TÜRK MODERNLEŞMESİNİN YOL AYRIMI
Prof. Dr. Temel ÇALIK
Dr. Emre ER
Giriş
Bilindiği üzere tarihin en eski antik dönemlerinden günümüze değin uzanan süreçte, ister Batılı ister Doğulu toplumlarda olsun devlet yönetiminde değişik kurullardan ve meclislerden yararlanılmıştır. Yönetme erkinin doğası gereği, hükümdarlar ve yöneticiler doğru karar almak, sorumluluğu paylaşmak, kararı daha geniş toplumsal gruplara benimsetmek, uygulanabilir hâle getirmek ve nihayet onu meşrulaştırmak amacıyla verecekleri kararın ortak akıl sonucu oluşması gerektiğini hiçbir zaman ihmal etmemişlerdir. Türkler, gerek Orta Asya’da gerekse daha sonra kurdukları devletlerde ortak aklı her zaman öne çıkarmışlardır. Modern devleti oluşturan kuvvetlerden yasama, yürütme ve yargıyı Osmanlı İmparatorluğu açısından değerlendirdiğimizde bu kuvvetlerin kullanılmasında mutlak egemenin hükümdar olduğu anlaşılmaktadır. Ancak hükümdarın, uygulamada bu yetkileri Divan-ı Hümayun denilen yüksek bir kurul ile paylaştığı ve onun aracılığıyla yürüttüğü görülmektedir. Aynı zamanda klasik dönem Osmanlı Devleti’nin diğer bir önemli organı da Meclis-i Meşverettir. Bu kurul, Divan-ı Hümayundan farklı olarak kendisine bağlı bürokrasisi olmayan, düzenli ve belirli bir mekânda toplanmayan bir özellik göstermektedir.
Divan-ı Hümayun, düzenli olarak toplanarak devlet içinde yer alırken, Meclis-i Meşveret, imparatorluğun kuruluşundan itibaren olağanüstü dönemlerde ve ancak padişahın hattıhümayunu ile toplanmaktaydı. Meclis-i Meşveret, Divan-ı Hümayundan farklı olarak geniş katılımlı, görevde olan ve emekli devlet adamlarından oluşan bir kuruldu. Divan-ı Hümayun, 17.yüzyıldan itibaren önemini kaybetmeye başlamıştır. Bununla birlikte imparatorluğun sonuna kadar sembolik bir biçimde varlığını sürdürmüştür. Divan-ı Hümayunun önemini kaybetmesinden sonra Meclis-i Meşveret sık sık toplanmaya başlamıştır. III. Selim (1789-1807) ve II. Mahmud (1808-1839) dönemlerinde yapılan ıslahatlar bu Meclisin toplantılarında karara bağlanmıştır.
Türk modernleşmesinin önemli kilometre taşlarından birisi olarak kabul edilen Gülhane Hatt-ı Hümayu’nu veya daha yaygın adıyla Tanzimat Fermanı’nın girişinde “Cümleye malum olduğu üzere… Yüz elli yıldır birbirini izleyen karışıklıklar nedeniyle Kur’an’ın hükümlerinin ve şeri düzenin uygulanmasında karşılaşılan aksamalar nedeniyle zayıf düşüldüğü görülmektedir.” ifadesiyle devletin güçsüz duruma düşmesinde bilhassa kendini oluşturan temel değerlerden ödün verilmesi sorunundan bahsedilmekte ve son bölümünde eski usulün tamamen değiştirilmesi gerektiği belirtilmektedir. Fermanın ilan edildiği 1839tarihi, Türk modernleşmesinin yönünü tayin etmesi bakımından ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
İnsanlık tarihinin, özellikle son üç asrında modernleşme belirleyici rol oynamıştır. Modernleşme, sosyal bilimlerin birçok disiplinine doğrudan ve dolaylı olarak etkilemiştir. Ayrıca, toplumsal dinamikleri etkileme potansiyeli dikkate alındığında, bilimsel ve kültürel çalışmalarda hatırı sayılır bir yer tuttuğu görülmektedir. Bu dönemde, Türk edebiyatının önemli eserleri, Türk modernleşmesini konu almıştır. Benzer şekilde toplumsal katmanlar arasında hâkim olan siyasal ve kültürel düşünce akımlarının sınırları genellikle modernleşmeyi tanımlama biçimleri ve modernleşme ile ilişkileri bağlamında anlam kazanmaktadır. Disiplinler veya dünya görüşleri arasındaki anlayış farklılıkları, üzerinde anlam birliğine varılamamış olması ve kavramın kendisinin zaman ve mekâna bağlı olarak değişen doğası yıllar içerisinde modernleşmeye olan ilgiyi artırmıştır.
