TÜRKİYE’DE AYDIN SORUNU ÜZERİNE BİR YAKLAŞIM

07 Nisan 2016 13:13 Prof. Dr.Temel ÇALIK
Okunma
9449
TÜRKİYEDE AYDIN SORUNU ÜZERİNE BİR YAKLAŞIM

 
 
Prof. Dr. Temel ÇALIK
  Arş. Gör. Emre ER

Giriş
Aydın kavramı; dilimizde kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli kimse, münevver, entelektüel anlamlarında kullanılmaktadır[1]. Aydın, üzerinde fazlaca yazılıp çizilen ancak neredeyse her dünya görüşünün kendi değer yargılarına uygun olarak farklı şekillerde tanımlanan oldukça kapsamlı bir kavramdır. Genellikle aydın kavramı ile entelektüel açıdan yetkin, bilgili ve akıllı kimseler; yol gösterici, rehber konumundaki fikri önderler kastedilmektedir. 19. yüzyılda Rusya’da aydınlara entelijansiya denmiş ve bu terim de aydın kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılagelmiştir. Münevver ve aydın kavramları genellikle aynı anlamları ifade etse de münevver kavramı ile daha geniş bir anlamın karşılandığı bilinmektedir. Hem münevver kavramı hem de daha sonraları kullanılagelen aydın kavramı esasen Fransız aydınlanmasından esinlenerek oluşturulmuştur[2]. Bu bağlamda Türk aydınlarının yüzünü ve gönlünü Batı’ya çevirmelerinin felsefi temelleri arasında, aydın olmanın Batılı olmak ile eş değer görülmesine neden olan bir varsayımın yattığından bahsedilebilir.
Kitleleri ikna etmenin kolaylaştırılması ve iktidarların ontolojik temellerinin sağlam bir şekilde atılması açısından her devirde düşünce ve fikir dünyasında yoğun tartışmaların yaşandığı ve çoğu zaman keskin cepheleşmelerin olduğu bir gerçektir. Gramsci[3]; aydınları organik ve geleneksel olmak üzere ikiye ayırdığı yaklaşımında, her sosyal sınıfın kendi sosyoekonomik gereksinimlerini karşılamak amacıyla gerekli bilgi ve tecrübelere sahip olan uzmanlarını organik aydınlar; belirli bir sınıfla doğrudan bağlantısı olmayan, toplumsal değer ve geleneklere sahip çıkan ve toplumsal tarihin devamlılığını sağlamayı hedefleyenleri ise geleneksel aydınlar olarak tanımlamıştır. Gramsci, geleneksel aydınları var olan değerlerin korunması bağlamında daha muhafazakâr ve organik aydınları ise değişen koşullara uyum sağlama yetenekleri yönüyle daha liberal bir çizgide ifade etmektedir. Bu tanımlama ile aydınların toplumsal katmanlarla ilişkileri ve farklı toplumsal sınıflara olası katkıları vurgulandığı için üzerinde önemle durulmuştur. Bununla birlikte aydınların bulundukları ülkelerde ayrı bir sınıf olarak tanımlanmaları tartışmalı bir konudur[4]. Bu durumun oluşmasında aydın kavramının yukarıda ifade edilen çok farklı anlamlara gelmesi ve bunun bir sonucu olarak toplumsal karşılığının değişkenlik göstermesi etkili olabilir. Başka bir deyişle aydınların, sermaye ve iktidardan bağımsız olarak dayandıkları müstakil bir güç odağı veya üzerinde ittifak edilen toplumsal bir tasavvurları bulunmamaktadır.
Tarihî Süreç İçerisinde Türk Aydını
    Aydınların kendi değerlerine yabancılaşmaları konusunda fikir yürüten Cemil Meriç, Türk aydınının uzun süreli ikilemlerini anlatmaktadır. Meriç[5], aydınların millet ile aynı dili konuşması gerektiğini ifade ederek “Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan, mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur; maruz kalmaz, seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişidir.” demektedir. Bu noktada aydınların en önemli özellikleri arasında, diğer insanlar ile iletişim kurması, bağımsız hareket edebilmesi ve eylemlerine yansıyan güçlü bir iradesinden bahsedilebilir. Bununla birlikte az gelişmiş ülkelere has bir durum olarak sadece eğitim görmek, bireylerin bulundukları toplumda aydın olarak görülmelerine neden olmaktadır[6]. Bu durum eğitimin sadece belirli bir zümrenin ilgi ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurgulandığı ülkelerde oldukça yaygındır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma dönemlerinde eğitimin sınıfsal bir temelde yürütüldüğü ve sadece belirli bir azınlığın iyi eğitim ve kültür olanaklarına erişebildiği düşünüldüğünde, eğitim almış kişilerin aynı zamanda aydın olarak anıldığı hatıra gelir.
