştürme ifade edilmektedir. Devlet, bürokrasi, düzen ve kontrol ise erkek karakter olarak kentlerde aranan niteliklerdendir. Bu sınıflamaya göre Petersburg, Barcelona, Paris ve İstanbul dişi karakterli şehirlerdir. Bunagöre İstanbul medeniyet doğuran ve kültür yetiştiren bir anne olarak görülse yanlış olmaz.

 

İstanbul’un Efsaneleri:Efsane İçinde Efsane

 

İstanbul’a dair birçok efsaneden bahsedilir. Yaygın olarak bilinen bir efsaneye göre İstanbul’un kurucusu Yunanistan’ın Megara kentinden genç Byzas etrafındakilerle birlikte bölgedeki baskılardan kurtulmak ve yeni bir şehir kurmak suretiyle özgürlüğünü ilan etmek için yola çıkmıştır. Meşhur bir kâhine şehri nereye kuracağını danışır ve kâhin şehri kuracağı yerin körler ülkesinin tam karşısında olacağı kehanetinde bulunur. Byzas körlerin yerleştiği bir yer bulmak umuduyla yola çıkar ancak tüm çabasına rağmen körler ülkesi diyebir yer bulamaz. Günümüzde Sur İçi olarak anılan yerde mola vermek için durdukları bir deniz kıyısında karşı sahile bakar ve düşünür: “Bu insanlar körmü? Burası varken orada oturulur mu?” Kâhinin sözleri aklına gelir ve şehri tamda bulunduğu yerde kurmaya karar verir. Karşı kıyıda yer alan şehir “Khalkedonia” yani bugünkü adıyla Kadıköy’dür. Efsanelerin en yaygın olduğu alanlardan birisi de mimari eserler ile ilgili olanlardır. Rivayete göre Mimar Sinan, Süleymaniye Külliyesi’nin temelini attıktan sonra, temelin oturması ve sağlamlaşması için tüm inşaat çalışmalarını durdurmuş ve bir yıl kadar beklemiştir. İnşaatın durduğu haberini alan Safevi Şahı Tahmasb, kendine rakip gördüğü Kanuni Sultan Süleyman’ı küçük düşürmek istemiş ve padişaha inşaat tamamlanabilsin diye bir sandık dolusu hazine göndermiştir. Ancak efsaneye göre, Şah’ın bu yaptığına çok sinirlenen Sultan Süleyman, Mimar Sinan’agereğinin yapılmasını buyurmuş ve Mimar Sinan da gönderilen bu hazineyi, Safevi elçisinin gözü önünde, bir toz hâline getirterek Süleymaniye’nin inşaat harcına katmıştır. İstanbul’un altındaki tünellerden, Kız Kulesi’ne, Ayasofya’dan, Çemberlitaş’a ve nihayet meleklerin inşa ettiği rivayet edilen surlara kadar oldukça geniş bir alanda efsanelere rastlamak mümkündür. Dikkat edileceği gibiyerin altına veya üstüne ilişkin anlatılan efsanelerin genellikle mimari eserlerin erişilmez güzelliklerinden hareketle türetildiği anlaşılmaktadır. Dünyada adına ansiklopedi yazılmış ikinci şehir İstanbul’dur. 1937 yılında Londra için William Kent tarafından hazırlanan ilk şehir ansiklopedisinin ardından 1944 yılında Reşad Ekrem Koçu tarafından hazırlanmaya başlanılan ancak tamamlanamayan ansiklopedi bir bakıma şehrin kütüğünü oluşturmayı amaçlamıştır. Eser kapsamında şehrin önemli isimleri, sokakları, yer adları, tarihî ve doğal güzellikleri ile sosyal hayata ilişkin önemli ipuçları sunulmaktadır. Öyle ki şehrin silüeti,ana caddeleri, hareketli sokakları, meydanları ve çeşmeleri bir yana kuytu sokakları, izbeleri ve az bilinen yerleri ile ilgili oldukça detaylı ve doyurucu bilgiler bu eserde okuyucunun ilgisine sunulmuştur. Örneğin eserde yeralan Abbasağa Kuytu Sokağı maddesinde “Beşiktaş merkez nahiyesinde Türkali ve Abbasağa Mahallesi hududunda Maşuklar Sokağı ile Loşbahçe Sokağı arasındadır; bir sırt üzerinde her iki başından yokuş birsokaktır. Kaba taş döşeli yaya kaldırımlı iki araba geçecek kadar geniş bir sokaktır. Maşuklar sokağı kavşağından girerken sağ köşede metruk Rum Mezarlığı vardır, sol tarafta büyük, kâgir temiz evler sıralanmıştır. Bu kavşağın karşısında Belediyenin yeni tanzim ettiği yeşil saha bulunmaktadır.” ifadeleriile İstanbul’un fazlaca bilinmeyen bir bölgesi ile ilgili tasvirler yer almaktadır. Eserde yer alan maddelerde aynı zamanda İstanbul’un belirli bir dönemine damga vuran lüks düşkünlüğü şu şekilde anlatılmıştır: “Öteden beri herkes iradına göre tasarruf ederdi; alafranga hane ve sahilhane tecemmülatı yoktu. Abdülmecid’in saltanatı başlarında Mısırdan İstanbul’a pek çok paşa, beyler ve hanımlar hicret ettiler. Gayet yüksek pahalarla konaklar ve yalılar satın aldılar, alafranga eşya ilesüsleyip döşediler, bol bol paralar sarf ve israf eylediler, sefahat kapılarını açtılar. İstanbul’un vükela haremleri, Mısırlı Mehmet Ali Paşa kerimesi Zeynep Hanım’ı taklide kalkıştılar. Mesela Sadrazam Ali Paşa’nın dairesi ayda 4.000 altınavardı. Sadaret maaşı paşaya yetmez oldu. Sultanlar ise hesapsız masraf etmeğe başladılar; maaşlarıyla idare olunmayıp borca battılar. Bu yüzden sarayı hümayunun üç yıl içinde 3 milyon kese akçe boru çıktı.”