Modernleşme ve Anlamı
Modernleşme kavramının kökeni olduğu ifade edilen Latince “modernus” kelimesi, erken dönem Roma İmparatorluğu’nda, Hristiyanların, Paganları tanımlamak için kullandıkları “modo” kelimesinden türetilmiştir. Bugünkü anlamından farklı bir biçimde modo, zaman belirten bir kavram olarak Pagan geleneğinden ayrılmaya işaret etmektedir. İlerleyen dönemlerde 6.yüzyıla gelindiğinde modernus kavramı ile şu anda ve hemen şimdi gibi anlamların kastedildiği anlaşılmaktadır. Bu yönüyle modernleşmede, zamansal bir ayrıma işaret edildiği; geçmişle mevcut zaman arasındaki farklılıklara vurgu yapıldığı ve aynı zamanda değişimin önemsendiği hatırlatılmaktadır. Modern kelimesinin ise tarihte ilk kez 1688 yılında Fransa’da kullanıldığı ve eski edebî kalıpların artık Fransız edebiyatında kullanılmasının yetersiz olduğunun vurgulanması amacıyla ifade edildiği bilinmektedir.
10.yüzyılın eşiğinde ise moderni kelimesi günün adamı anlamında kullanılmıştır. Nihayet 20.yüzyılda çağın önemli düşünürlerinden Baudrillard, moderni, her an değişen bir şey olarak tanımlanmıştır. Tarihsel süreç içerisinde kavramın etimolojik köken olarak gelişimi de dikkate alındığında modernleşme ile değişme, dönüşme ve bunların sonucunda mevcuttan farklı bir yapıya, içeriğe veya anlama sahip olma durumu anlaşılmaktadır. Sosyal olaylarda değişimin doğası genellikle, mevcut olandan duyulan içsel veya dışsal bir rahatsızlığın etkisiyle şekillenmektedir.
Anthony Giddens’a göre modernleşme ile Avrupa’da başlayan ve devamında dünyanın önemli bir kısmını etkileyen sosyal yaşam ve örgütlenme şekilleri anlaşılmaktadır. Aynı zamanda modernleşme, bütün gelişmekte olan toplumların, Batı toplumlarına benzer aşamalardan geçecekleri anlayışından hareketle oluşturulmuş bir kavram olarak tanımlanmaktadır. Bu yönüyle modernleşme Batı’nın deneyimlerinin zorunlu olarak yaşanmasını gerektiren bir dizi toplumsal değişime işaret etmektedir.
Ortaylı’ya göre modernleşmenin itici güçleri arasında ekonomi, birey ve ulus devlet paradigması etkilidir. Tarımsal ekonomilerden pazar ekonomisine geçiş ile birlikte refahın artması sonucunda bürokrasi, kayıt ve kontrole dayalı bir ekonomik model gelişmiştir. Aynı zamanda gelenek ve dinin yerine akıl ve bireyin tercihleri güç kazanmaya başlamıştır. Bireyin ve devletin değişmesi sonucunda kaçınılmaz olarak, birey-devlet ilişkileri de değişme uğramıştır. Ortaya çıkan yeni ilişki biçimleri sonucunda ulus devlet paradigmasının yükselişinden bahsetmek mümkündür. Yazara göre modernleşme ile bir yandan birey dinsel olanın sekülerleşmesiyle ön plana çıkarken, diğer yandan bürokrasinin ortaya çıkması ile devlet-birey ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına neden olmuştur. Bu yönüyle bireylerin özgürleşmesi ile birlikte devlete ne ölçüde tabi olacakları belirlenmiştir. Birey devlet ilişkileri ve her ikisinin sınırlarının belirlenmesi modernleşme ile olmuştur. Max Weber’in altın kafes olarak tanımladığı duruma göre modernleşme, ulus devlet ve bürokrasi olmaksızın düşünülemez.