Türk aydını kavramı ele alındığında üç tarihsel dönemden bahsetmek mümkündür. Bunlar; Tanzimat Dönemi, Cumhuriyet Dönemi ve Çağdaş Türkiye Dönemi olarak sıralanabilir. Tanzimat ve Cumhuriyet Dönemleri Türk tarihinde yeni bir devrin başlangıcı olarak ifade edilmektedir. Tarih sahnesinden silinme tehlikesi ile karşı karşıya kalmış bir milletin unsurları olarak felsefe, fikir ve aksiyon adamları kısacası Türk aydınları bir medeniyetin en sancılı dönemlerinde yaşamanın tarifsiz meşakkatlerini bütün alanlarda hissetmişlerdir. Batı aydınlarına göre Türk aydınlarının temel farklılıkları; Osmanlının devlet düzeni, İslamiyet’e dayalı dünya görüşü ve Batılılaşma olarak ifade edilmektedir[7]. Tanzimat Dönemi ve sonrasında gerçekleştirilen bütün iyileştirme çabaları ve düşünsel mücadeleler mutlak bir mağlubiyetin ardından gerçekleştiği için dağılma sürecine sürekli millî değerlerin aşağılandığı ve bu değerlerden duyulan mahcubiyete çoğunlukla nefretin eşlik ettiği bilinmektedir. Aslında Türk aydının ortaya çıkmasında etkili olan olaylar Batı’da olduğu gibi geleneksel yapıya yerleşen radikal dinamiklerin sarsıcı etkileriyle değil, Batı karşısındaki mağlubiyetlerin sonucu geride kalmışlık hissinin yaygınlaşmasıyla birlikte gelişmiştir[8]. Aydınların görüşlerine ihtiyaç duyulmasını sağlayan olayların Batı kaynaklı olması, bir anlamda aydınların öncelikle Batı’yı okumalarını zorunlu kılmaktadır. Bu dönem aydınlarının karakteristik özellikleri arasında yüzeysel bir ilericilik anlayışının hâkim olması ve Batıcılık dışındaki bütün görüşlerin dışlanması yer almaktadır[9]. 19. yüzyılda Osmanlı toplumu ciddi bir arayış ve yöneliş içerisine girdiğinden aydın kesimi Avrupa politikalarını ve yönetim felsefesini genellikle aynen benimseme eğilimindedir[10].
Devletin dağılma sürecinin ancak bazı modernleştirme uygulamalarının taklit edilmesiyle engellenebileceğini savunan aydın kitlesinin belirleyici özelliği, halktan kopuk olmalarıdır.[11] Bir anlamda aydınlar arasında Türk milletinden ne kadar uzaklaşılırsa Batı’ya o kadar yakın olunacağı ve bu sayede gelişmiş milletler arasına girilebileceği varsayımı kabul görmektedir. İmparatorluğun son dönemlerinde bozulan sosyal adaletin bir sonucu olarak devletin her kademesinde yer tutmuş beceriksiz devlet adamlarına tahammül göstermek zorunda kalan Anadolu insanı, bir süre de Tanzimat aydınlarının Avrupa sokaklarında boy gösterip Boğaz’a nazır yalılarında ahkâm keserek memleketin kaderini tayin etmelerine rıza göstermek durumunda kalmıştır. Sadece yönünü değil gönlünü de Batı’ya çevirmiş olan bu aydınlar, bohem bir hayat sürmektedirler. Turhan[12], halkın tavır ve zevklerinden uzak durmayı marifet sayan dönem aydınlarının kültürel hoyratlığından bahsetmektedir. Başka bir ifadeyle halkın medeniyet anlayışı ile aydınların medeniyet anlayışı arasında büyük bir uçurum oluşmaktadır.