İstanbul’a yazılı şahitlik eden bu ansiklopedinin günümüzde tamamlanmasına ve dijital ortamda erişime açılmasına yönelik devam eden çalışmalar şehrin hafızasının gelecek kuşaklara aktarılması bakımından ümit vericidir.

 

Tarihte İstanbul Tasvirleri

 

           İstanbul doğanın nurunu ve ruhunu barındırır. Ona hangi açıdan bakarsanız bakın gözünüz yorulmaz. Anasırı erbaa İstanbul’da, başka hiçbir mekânda görülmeyecek bir ahenkle buluşur. Su ile toprak; Boğaziçi, Tarihî Yarımada ve Haliç üzerinden… Toprak ile hava bir inci gibi dizilen tepeler ile gökyüzü arasındaki temas üzerinden ilahi bir buluşma gerçekleştirir. Bu üç unsurun en güzel görüntüleri de şafak ve gurup vaktinde ortaya çıkar... Dördüncüsü ise, ateşin kaynağı güneşin devreye girmesiyle vukubulur. İstanbul'a ait tasvirler geçmişten itibaren hem tasvir edenin dünyayı algılama biçimi ile hem de İstanbul’a her bakışta ondan alınan farklı lezzet ile yakından ilişkilidir. Kısaca dile dökmek gerekirse; ruhuyla insanı derinden etkileyen bu şehre dair yapılan nice betimlemeler, teşbihler ve anlatımlar eşi benzeri bulunmayan pastoral bir tabloyu gözler önüne sermektedir… Tanzimat Dönemi ile beraber ilk örnekleri ortaya çıkan yeni Türk edebiyatı eserlerinde yazarların bulundukları çevreyi oldukça çeşitli yöntem ve ifadeler kullanarak anlatmaya başladıkları bilinmektedir. Bu durum özellikle toplumdaki dönüşümün konuşulan kelimeler, kıyafet biçimleri ve evhayatı gibi değişkenlerin yanı sıra sokakların görünümü, toplumsal buluşma mekânları gibi şehrin özellikleri ile de yakından ilişki içerisinde olmasıyla ilgili sayılabilir.

Ahmet Mithat Efendi’nin İstanbul tasvirlerinde geleneksel değerlerin korunmaya çalışıldığı mekânlar ile hızla Batılılaşma sürecinde Avrupai hayat tarzının kabul gördüğü mekânlar arasındaki gerilim konu edilmektedir. Namık Kemal de benzer bir koruma anlayışı ile eserlerinde İstanbul’daki toplumsal gerçeklikleri tasvir etmekten kaçınmaktadır. Söz gelimi eserlerinde İstanbul’un eskide kalmış ve korunduğunu düşündüğü tarihî ve doğal güzelliklere yer verilirken toplumsal hayat vurgusu daha zayıf kalmaktadır. Bu durum sanatçıların değiştirmeye güçlerinin yetmediği siyasal ve toplumsal yapıya ilişkin eserleriyle kayıt altına aldıkları bölümü üzerinde hâkimiyet sağlamaya çalıştıkları şeklinde yorumlanabilir. Ahmet Rasim’in İstanbul’unda mahalle hayatının bütün inceliklerini görmek mümkündür. Mahalleler ile evlerin avlularını sınırlandıran geniş kapıların yanı sıra sokak hayatının bütün gizemi onun eserlerinde yer almaktadır.  Edebiyatın satır aralarına gizlediği İstanbul’un sokaklarında Namık Kemal heyecanıyla gezerken; Abdullah Cevdet’in İçtihad’ındaki tartışmalara kulak kabartır, Ahmet Mithat Efendi’nin bastonunun tıkırtılarını işitiverirsiniz… Sait Faik’in anlattığı İstanbul’da ise insanların gerçek ihtiyaçları, beklentileri, umutları ve hüzünleri bütün samimiyetiyle yer bulmuştur. Bu açıdan değerlendirildiğinde İstanbul geçmişte kalmış bir nostalji olmaktan çıkartılıp yaşayan yönleriyle yeniden ele alınmıştır. İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehridir İstanbul, hava ısınınca deniz kenarları insanla dolmaktadır. Halit Ziya Uşaklıgil’in eserlerinde Boğaz’ın ve Haliç’in eşsiz deniz manzaralarından ve İstanbul’un sanat ve kültür dolu semtlerinden büyük bir tutkuyla bahsedilir. Mehmet Rauf’un alafranga hayattarzını öne çıkardığı Eylül eserinde yazar gündelik hayatın ve insan ilişkilerinin değişimini çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır. Hüseyin Rahmi ise Sis isimli eserinde İstanbul’un insanı boğan bir sisli havayla kuşatıldığını ve kirlendiğini vurgulamıştır.