Modernleşme öncesinde düzeni Tanrı’nın belirlediği kurallar sağlamaktaydı. Modernleşme ile Avrupa’da bireyler arası ilişkileri ve devletlerin yetki ve sorumluklarını karşılıklı sözleşmeler belirlemeye başlamıştır. Bu durum din, birey ve devlet üçlemesinde güç, yetki ve sorumlukların yeniden tanımlanmasını gerekli kılmıştır. Modernleşmeye geçiş sürecinde bireyin ve devletin birlikte güçlenmesi ilk bakışta bir çelişki gibi görünse de modernleşme ile birey insani, ahlaki, vicdani ve bilimsel düşünme ve tercihte bulunma imkânı kazanırken; devlet ise kontrol mekanizmalarını rasyonel bir zeminde çeşitlendirmeye ve denetlenebilir olmaya başlamıştır. Modernleşmenin dört ayağı olarak görülen iş bölümü ve dayanışma, akılcılaşma, farklılaşma ve evcilleşme açısından değerlendirme yapmak gerekirse birey ve devlet geri dönülemez bir biçimde değişime uğramıştır. Modern öncesi dönemde eğitim kilise eliyle gerçekleştirildiği için bireyler dindar olmasalar bile bakış açılarını önemli ölçüde dinin belirlediği söylenebilir. Ancak modernleşmenin ilerlemesi ile dinin rolünün geri plana düştüğünü söylemek yanlıştır. Modernleşmeyle birlikte din, bireylere yüklediği sorumlulukların bir kısmını devlet ve diğer toplumsal örgütlerle paylaşmıştır. Bu durum aynı zamanda bireyleri dinin doğru anlaşılması bakımından daha fazla inisiyatif alma ve üzerinde kafa yorma gerekliliğini getirmiştir.
Modernleşmeyi birçok katmandan geçen bir piramide benzeten Şerif Mardin’e göre modernite, bir topluluğun kendi ürünlerini başkalarına bakmadan kendinden üretmesi şeklinde özetlenmektedir. Bu yönüyle modernleşmenin güncel anlamına vurgu yapılmakta ve toplumların modern olmasıyla elde edilecek nihai hedefler ifade edilmektedir. Aynı zamanda modernleşmenin kendisi de bir değişim ve dönüşüm geçirdiğinden, çok katmanlı ve doğrusal olmayan bir süreçten bahsetmek mümkündür. Bu bağlamda moderrnitenin ne zaman başladığı çoğu zaman tartışmalıdır. Zira tanımın yapıldığı zaman, mekân ve bağlama dayalı olarak ve daha da önemlisi referans alınan tarihî kırılma noktalarına göre modernleşmenin anlamı önemli ölçüde değişime uğramaktadır. Modern oluştukça antitezini de geliştirmekte ve modernin tanımı zamanla dönüşmektedir. Dahası günümüzde bazı düşünürler, modernleşmenin başlamasını bile çelişkili bulmaktadır. Buna göre modernleşme başlayan ve biten bir olgu olarak değil sürekli değişen ve değiştiren yönüyle incelenmelidir. Benzer gerekçelerle bazı düşünürlere göre modern ve postmodern gibi bir ayrım anlamsızdır. Bu yaklaşıma göre modernleşme bir süreç olarak ifade edilmektedir.
