SALTANATIN KALDIRILMASI VE HÂKİMİYET BAYRAMI
ÖzenTOPÇU
Giriş
Saltanatın kaldırılması, Atatürk’ün inkılapçılık ve liderlik vasıflarının doruk noktasını oluşturur. Bu, büyük bir olaydır. Bu,bir doğu ülkesinde ilk kez saltanat yıkılmasıdır.[1]Saltanatın kaldırılması ve padişahlığın tarihe gömülmesi, Cumhuriyet’e giden yolda en büyük engelin aşılmasıdır.[2]
Saltanatın kaldırılması o kadar dakolay olmamıştır. Meclisteki milletvekillerinin tamamı Osmanlı İmparatorluğu’nun teokratik devlet düzeni içinde yetişmiş kimselerdi.[3]Onlara göre halife ve sultanın üzerinde bir güç olamazdı. 1921 sonundan itibaren Mecliste “İkinci Grup” adı altında toplanan muhalefet, hanedancı ve dinci kesimlerden oluşmaktaydı. Bu grup, hükûmeti devamlı tenkitleriyle M. Kemal’e kök söktürmüştür.[4] Gerçeği söylemek gerekirse,sorun çıkaran sadece “İkinci Grup” üyelerinin tutumu değildir. Osmanlı monarşisini bir meşruti monarşi olarak muhafaza etmek isteyenler, M. Kemal’in yakın çevresi içinde de pek çoktur.[5]Burada Falih Rıfkı Atay’ın bir yorumuna yer verelim. Atay, bizleri haklı olarak derin düşüncelere sevk edercesine şunları söylüyor: “Eğer Atatürk 19 Mayıs’ta Samsun’a ayak basmasaydı ya da Samsun’a çıktıktan hemen sonra ölseydi ne olurdu? Bin türlü tahmin yürütülebilir. Büyük Taarruz’dan bir gün önce ölseydine olurdu? Yine istenildiği kadar tahminler yürütülebilir. Fakat İzmir’in alındığı gün ölseydi Cumhuriyet kurulmazdı.”[6]
Biz bu çalışmamızda, Mecliste oybirliği ile kabul edilen, üstelik en samimi padişah yanlısı olan Başbakan Rauf Orbay tarafından padişahlıktan kurtulduğumuz günün bayram ilan edilmesi sağlanan bu süreci, ayrıntılarıyla aktarmaya çalışacağız.
Saltanatın Kaldırılması Öncesi Gelişmeler
Atatürk, Büyük Taarruz sonrası İzmir’e girdiği günlerde padişahlığı kaldırmayı tasarlamış, yakın çevresiyle saltanat ve İstanbul hükûmeti konusunu görüşmeye başlamıştı.[7] Ekim 1922 başlarından beri de Mecliste M. Kemal’in saltanatı kaldırmak üzere olduğu söylentileri dolaşıyordu.[8]Meclis, onun bu niyetini sezmiş ve telaşlanmaya başlamıştı. Bunun üzerine Rauf Bey, M. Kemal ile bu konu üzerinde görüşmek ister ve Ekim ayı ortalarında,Keçiören’de Refet Bele’nin evinde buluşurlar. Bu buluşmada Moskova’dan yeni dönen Ali Fuat (Cebesoy) Paşa da vardır. Bu görüşmede Rauf Bey der ki: “Meclis,saltanat makamının belki de hilafetin ortadan kaldırılması görüşünün benimsendiği endişesiyle üzüntülüdür. Sizden ve sizin ileride takınacağınız tutumdan şüphe etmektedir. Bu bakımdan Meclise ve dolayısıyla kamuoyuna güven vermeniz gerektiğine inanıyorum”. Bunun üzerine Gazi, Rauf Bey’den saltanat ve hilafet konusundaki kanaat ve düşüncesinin ne olduğunu sorar. Rauf Bey şu açıklamada bulunur:
“Ben, saltanat ve hilafet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeği ve nimeti ile yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olamam. Padişaha bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. O da saltanat ve hilafet makamıdır.Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felakete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz.” Gazi,Rauf Bey’den sonra, karşısında oturan Refet Paşa’nın görüşünü sorduğunda, o da;Rauf Bey’in düşünce görüşlerinin hepsine katıldığını, bizde padişahlıktan ve halifelikten başka bir idare şekli söz konusu olamayacağını söyler. Fuat Paşa ise,Moskova’dan yeni döndüğünü, durumu, halkın duygu ve düşüncelerini daha yeterince incelemeye vakit bulamadığını ileri sürerek konu hakkında görüş bildirmez.[9]