İstanbul bir belirsizlikler şehri aslında. En batıdaki doğu şehri, En ilerideki Müslüman şehir, adı 20. yüzyıl boyunca farklı kültürler tarafından kendine ait sayılarak farklı şekilde anılsa da bugün İstanbul olarak adını tescillemiş yani tekleştirmiş olmasına rağmen çok seslilik oldukça yaygınlaşmış durumda (SALT, ). İlerlerken gerileme, düzenlerken bozulma, hüzünle neşe, sıkışık ama bir o kadar engin aslında İstanbul. Kim bilir, belkide gücünü ve büyüsünü bu ikilemlerden alıyordur…

İstanbul’un karakterinin en güzel yansımalarından biri olan adaları mesela… Adalar, geniş bir coğrafyaya yayılmış olan İstanbul’un özeti gibidir… Güneşli bir günde sanki kulaç atarak gidebileceğini düşünmeden edemez sahilde soluklananlar. Sedef/Terevinthos, Büyükada/Prinkipo, Tavşan/Neandros, Heybeli/Halki, Kaşık/Pita, Burgaz/Antigoni, Kınalı/Proti, Yassı/Plati ve Sivri/Oxia olarak irili ufaklı inci gibi dizilmişlerdir mavi sulara. Herkesin mutlaka bir Adalar seyahati planı vardır bir de bitmek tükenmek bilmeyen adada yaşama hayali. Gezi planı yapmak kolaydır ama adada yaşamayı göze almak oldukça zor. Bu nedenledir ki dünyada deniz ve ada ile irtibatlı az sayıda şehirden biri olan İstanbul’a mesafe olarak oldukça yakın;  bazen de bir o kadar da uzaktır …  Ne ki her ada sakini yalnızlığı, ıssızlığı ve böylece adalılaşmayı göze almadan nasıl ayrılabilir ana karadan. Hadi ayrılmaya yetecek cesareti topladı bu kez İstanbul’un gözleri sürekli üzerinde iken nasıl alnını kaldırıp ufka bakar nasıl nefese alıp verir? Hasılı İstanbul’dan Adalar’ı seyre dalmak güzeldir ama adalı olmak biraz kaderdir belki de. 1950 yılında yayımlanan ve o günlerde İstanbul ile ilgili gerçekleştirilen icraatları içeren İstanbul’un Kitabı’nda yeni açılan yollar ve imar planları gibi belediye ve şehircilik hizmetleri yer almaktadır. Bu kitap aynı zamanda geçmiş ile günümüz arasında kıyaslama yapılabilmesine olanak tanıyan belgeler ve görseller ile ilginç bir İstanbul tasviri sunmaktadır. Kitapta yer alan şu ifadeler İstanbul’un tasvirinin değişmesiyle birlikte kimi sorunlarının değişmeden bir sonraki kuşağa devredildiğini de göstermektedir.

Eskiden Topkapı’da, Merkezefendi Mezarlığı’nın yanından Yeşilköy’deki hava meydanına kadar, ivicaçlı (virajlı) bir yol giderdi. Ankara’dan tayyarelerle bir buçuk saatte İstanbul’a gelenler, Yeşilköy’den bir buçuk saatte Karaköy’e ulaşırlardı.” Günümüzde teknik imkânlar ile geniş yollar ve hızlı araçlar kullanılıyor olsa da nüfus artışı ve araç yoğunluğu ile birlikte ulaşıma ayrılan süre istenilen oranda azalmamıştır. Yine aynı kitapta yer alan “Dün İstanbul için bir Boğaziçi Köprüsü düşünülebilir miydi? Birkaç yıl sonra belki bir tek köprünün de kifayet etmediği görülecektir.” ifadeleri ile ilerleyen yıllarda Boğaz’ın iki yakasının birkaç kez daha bir araya getirileceğ iöngörülmüştür.