Tarihin Dönüm Noktası Olarak Modernleşme
Tarihî olayların ve olguların anlaşılmasında güncel değerlendirmelerden birisi de geleneksel tarih öğretiminde geçmişten geleceğe doğru akan tarih anlayışı yerine, günümüzden başlayarak mümkün olabildiğince geriye gidilmesi yoluyla analiz yapılmasını içermektedir. Bu anlamda modernleşmenin kökeninde aydınlanmanın yer aldığını söylemek yanlış olmaz. Aydınlanma Dönemi’nde doğaya büyük önem atfedilmiştir. Bu dönemde aklın tabiatla arasındaki sınırların tanımlanması mümkün olmuş ve belki de modernleşme ile aklın toplumsal hayatta başat aktör hâline gelmesinin önü açılmıştır. İngiltere’de aydınlanma çağı “Theage of Reason” yani akıl çağı olarak da tanımlanmaktadır. Aydınlanma ile aklın egemen olması, modernleşme ile aklın uygulamada etkin olmasını mümkün kılmıştır. Modernleşmeyi gerçekleştiren aklın öncesinde, bilimsel ilerleme, aydınlanma, dinde reform ve sanayi devrimini gerçekleştirmesi kronolojik anlamından daha fazlasını içerisinde barındırmaktadır.
Aydınlanma ile modernleşme arasındaki ilişkiyi farklı boyutlarıyla ele alan Ş. Mardin; İngiltere ve Almanya’da pratik bilgi düzeyinde bilim ve üretim arasında ilişki olduğunu ifade etmiştir. Fransa’da ise bu ilişki krallığın da etkisiyle daha teorik ve felsefi bir düzlemde kalmıştır. İngiltere’de tarihî değerlerin ve imparatorluk geleneğinin bir sonucu olarak “commonlaw” olarak anılan ve bütün insanlara eşit muamele edilmesi gerektiğini ifade eden ve merkezinde halkın yer aldığı bir anlayış egemen olmuştur. Fransa’da haklar, devlet-birey ilişkilerinin çözümlenmesi gibi konularda teorik ilerleme sağlanmıştır. Almanya’da ise kendi tarihî deneyimleri ve din eksenli bir modernleşme söz konusudur. Bununla birlikte yazara göre modernleşme bir topluluğun kriter ve değerlerini kendi kendine geliştirmeye başlaması olarak tanımlanmaktadır. Bu durumda modernleşmenin gerçekleşmesi için sadece taklit yoluyla gerçekleştirilemeyecek kadar karmaşık ve uzun erimli bir sürece ihtiyaç duyulmaktadır. Toplulukların kendilerine özgün kriterleri koyabilmeleri ve değer geliştirmeleri öncelikle bireysel gelişmeyi zorunlu kılmaktadır.
Türk Modernleşmesi
Türklerin modernleşme serüveni iç ve dış; kültürel ve dinî; zaman ve mekâna bağlı olarak birçok çatışma alanını içerisinde barındırmaktadır. Bu yönüyle Türkiye, Rusya’ya benzer şekilde pahalı bir modernleşme deneyiminden geçmiştir. Her iki ülkenin Batı karşısındaki konumu ve toplumsal yapısı genellikle karşılaştırmalara konu olmuş ve askerî reform temelli modernleşme süreçlerindeki benzerlikler ortaya konmuştur. Modern olmak için belirli bir toplumsal hazırlığın gerekliliğinden söz edilmektedir. Türkiye ve Rusya’nın aksine İngiltere’de modernleşme kırsal kesimdekilerin büyük sefalet yaşamasıyla mümkün olmuştur. Aynı zamanda modernleşmenin sadece bireysel hazırbulunuşluk ile açıklanamayacağını göstermesi bakımından 18. yüzyılda Japonya’da %35’lere varan oranda okuryazar nüfusa rağmen modernleşmenin mümkün olmaması önemli bir örnektir. Bu bağlamda bir toplumda, sadece okuryazar oranının artması, modernleşme için yeterli olamamaktadır.