Gazi’nin naklettiğine göre bu konu o gece gene de sabaha kadar tartışılmıştır. Gazi’ye göre, Rauf Bey’in bu gayretinin hedefi, Gazi’nin hilafet ve saltanat hakkında ileride alabileceği vaziyeti kendisine şimdiden Mecliste söyletmektir. Gazi şöyle devam eder:
“Kendilerine söylediğim sözleri olduğu gibi Meclise karşı söylemekte de bir sakınca görmediğimi bildirdim. Üstelik bu sözleri kurşun kalemle bir kȃğıt parçasına yazarak ertesi gün bir fırsatını bulup Mecliste söyleyeceğime söz verdim. Verdiğim sözü yerine getirdim… Rauf Bey, ihtimal ki birtakım kimselere göre üzerine aldığı görevi yerine getirmişti. Ben de açıkladığım üzere, genel ve tarihî görevimin o güne ait safhasını tamamlamıştım. Ancak, genel görevimin emrettiği asıl noktayı hedefe ulaştırmak ve uygulamaya geçmek gerektiği zaman da asla kararsızlığa düşmedim…”[10]
Bu vakit pek de çabuk gelecekti. Çünkü Gazi’nin naklettiği bu konuşmanın (muhtemelen 10-13 Ekim günleri arasında)üstünden daha 15 gün geçmemişti ki, Büyük Millet Meclisi, saltanatın lağvına, padişahlığın kaldırılmasına oy birliği ile karar verdi. Yani Gazi, vakti gelince kararınıtereddütsüz ortaya attı ve uyguladı. Bu arada Rauf Bey de Meclis kürsüsünde saltanatın kaldırılması lehinde birkaç konuşma yapmış ve o günün millî bayram yapılmasını teklif etmişti.[11]
Şimdi, olayları bu sonuca, bu kadar hızlı bir şekilde ulaştıran gelişmelere yer verelim. Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanmış, Mudanya’da ateşkes antlaşması imzalanmış (11 Ekim), barış görüşmeleri için yol açılmıştı.[12]Barış masasına yenik değil, muzaffer olarak gidilecekti. Zaferi kazanan Ankara idi. Bunda İstanbul’un bir payı olmadığı gibi, aksine bazı Saray hükûmetleri düşmanla iş birliğine ve Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmaya ve zarar vermeye devam etmişlerdi.[13] Fakat 17 Ekim’de İstanbul’dan Sadrazam Tevfik Paşa, Bursa’da bulunan Gazi M. Kemal’e, padişahın yaveri olan oğlu Yzb. Ali Nuri Bey vasıtasıyla özel bir mesaj gönderdi. [14] Bu mesajında Tevfik Paşa; “Allah’ın yardımı ile kazanılmış olan zafer, artık İstanbul ile Ankara arasındaki ihtilaf ve ikiliği kaldırmış ve millî birliği sağlamıştır. Ancak Müttefik Devletlerle henüz barış yapılmamıştır. Yakında toplanacak olan Barış Konferansı’na (Lozan) eskisi gibi (Şubat 1921’de Londra Konferansı’nda olduğu gibi) her iki tarafın da davet edileceği malum olduğuna göre, milletin selametine ait mühim hususların konferansta müştereken savunulması için daha önceden görüşüp anlaşmak üzere duruma vâkıf güvenilir birinin gizlice ve gerekli talimatla İstanbul’a gönderilmesini…”[15] istiyordu.Gazi’nin bu isteğe yanıtı oldukça sert oldu. Gazi, 18 Ekim’de verdiği karşılıkta özetle; Türk ulusu adına tek söz sahibi yerin TBMM olduğunu ve toplanacak Barış Konferansı’nda Türkiye’yi yine TBMM’nin temsil edeceğini belirtip, bu gerçek karşısında devletin siyasetine karışılacak olursa, bunun büyük sorumluluk doğuracağını hatırlattı.[16]