 

Sonuç Yerine

Medeniyetlerin beşiği olarak tasvir edilen aziz İstanbul, tarihî birikiminde yoğurduğu sanatı ve edebiyatının zenginliğiyle bambaşka pencereler açmıştır… Bu kültürel kimliğin dışa vurumunu temsil eden İstanbul, Necip Fazıl’ın “Ruhunu eritip de kalıpta dondurmuşlar/ Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.” dizelerinde belirttiği gibi âdeta insan ruhunun toprakta somutlaşmış hâli gibidir… İstanbul’u beden olarak ele alacak olursak Boğaz şehrin gövdesini ikiye böler, bu derin çukurda iki kıtaya ait sular akmaktadır. Bununla birlikte Haliç daha mütevazı bir girinti olarak bu kez aynı yakayı ikiye bölerek kültür ve yaşam biçimlerini ayırmaktadır (SALT,). Ayrılan parçaların birleşmeye çalışması gibi bir arada olan parçalar da zaman içerisinde birbirlerinden ayrılma eğilimindedir. Geceleri uyumayan bu şehirde insanlar köprülerin hakkını vermek amacıyla zamansız yolculuklara çıkar. Günün ve gecenin her saati arzulanan ne varsa bir adım uzakta bulunabilir. Sadece bu durum bile farklılıkların bir arada yaşamasını tercih değil mecburiyet kılmaktadır. İstanbul’da farklılıkların bir araya gelmesiyle oluşan gerilim onu var eden temel dinamik olmuştur. Kültürel birikimini edebiyatın derinliklerine işlemiş olan ve entelektüel hafızasıyla farkını her daim hissettiren İstanbul UNESCO Dünya Mirası listesine dâhil edilen dört büyük bölgesinin yanı sıra Türkiye ve Türk dünyasıi çin ölçülemez bir anlama ve değere sahiptir. Öncelikle fethin sembolü olarak Türk ve İslam dünyasında zafer ile özdeşleşen bu kadar ayırt edici bir coğrafi bölge bulmak zordur. Bununla birlikte İstanbul farklılıkların karşılaşması açısından bir metcezir alanı sayılabilir. İstanbul’un bin yıllara tanıklık eden bu yüzü bizleri ona hayran bırakmaya ve hak ettiği itibarı her zaman ona sunmaya mecbur bırakmaktadır.

 

 

 

 

 

Kaynaklar

Abasıyanık, S. F. (2012).Seçme hikâyeler. İstanbul: İş BankasıYayınları.

Asaf, Ö. (2016). Çiçek senfonisi: Toplu şiirleri.İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Davutoğlu,A. (2016), Medeniyetlerve Şehirler, İstanbul: Küre Yayın.

Derviş, P., Tanju, B. ve Tanyeli, U. (2014). İstanbullaşmak: Olgular, sorunsallar,metaforlar. İstanbul: Garanti Galeri.

Eyüboğlu, B. R. (2017). Dolkarabakır dol: Bütün şiirleri. İstanbul: İş Bankası Yayınları.

Freely, J. (2017). Evliya çelebinin İstanbul’u. İstanbul:Yapı Kredi Yayınları.

Özkaya, C: (Ed.). (2020).İstanbul’un kültürel yüzü. İstanbul: İTO Yayınları.

Kemal, Y. (2017). Aziz İstanbul. İstanbul: İstanbul FetihCemiyeti Yayınları.

Kısakürek, N. F. (2009). Canım İstanbul. İstanbul: Büyük DoğuYayınları.

Koçu, R. E. (1958). İstanbul Ansiklopedisi. İstanbul: TanMatbaa.

Kongar, E. (2019). İstanbul:1940’lardan bugüne, efsaneler, anılar, izlenimler. İstanbul: RemziKitabevi.

https://www.fikriyat.com/edebiyat/

Levi, M. (2010). İçimdekiİstanbul fotoğrafları. İstanbul: Doğan Kitap Yayınları.

Tanpınar, A. H. (2008). Beş şehir. İstanbul: Dergâh Yayınları.

Tarancı, C. S. (1974). Otuz beş yaş. İstanbul: Varlık Yayınevi.

Uygar, T. (2019). Büyük saat: Bütün şiirleri. İstanbul:Yapı Kredi Yayınları.

Ümit, A. (2010). İstanbul hatırası. İstanbul: EverestYayınları.

Veli, O. (2015). Bütün şiirleri. İstanbul: VarlıkYayınları.