Türk modernleşmesinin, Batı’yı takip eden diğer milletlerin dönüşüm süreci ile benzerlik ve farklılık gösteren boyutları mevcuttur. Öncelikle modernleşme, içerisinde doğduğu Batı için zaman ile açıklanan bir kavramdır. Bunun nedeni Batı’nın modernleşmeyi tanımlamaya başladığında zaten önemli ölçüde modernleşmiş olmasıdır. Daha açık bir anlatımla Batı’nın modernleşmesi zaman ile açıklanan bir olgudur. Modern öncesi, modernleşme ve modern sonrası gibi ifadeler ile bu durumu somutlaştırmak mümkündür. Batı dışındakilerin modernleşmesi ise daha çok taklit yoluyla gerçekleştiğinden, modernleşme özünde mekânla ilişkili bir kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Modernleşmenin ne olduğunu bizzat tecrübe etmemiş olan milletler, modern olarak gördüğü ve örnek aldığı Batı’yı nihai hedef olarak görmüşlerdir. Başka bir ifadeyle Batı’nın, modernleşirken örnek alacağı bir hedef olmadığından düşünsel anlamda daha özgün ve yaratıcı olunduğu görülmektedir. Oysa daha sonra modernleşenlerin; modernleşme ile Batılılaşma arasında gidip geldiği ve çoğu zaman modernleşmenin amaçlarından sapıldığı görülmektedir. Yine erken dönemde Batı dışı toplumlarda modernleşmeyi, Batı’yı taklit etmek ve Batılı gibi yaşamak şeklinde anlayanların azımsanamayacak bir sayıda olduğunu unutmamak gerekir. Bazı düşünürlere göre modernleşme Batı’ya mahsus bir deneyimdir, diğer milletlerin modernleşmesi mümkün olmamakla birlikte modernleşme olarak takdim edilenlerin genellikle Batılılaşma olduğu ifade edilmektedir. Özetle Batı, modernleşme yolunu açmıştır, diğerleri bu izleri takip etmek durumunda kaldığından özgünlük ve hatta kendi olarak kalma sorunu ortaya çıkmıştır. Ahmet Mithat Efendi’nin kendimizi olmaktan vazgeçmeden Batı’yı örnek almalıyız şeklinde ifade ettiği anlayış bu duruma işaret etmektedir.
Türk modernleşmesinin, devletin kurumlarını düzenleme bakımından daha çok Fransa’dan etkilendiği görülmektedir. Avrupa’da başka alternatifler olmasına rağmen; tarihin bir tecellisi olarak devlet yönetiminde örnek alınan Fransız modeli, devlet düzeninde bazı aksamalara neden olmuştur. Bu duruma Anglosakson gelenekte görülen benmerkezcilik eklenince modernleşmenin istenilen düzeyde başarılı olması mümkün olmamıştır. İmparatorluk geleneğinin doğal bir sonucu olarak dünyada gerçekleşen olayların merkezinde kendimizi görme eğilimi değişime ve dönüşme karşı bir direnç yaratmıştır. Bu durum günümüzde dahi etkisini kısmen sürdürmektedir. Bununla birlikte Doğu ile Batı arasında yer almanın ve aynı zamanda kendisini Batı’nın bir parçası olarak görme eğilimi bazı dezavantajları ortaya çıkarmıştır. Ayrıca, Avrupa’nın içlerine kadar uzanmış tek Müslüman kültür olmanın ortaya çıkardığı yabancılaşma hissi, Türk modernleşmesi üzerinde bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir.
Türk modernleşmesinde biz ve onlar söylemi çok yaygındır. Bu ifade bizi, Batı’dan ayrıştırmayı amaçlamaktadır. Tanzimat Dönemi’nde, Batı mutlak karşıt olarak görülmüştür. Gerçekleştirilen reformlarda bile Batı’dan farklı olarak iş yapabilme anlayışı görülmektedir. Aynı şekilde modernleşmeyi başka türlü yapabiliriz söylemi Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok reform uygulamasında da kendini göstermektedir. Bu bağlamda 20. yüzyılda zihinsel olarak biz ve onlar şeklinde keskin bir ayrımın yaygınlaşmasıyla birlikte Batı’dan teknik bilginin alınması ve geliştirilmesi anlayışı önem kazanmıştır. Ne var ki bu amaçla Batı’ya yüksek tahsil yapmaları için gönderilen öğrencilerin önemli bir kısmının sefahat hayatı sürdüğü ve Batı’yı öğrenip yurda dönmeleri beklenirken kendilerini unuttuklarına da tarih şahitlik etmiştir.