Tevfik Paşa, belli ki bu mektubu Vahdettin’in izni ve isteğiyle yazmıştı. Padişah, Ankara’daki TBMM hükûmetini Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış bir başkomutanlık karargâhı sayıyor, sarayını ve saltanatını eskisi gibi korumak istiyordu. Padişahın delegeleri barış masasına oturunca bütün dünyaya bu isteğini kabul ettirmiş olacaktı.[17]Kurtuluş Savaşı günlerinde yaptıklarını bir anda unutmuşlardı. Mustafa Kemal ve arkadaşları asi ilan edilmiş, haklarında “Katli vaciptir.” fetvaları çıkarılmıştı.Sizlere Avusturyalı Tarihçi Prof. Gothart Jeaschka’dan bir paragraf okumak istiyorum:
“Halife fetvalarının Anadolu içerisinde sebep olduğu ‘iç isyanlar’ Anadolu’daki millî mukavemet düşmanlarının entehlikelisi idi. Ne İzmir’den ilerlemekte olan Yunan ordusu ne doğudaki Erivan Ermenileri ne de Urfa, Maraş, Antep, Adana ve Mersin bölgesine yayılan Fransız kuvvetleri ve bunları destekleyen yerli Ermeniler, millî mukavemeti bu iç isyanlar kadar uğraştırıp zayıflatmamış ve hırpalamamıştır.”[18]
İngiltere, Fransa ve İtalya 27 Ekim1922’de hem İstanbul hem de Ankara hükûmetlerine çağrı yaparak, Barış Konferansı’nın 13 Kasım’da İsviçre’nin Lozan (Lausanne) şehrinde toplanacağını duyurdular.[19] Niyetleri Ankara-İstanbul çatışmasından yararlanmaktı. Tevfik Paşa bu defa doğrudan Büyük Millet Meclisine başvurdu (29 Ekim 1922). Bu sefer resmî olarak gönderdiği telgrafında,“Millî Mücadele’den ayrı kalmayı düşünmediklerini” öne süren sadrazam, Osmanlı devlet ve milletinin başına daha büyük zararlar gelmemesi ve İslam dünyasınında bu yüzden “elem” duymaması için birlikte hareket etmeyi istiyor, ancak bunu TBMM hükûmetinin İstanbul hükûmetine uyması biçiminde görüyordu. Sonuç olarak Ankara hükûmetinin bir temsilci seçip göndermesini diliyor, bu kabuledilmeyecek olursa kendi heyetlerinden Ziya Paşa’nın temsilci olarak yollanacağını da ekliyordu.[20]Rahmetli Turgut Özakman, Müttefiklerin Ankara ve İstanbul hükûmetlerini aynı anda Lozan’a davet etmelerini şöyle yorumluyor: “Müttefikler Lozan’a İstanbul yönetimini de davet etmişlerdi. Osmanlı ve Türk ikiliğinden yararlanmayı hesapladıkları açıktı. Teslimiyetçi, iş birlikçi Osmanlı yönetiminin barış görüşmelerinde bulunması, istedikleri sonuçları almalarını çok kolaylaştıracaktı. Çünkü dört yıldır işgalcilere herhangi bir konuda bir kez bile itiraz etmiş değildi. Her konuda tam bir teslimiyet içinde olmuştu.”[21]
Ankara’nın, Barış Konferansı’na İstanbul hükûmeti ile birlikte çağrılışına karşılığı, siyasi cepheden kesin oldu. 30 Ekim’de Meclis kürsüsünden, Hariciye Vekili olarak ilk konuşmasını yapan İsmet Paşa, Konferansa davet olunan İstanbul hükûmetinin bu konferansa katılmasına Ankara’nın engel olacağını Müttefiklere bildireceğini açıkladı.Gazi Mustafa Kemal der ki: “Bu birlikte davet edilme durumu, saltanatın kaldırılma işini kesin olarak sonuçlandırdı.”[22]
Saltanatın Kaldırılması
30 Ekim 1922 günü Meclis Başkanı GaziM. Kemal, Tevfik Paşa’dan gelen birinci yazı ile bu yazıya verdiği yanıtı okudu. Mecliste birden hava gerginleşti. Sonra Tevfik Paşa’nın yolladığı ikinci telgrafı okudu. Artık Meclis olanlardan haberdardı ve İstanbul’a ateş püskürüyordu. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın Mustafa Kemal Paşa’ya özel, Meclis Başkanlığına resmî olarak yazdığı bu iki yazı genel görüşme konusu oldu. Tevfik Paşa’nın resmî mesajının başlığı, “Ankara’da Büyük Millet Meclisi Başkanlığı”na hitabı ile başlıyor, yazıda “Türkiye” ve “BMM hükûmeti” ifadeleri yeralmıyordu.[23]