Türk modernleşmesinde önemli çıkmazlarından birisi de modernleşmenin sürekli olumlu yönlerinden bahsedilmesidir. Modernleşme sürecinde olumsuz yanlardan ve değişmeyen özelliklerimizden bahsedilmemesi önemli bir eksiklik olarak görülebilir. Sosyal bir olgu olarak modernleşme kendi içerisinde birçok paradoksu ve yanlışı barındırmaktadır. Modernleşme ile her şey iyi olmadığı gibi modernleşmeyen şeylerde mutlaka kötü değildir. Bu anlayışın ortaya çıkmasında Newton fiziği ve Aristo mantığının genel geçer sanılan kaidelerinin devlet yönetiminde ve toplumsal yapıda hâkim olmaya başlaması etkili olabilir. Bunun bir sonucu olarak Türkiye’de değişmeyenden utanma ve yanlış dahi olsa değişimden mutlu olma durumu bireysel ve toplumsal konulara sirayet etmektedir. Bu durum, söylem düzeyinde kalan bir modernleşme sürecini beraberinde getirmiştir. Fennî, asri, sıhhi ifadeleri her kavramın önüne getirilmek suretiyle alakalı alakasız bütün toplumsal kurumlar en ince kılcallarına kadar modernleşme hastalığına yakalanmıştır. Modern tıbbın kurallara uygun olarak işlem yapan fennî sünnetçi, farklı dine mensup olanların bir arada defnedilmesinin öngörüldüğü asri mezarlıklar ve bilim-teknikteki gelişmelerin ışığında yapılan sıhhi tesisat bunlara örnek olarak verilebilir. Benzer durum modern-klasik lise ayrımında da yaşanmıştır. Modernleşme söylem olarak o kadar benimsenmiştir ki çağdaş, çocuklarına isim arayan ebeveynler için modern bir alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Modernleşmenin gerçekleştiği yerlerde bile modern kelimesinin isim olarak kullanılmaması oldukça manidar görülmektedir.
Sonuç
Türk modernleşmesini, Batı modernleşmesinden ayıran en önemli özellik özgür ve güçlü birey yetiştirme sorunudur. Türk modernleşmesi daha çok bireyin özgürleşmesi olarak değil, radikal tedbirlerle toplumun dönüşümü olarak algılanmıştır. Akıl ve bilgi, devletin ve toplumsal hayatın düzenlenmesinde temel alınmadıkça modernleşmeden söz edilemez. Türk modernleşmesi daha çok söylem düzeyinde kalmış, akıl ve bilgi öncelenmemiştir. Osmanlı Dönemi’nde özellikle 17. yüzyıldan sonra bireyin taassup altına alınarak özgürlüğünün, özgünlüğünün, yapıcılığının ve yaratıcılığının kısıtlanması Türk modernleşmesinin önemli çıkmazı olarak hâlâ etkisini sürdürmektedir.
Tanpınar’ın modernleşme eleştirisi olarak görülen bir eserinde “Topluluk hâlinde rüya görüyorlar.” diyerek tanımlanan kahve sakinleri “muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde yarı ciddi, yarı şaka, tembel bir hayat!” şeklinde tasvir edilmektedir. Yeniliği yenilik için yapan ve aslında sürekli değişerek bir süre sonra neden değişmeye çalıştığını dahi unutan bir milletin konu edildiği eserde modernleşme karşısında toplumsal şaşkınlık çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır.
Modern öncesi dönemde, güçlü aile ve toplulukların karşısında zayıf devlet ve piyasaya eşlik eden zayıf bireyler yer almaktadır. Modern dönemde ise aile, toplum, devlet ve piyasa yanında güçlü bireylerin ortaya çıkması amaçlanmıştır. Burada ifade dilen güçlü birey, modernleşmenin kilit kavramı olarak görülebilir. Modern devletlerin ve güçlü bireylerin varlıkları karşılıklı olarak birbirlerine bağlıdır. Türk modernleşmesin belki de en büyük açmazlarından biri güçlü birey temeline dayanmamış olmasıdır. Yasalar önünde haklarını bilen, aktif birer yurttaş olarak güçlü birey, toplumun ve devletin bir arada durması, ulus devletin güçlenmesi ve refahın artırılması için ihtiyaç duyulan başlangıç noktasıdır. Bireyi güçlü kılmayı amaçlamayan toplumsal değişimler, teknolojik gelişmeler ve ulusal sözleşmeler modernleşme rüyasını istenilen düzeye ulaştıramayacaktır. Aile, okul ve toplum içinde bireyin özgürleşmesi ve özgünleşmesi konusunda yeterli bilgi ve bilinç söz konusu olamamaktadır. Bu durum gelişmeyi, kalkınmayı ve çağı yakalamayı geciktirmektedir. Modernleşme, tüketim alışkanlıkları açısından Batıyı taklit etme olarak görüldüğü sürece, güçlü birey ve güçlü toplum hayal olarak kalacaktır. Modernleşme, bir toplumun kendi millî ve manevi değerlerinden vazgeçmesi anlamına gelmemektedir. Ayrıca bu değerler ile de çelişkili değildir. Millî ve manevi değerlerimizi koruyarak; aklı ve bilimi rehber kabul ederek, özgür bireyler yetiştirerek gelişme ve kalkınma amaç edinilmelidir. Ancak bu yolla modern bir toplum olma yolunda ilerleme sağlamak mümkündür.
Kaynaklar
AVCIOĞLU, D. (2016). Türkiye'nin Düzeni:(Dün-Bugün-Yarın). İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları.
BARKÇİN, S. Ş. (2017). Kalbin Aklı: Medeniyet Üzerine Yazılar. İstanbul: İnsan Yayınları.
BERKES, N. (1973). Türkiye’de Çağdaşlaşma. İstanbul: Bilgi Yayınları.
FUKUYAMA, F. (2011). Tarihin Sonu ve Son İnsan, İstanbul: Profil Yayınları.
GÜLER, A. ve Akgül, S. (2013). Herkes İçin Türk Tarihi. Sarkaç Yayınları.
HARARİ, Y. N. (2015) Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens. İstanbul: Kolektif Yayınları
IMBERT, P. (1981). Osmanlı İmparatorluğunda Yenileşme. İstanbul: Havass Yayınları
İNALCIK, H. ve Seyitdanlıoğlu, M. (2006). Tanzimat: Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, Ankara: Phoenix Yayınları.
KARPAT, K. H. (2014). Osmanlı Modernleşmesi: Toplum, Kuramsal Değişim ve Nüfus. İstanbul: Timaş Yayınları.
LEWİS, B. (2015). Modern Türkiye'nin Doğuşu. İstanbul: Arkadaş Yayınları.
MARDİN, Ş. (1991). Türk Modernleşmesi. İstanbul: İletişim Yayınları.
ORTAYLI, İ. (2008). Türkiye’nin Teşkilat ve İdare Tarihi. Ankara: Cedit.
ORTAYLI, İ.(2016). Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek. İstanbul: Timaş Yayınları.
ŞAYLAN, G. (2006). Postmodernizm. İmge Kitabevi.
TANPINAR, A. H. (2017). Saatleri Ayarlama Enstitüsü. İstanbul: Dergah.
TOPÇU, N. (2012). Kültür ve Medeniyet, İstanbul: Dergâh Yayınları.
Van Der Loo, H., Van Reijen, W., &Canatan, K. (2003). Modernleşmenin Paradoksları: Sosyolojik Bir Yaklaşım. İstanbul: İnsan Yayınları.
WEBER, M.,Gerth, H., Mills, C. W., & Parla, T. (2008). Sosyoloji Yazıları. İstanbul: Deniz Yayınları.
YALÇIN, E. S.(2005). Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin Kaynakları. Ankara: Berikan Yayınları.