O gün, içinde M. Kemal’in de imzası bulunan ve sekseni aşkın milletvekilinin imzasının yer aldığı bir takrir Meclis Başkanlığına sunulur: “Osmanlı İmparatorluğu’nun artık münkariz olduğunu(yıkıldığını, yok olduğunu), yeni bir Türkiye devletinin tevellüt ettiğini(doğduğunu), Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile hükümranlık haklarının millete ait bulunduğu vb…”[24] Konu hakkında yirmi kadar hatip padişahı ve İstanbul hükûmetini yerden yere vuran konuşmalar yaptılar. 30 Ekim günü Mecliste yapılan bu konuşmalardan birkaç örnek sunalım: Rasih Hoca(Kaplan) Antalya: “O tahtta oturan kimsenin (Vahdettin) cani olduğunu bilemiyorduk. Evet canidir! Çünkü bunca kıyım yapan Yunan ordusu, kendini yıllarca Halife ordusu diye tanıttı; düşman bu propagandayı yaparken o, bir beyanname ile olsun, ‘Yunan ordusu neden Halife ordusu oluyormuş?’ demek cesaretini göstermedi. İslam ȃlemi kör değil. Durumu görmüş, temsilcilerini İstanbul’a değil, Ankara’ya göndermiştir. Milletin aleyhine hareket eden bu kişiler haindir.”[25] (O günlerde Ankara’da Afganistan, Azerbaycan İran büyükelçilikleri ile Buhara temsilciliği vardır.)
Kürsüye çıkan seçkin din adamlarından Muş Milletvekili Hacı İlyas Sami Efendi de sert, keskin, uzunca bir konuşma yapar. Özetle: “Efendiler, İstanbul’dan gelen yazı bir paçavra, bir hayȃsızlıkbir ihanet belgesidir. Efendiler! Bir zamanlar Vahdettin’e biat ettiği için sağ elime nefretle bakıyorum. İslam boğazlandığı gün, Türkler hırsız gibi tutuklanıp Malta’ya götürülürken, İzmir Rıhtımı kanlara boyandığı zaman, o, saltanatını devam ettirmekten çekinmemiştir. Mabetlerimizi, mescitlerimizi bu adamın ismiyle kirletmemek için artık gerekli kararı alalım…”[26]Tevfik Paşa’nın mesajına tepki olarak Kâzım Karabekir Paşa da şunları söyler: “…Babıali gitmezse, İslam âleminde büyük teessür uyanırmış, diyor. Cihan Harbi’nde kutsal cihat ilan edilmişken, birçok cephelerde Müslümanlarla karşı karşıya çarpıştık;bugün ise, İstiklal Savaşı yaparken ve bize karşı cihat fetvası çıkarılmış iken, İslam kardeşlerimiz Anadolu milletine ellerini uzattılar, İstanbul hükûmetini lanetlediler.”[27]
30 Ekim günü tartışmalarla geçti.Ertesi gün Meclis toplantısı olmadı, konu Müdafaa-i Hukuk Grubunda görüşüldü.Bir sonraki gün, yani 1 Kasım 1922’de yapılacak Meclis toplantısına kadar gece ve gündüz özel temaslar ve kulis faaliyetleri oldu. Hepsi de vatansever olan milletvekillerinden Vahdettin’e karşı sempati beklenemezdi. Ancak halifeye bağlılık duyanlar vardı. Bunun için M. Kemal, padişahlıkla halifeliği birbirinden ayırıp, cismani iktidarı temsil eden padişahlığı kaldırıp, ruhani iktidarı temsil eden halifeliğin kalması ile bir çözüm yolu buldu.[28] Bu doğrultuda kanun tasarısı hazırlandı. Gazi büyük konuşmasını, bu tasarının görüşüldüğü 1 Kasım 1922 günü yaptı. Bu konuşmada Türk ve İslam tarihine giren Gazi, konuşmasının ağırlık merkezini Arap ve halife tarihi üzerinde yoğunlaştırdı. Halifeliğin hangi koşullarda ortaya çıktığını ve tarihî akış içerisinde geçirdiği aşamaları anlatan ayrıntılı ve ilginç bir konuşma yaptı.İlhanlı Hükümdarı Hülagu’nun Bağdat’taki Abbasi halifesini tüm ailesiyle birlikte ortadan kaldırmasıyla halifeliğin gerçekte sona erdiğini, Mısır’daki halifenin bir sığıntıdan başka şey olmadığını ve eğer Yavuz Selim Kahire’ye girdiğinde o sığıntıya önem vermemiş olsaydı halifeliğin unvan olarak da sürmeyeceğini anlatarak, halifelik ve saltanatın birbirinden ayrılabileceğini belirtti.[29]Gazi’nin yaklaşık on sayfa tutan, Nutuk’un Vesikalar ekinde 264 No.lu vesika olarak yer alan bu önemli konuşmadan bize ilginç gelen bir alıntı yapmak istiyoruz:
“Nihayet Ulu Osmanlının 36 ve sonuncu Padişahı Vahdettin’in saltanatının devrinde, Türk milleti, en derin ve düşük esaretin önüne getiriliyor. Binlerce yıldan beri istiklal anlamının esas örneği olan Türk milleti bir tekme ile bu çukurun içine yuvarlanmak isteniyor. Fakat bu tekmeyi vurdurmak için bir hain, şuursuz bir hain gerekirdi. Tıpkı idam hükmünü verenlerin ipi çekecek bir adiye ihtiyaçları olduğu gibi. Türkiye’nin idam kararını, ayağa kalkarak bütün endamı ile kabul etme ön yargısında bulunan kim olabilirdi? Vahdetti maalesef, bu milletin hükümdar diye, sultan diye, padişahdiye, halife diye başında bulundurduğu Vahdettin, ancak kendisine yaraşan bir muameleyi kabul etmekten başka bir şey yapmış değildir. Vahdettin, bu hareketi ile kendini öldürdü ve temsil ettiği idare şeklinin kökünden yıkılmasını mecburi kıldı. Fakat millet hiçbir zaman, bu ihanet hareketinin kurbanı olmaya razı olamazdı. Dünya tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman Devleti kuran ve bunların hepsini, geçen olaylarla tecrübe eden Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi adı ve sıfatı ile bir devlet kurarak, bütün felaketlerin karşısında yer aldı.”[30]
Tüm bu konuşmalar olurken, bazı hocalar,hilafetin saltanattan ayrılamayacağını, hilafetin kudrete dayandığını, kudretin saltanatta bulunduğunu[31]söyleyerek, “şeriatta kudretsiz ve hükûmetsiz halife olamaz.” diye diretiyorlardı. Fesat ve fitne o gün bu kılığa bürünmüştü.[32]Barış görüşmelerine iki haftadan az zaman vardı. O gün sonuç alınmak zorundaydı. Oyalanmaya tahammül edilemezdi. Hocaların izahlarının ve kendi aralarındaki tartışmaların biteceği yoktu. Bu durum karşısında Gazi, komisyon başkanından izin alarak, hınca hınç dolu olan odada, önündeki sıranın üstüne çıkarak şu konuşmayı yapar: “Efendiler, hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye, görüşme ve tartışmayla verilmez.Hâkimiyet, saltanat kuvvetle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardı. Bu zorbalıklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bu saldırganlara isyan ederek ve artık dur diyerek, hâkimiyet ve saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldu bittidir. Söz konusu olan, millete saltanatını,hâkimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Sorun zaten bitti hâline gelmiş bir gerçeği kanunla ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii olarak karşılarsa,sanırım ki uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek, usulüne uygun olarak ifade edilecektir; ama belki bazı kafalar kesilecektir.”[33]Yüksek sesle yapılan bu gözdağı konuşmasının ardından Hoca Efendilerin endişesini giderecek birtakım açıklamalarda bulunur. Bunun üzerine, Ankara Milletvekili Hoca Mustafa Efendi: “Affedersiniz efendim, biz konuyu başka bakımdan ele almıştık; açıklamalarınızdan aydınlandık.” diyerek sorunun çözümünü kabul etmiş oldu.[34]Sorun komisyonda çözülü vermişti. Tasarı oy birliği ile kabul edildi.
TBMM Başkanı, herkese buranın bir ihtilal meclisi olduğunu hatırlatıyordu. Bu, Gazi’nin ikinci gözdağı hareketidir. Daha önce de Baş komutanlık Kanunu’nun uzatılmaması üzerine:“Düşman karşısında ordumuz başsız kalamazdı. Nitekim, bırakmadım, bırakamam ve bırakmayacağım!” demiş, uzun bir konuşma ile bu hareketin gerekçelerini açıklamış, Meclis de kanunu uzatmıştı.[35]
Büyük bir olasılıkla, bu gözdağı verilmeseydi de oy çokluğu sağlanacaktı; “uyarı” oybirliğini sağlamış,muhalefet karşı oy vermekten çekinmişti.[36] 1 Kasım1922 günü Mecliste oy birliği ile kabul edilen öneri iki maddeden ibaretti:Birincisi, tek kişi egemenliğine dayanan İstanbul’daki hükûmet şeklinin,İngilizlerin şehri işgal ettiği 16 Mart 1920 tarihinde sona erdiğini ve Türkiye hükûmetinin Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine geçip onun ulusal sınırları içinde yeni varisi olduğu, Anayasa ile egemenlik hakkının ulusun öz varlığına geçtiğini bildiriyordu. İkincisi ise, halifeliğin her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu’na ait ise de, Türk devletinin malı olduğunu ve Meclisin “Osmanlı hanedanı içinden, bilgi ve karakter bakımında en uygun görünen kimseyi” halife olarak seçeceğini ilan ediyordu.[37]Böylece padişahlık tarihe karışmıştı. Tarih, 1 Kasım 1922, saat 20.40’tı.[38]
İstanbul’da, Tevfik Paşa 4 Kasım’da istifasını verdi. Artık padişah korku ve panik içindeydi Nihayet, 17 Kasım’da-halife adını kullanarak- bir İngiliz zırhsına sığınmıştı. Vahdettin böylece,Birinci Dünya Savaşı’n daki Osmanlı Devleti’nin en büyük düşmanına kaçmış oldu.[39]Ertesi gün Meclis, Vahdettin’in halife olmadığını açıklamış, 20 Kasım’da da Abdülmecit Efendi’yi halife seçmiştir.[40]
Hâkimiyet Bayramı
Atatürk’ün vatan ve millet uğrunda giriştiği her büyük işte başı dara vardığı anlarda ona “Yürü kulum.” diyen bir ilahî güç var gibidir. Saltanatın kaldırılması aşamasında İtilaf Devletleri’nin İstanbul hükûmetini de Lozan’a davet etmesi en katı saltanat taraftarlarını bile M. Kemal’e yaklaştırmıştır. Yine aynı şekilde, Ankara’da TBMM’nin açılışıda, oluşan bir durumu/fırsatı değerlendirme şeklinde olmuştur. Ülke mutlaka birmeclis/parlamento tarafından yönetilmeliydi. Bütün çağdaş uluslar bir tek yönetim şeklini tanıyorlardı: Ulusal egemenliğe dayalı yönetim.[41]Ancak bir ülkede iki ayrı Meclis olamazdı. Bu bir nevi ayrımcılık ve bölücülük olurdu. İngilizlerin 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal etmesi, ardından Osmanlı Mebusan Meclisine saldırması Gazi’ye bu fırsatı vermişti.[42]
Saltanatın kaldırılması günlerinde değişen koşullar, geleneksel düzeni savunan Başbakan Rauf Orbay’ı şimdi padişahlığa son verilmesini desteklemeye zorluyordu.[43]Yukarıda ayrıntılarıyla aktarıldığı gibi, “Ben nankör değilim, padişaha bağlılık borcumdur.” diyecek kadar padişaha sadık bir kişinin Mecliste padişah aleyhine birkaç defa ağır sözlerle konuşma yapması tamamen, İstanbul hükûmetininde Lozan’a katılmakta diretmesinin sonucudur. Millî Mücadele’nin İhtilal Bildirgesi mahiyetindeki Amasya Tamimi’ne imza atmış olan R.Orbay, İstanbul hükûmetinin de Lozan’a katılmasıyla kazanılan zaferin bir işe yaramayacağını,akan şehit kanlarının heba olacağını çok iyi biliyordu.
Rauf Bey, Saltanatın Ilgası Kanunu’nun kabul edilişinin ardından tekrar kürsüye çıkmış ve o günün Hz. Peygamber’in mübarek doğum gününe de rastladığını ve bunda bir hayır olacağını işaret ederek, o günün bayram olarak kutlanmasını teklif etmişti. Teklif, alkışlararasında kabul olundu.[44]Bunun üzerine ülkenin her yöresinde kutlama törenleri düzenlenmiş, 101 pare top atışları yapılmıştı.[45]
Bilindiği gibi Millî Mücadele Dönemi’nin ilk resmî bayramı, TBMM’nin açılışının 1. yıl dönümü olan 1921yılında kabul edilmiş olan “23 Nisan Bayramı”dır.[46]İkinci bayramı ise “Hâkimiyet Bayramı”dır. Saltanatın kaldırıldığı günün ertesi, yani 2 Kasım gününün (1/2 Kasım gecesi de dâhil) bayram kabul edilişi el kaldırarak yapılan oylama sonucu prensip olarak benimsenmiştir. Kanun şeklinde belirlenmesi ise sonraya bırakıldı. Söz konusu önerge, aradan bir yılkadar bir zaman geçtikten sonra, Cumhuriyet’in ilanından beş gün önce, 24 Kasım1923’te Mecliste görüşülerek, 362 sayılı Hâkimiyet Bayramı Kanunu ile kabuledildi. Bu bayram tüm yurtta 1935 yılına kadar resmî bayram olarak kutlanmıştır. Cumhuriyet’in tüm kurum ve kuruluşları ile vatan sathına yerleşmesi ve halkın Cumhuriyet’in nimetlerinden yeterince nasiplenmeye başlamasıyla, artık ülkede saltanat yanlılarının kalmadığı/kalmayacağı düşünülmüş ve bu bayram 1935 yılında 2739 sayılı Kanun’la yürürlükte kaldırılmıştır.[47]
Sonuç
“Saltanatın ve hilafetin kaldırılması”.Yazılması ve okunması kolay kısacık cümle. Bunları yerinden oynatmak, ülkeyi yerinden oynatmaya denk eylemlerdir. Bunların bir ülke için neleri ifade ettiğini sizlere değerli araştırmacı, rahmetli Aytunç Altındal’ın yorumuyla sunmak istiyorum:
“Mustafa Kemal’in Batı’nın ‘öncü’görüşlerinden yana olduğunun kesin kanıtı, saltanatın kaldırılması, hilafetin ilgası ve kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanımasıdır. Türkiye, örneğin kadınlara seçme ve seçilme hakkını Fransa ve İsviçre’den önce tanımıştır. Ve Mustafa Kemal tüm bunları kan dökmeden gerçekleştirmiştir. Bugün birileri çıkıp ta Vatikan’ı lağvetmeye ve Papa’yı atmaya kalkışsa, sonuç ne olur düşünebiliyor musunuz? Yada padişahlığın kaldırılmasını ele alalım. Bugün birileri çıkıp ta başta İngiltere kraliçesi olmak üzere, Hollanda, Belçika, İsveç krallarını ılga ile sürmeye kalkışsa yer yerinde oynar. Oysa hem Vatikan hem de krallıklar gericiliğin ve çağ dışılığın sembolleridir. Çok uygar ve çağdaş olmakla övünen Batı kapitalizmi henüz bu iki çağ dışı kurumdan bile yakasını kurtaramamıştır.”[48]
Günümüzden yaklaşık 40 yıl önce, İran İslam Devrimi’ni izliyorduk. Yıllarca süren bu değişimde ne kadar kan aktıbiliyor muyuz? Günümüzde yine Orta Doğu coğrafyasında rejim değişikliği hareketleri izliyoruz. Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Cezayir’de dökülen kanların ölçüsünü bilen var mı? Atatürk’ün tüm bunları kan dökmeden başarmasına ne dersiniz?
Son cümle olarak şunları yazalım:Saltanatın kaldırılması Cumhuriyet’e giden yolda en büyük engelin aşılması olduğu kadar, Atatürk Devrimi’nin ilk büyük adımıdır. Bu adım; siyasal,toplumsal, kültürel ve ekonomik alanlarda atılacak adımların, girişilecek atılımların geçmişin alışkanlıkları, inanışları, düşünüşleri içinde değil, yeni dönemin çağdaş, ulusçu anlayışı doğrultusunda gerçekleştirileceğinin ilk büyük zaferidir.[49]
[1] Turgut Özakman, Cumhuriyet,Bilgi Yayınevi, 28. Basım, Ankara, 2009, s. 120.
[2] Suna Kili, Türk Devrim Tarihi III, Yenigün Haber Ajansı, İstanbul, Kasım 2000, s. 34.
[3] Seçil Akgül, Halifeliğin Kaldırılması ve Laiklik, Turhan Kitapevi, Ankara, Tarihsiz, s. 62.
[4] Paul Dumont, MustafaKemal, çev.: Zeki Çeliker, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1993, s. 98.
[6] Hıfzı Topuz, BanaAtatürk’ü Anlattılar, Remzi Kitapevi, 2. Baskı, İst. 2010, s. 21.
[7] Ergün Aybars, TürkiyeCumhuriyeti Tarihi-1 (Kuruluş), Zeus Kitapevi, 3. Baskı, İzmir, 2007, s. 339.
[8] Lord Kınross, Atatürk,Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Türkçesi: Ayhan Tezel, Sander Yayınları, 5.Baskı, İstanbul, 1973, S. Akgül, age.,s. 59.
[9] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Sadeleştiren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. E. SemihYalçın, Berikan Yayınları, Ankara, 2009, s. 498.
[11] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, Cilt: III., Remzi Kitapevi, 16. Baskı, İstanbul,1999, s. 55. Aybars, age., s. 341.
[12] Naşit H. Uluğ, SiyasiYönleriyle Kurtuluş Savaşı, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1973, s. 285.
[13] Bülent Tanör, Kuruluş,Kuruluş Üzerine On Konferans, Yenigün Haber Ajansı, İstanbul, Temmuz 1997,s. 12.
[14] Aydemir, age.,s. 56.
[15] Kemal Atatürk, Nutuk,Cilt: III., Vesikalar, Devlet Kitapları, 15. Basım, ME Basımevi, İstanbul,1982, s. 1236, 1237.
[16] Aybars, age.,s. 340.
[17] Uluğ, age.,aynı yer.
[18] Tevfik BIYIKLIOĞLU, Atatürk Anadolu’da, YenigünHaber Ajansı, İstanbul, 2000, s. 68, 69.
[19] Şerafettin Turan, TürkDevrim Tarihi, 2. Kitap, Bilgi Yayınevi, 4. Basım, Ankara, 2012, s. 276.
[21] Özakman, age.,s. 99.
[23] Özakman; age.,s. 101.
[24] Aydemir; age.,s. 59.
[25] Turgut Özakman, Vahidettin,Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul, 1998,s. 53.
[26] Özakman; Cumhuriyet,s. 108.
[28] Aybars, age.,s. 341.
[29] Şerafettin Turan, MustafaKemal Atatürk, Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, Bilgi Yayınevi, 2. Baskı,Ankara, 2008, s. 368.
[30] Hanri Benazus; NiçinAtatürk, Bizim Kitaplar, İstanbul, 2012, s. 553.
[31] Aydemir, age.,s. 59.
[33] Nutuk, age.,s. 502, 503.
[34] Aybars, age.,s. 342.
[35] Özakman, age.,s. 370, dipnot 91. Turan, Mustafa KemalAtatürk, s. 369.
[36] Doğan Avcıoğlu, MilliKurtuluş Tarihi IV., Tekin Yayınevi, İstanbul, 1974, s. 1314.
[37] Kili, age.,s. 33. Kinross, age., s. 534.
[38] Özakman, Cumhuriyet,s. 120.
[39] Atatürkİlkeleri ve İnkılap Tarihi-I, Anadolu Ü. Açıköğretim Fak. Yay., s. 145.
[40] Kili, age.,aynı yer.
[41] Özer Ozankaya, CumhuriyetÇınarı, Dördüncü basım, Ankara, 1999, s. 252.
[42] Suna Kili; TürkDevrim Tarihi I., Yenigün Haber Ajansı, İstanbul, Ekim 2000, s. 83, 84.
[43] Aybars, age.,s. 181, 182.
[44] Aydemir, age.,s. 63. Akgül, age., s. 65.
[45] Turan, TürkDevrim Tarihi, s. 281.
[46] Özen Topçu; Atatürkve Samsun, Samsun Fuarlar Birliği Yayını, Erol Ofset, Samsun, 2005, s. 214.
[47] Önder Güney, Türkiye’ninİlkleri, İsim Yayınları, Ankara, 2011, s. 98.
[48] Aytunç Altındal, DününBelgeleri Yarının Tarihi, Destek Yayınları, Ankara, 2007, s. 32.
[49] Kili, TürkDevrim Tarihi III., s. 34.