 Batı karşısında hemen her alanda alınan ağır yenilgiler sonucunda Batı’nın mutlak üstünlüğünü kabul etme yaklaşımı toplumun ve maalesef aydınların önemli bir bölümünde hâkim olmuştur. Bu görüşe göre kurtuluşun yegâne yolu Batı’yı harfiyen taklit etmek ve bu sayede muasır medeniyetler düzeyine ulaşmaktır. Tarihin Sonu ve Son İnsan adlı kitabında Fukuyama[13], Batı medeniyetinin insanlık için ulaşılabilecek nihai nokta olduğunu vurgulayarak diğer bütün medeniyetlerin büyük bir gayretle Batı medeniyetine rücu etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu düşünce; oldukça oryantalist bir algılamayla Batı’nın ulaşılabilecek en son nokta olduğunu iddia ederek evvela Batı’ya gerçeküstü bir güç atfetmeyi, ardından kendinden utanmayı ve milletini hor görmeyi kapsamaktadır. Bu görüşün tam karşısında konumlandırılabilecek görüşe göre yeniden dirilişin yolu öze dönmekten ve Batı’yı reddetmekten geçmektedir. Günümüzde de bu görüşü savunanların olduğu ve tartışma kabul etmeyen evrensel doğrulara dahi direnç gösterdikleri unutulmamalıdır. Bu düşünceyi benimseyen insanların karakteristik özellikleri arasında geçmişe duyulan aşırı bağlılık ve özlem öne çıkmaktadır. Ne var ki özellikle sosyal olguların dengesi geçmiş ile geleceğin sentezi sonucu ortaya çıkmaktadır. Son olarak Türk modernleşmesinde yeterince temsil edilmeyen üçüncü bir anlayışa göre yeniden büyük bir medeniyet inşa etmenin yolu öze bağlı kalmak kaydıyla gerçekleştirilecek bir sentezden geçmektedir. Anadolu’yu pergelin sabit ucu olarak gören bu anlayışın mensupları; Müslüman Türk medeniyetinin asli unsurlarına bağlı, millî bir davanın hamisi, bağımsızlığı ve özgürlüğü önceleyen bir düşünce anlayışına sahiptir.
Tanzimat Dönemi sonrası yetişen yeni aydın tipi, toplum içinde oynadığı rol bakımından ulema tipini çağrıştırmaktadır.[14] Maddi ve manevi unsurlardan beslenen yeni aydın, karakter olarak eski aydına göre oldukça farklı özelliklere sahiptir. Yazara göre Osmanlının son dönem aydınları ile Cumhuriyet’in ilk dönem aydınları arasındaki en belirgin fark, yeni aydınların maddi iktidara karşı aydınlatıcı ve tenkit edici bir rol oynaması ve manevi gücünü doğrudan doğruya akıldan, hürriyet duygusundan ve vicdandan almasıdır. Milletleşme sürecine giren Türk milleti için aklı üstün tutan ve devlet-birey ilişkilerinin kanunlar çerçevesinde yeniden düzenlenmesine dayanan Cumhuriyet idaresi, Atatürk’ün deyimiyle fikri ve vicdanı hür nesiller yetiştirmeyi amaçlamıştır.
Doğu toplumlarında Batı karşısında yenilmişlik duygusunun oluşturduğu travmaların bir sonucu olarak aydınların fikren bölünmesi doğal karşılanabilir. Güngör’e göre[15] Doğu toplumlarındaki aydınlar Batı medeniyetini kavrayıp aktarmak veya dinî usulleri esas alan bir yaklaşımı benimsemek arasında yaşanan şiddetli çatışma ekseninde ayrışmaktadır. Cumhuriyet devrimleri yoluyla önemli siyasi ve kültürel değişimlerin yaşandığı ülkemizde mektepli-medreseli ayrımında özellikle bu iki dünya görüşünün izlerini görmek mümkündür. Taklit ve tenkitte aşırılığa gidilmesi şeklinde özetlenebilecek bu iki yaklaşım bağlamında, mektepliler halktan uzaklaşmaya ve başka kültürel kalıplara benzemeye oldukça istekli davranırken medrese etrafında mütecessim olan anlayış makul ve gerekli değişimlere dahi oldukça ağır eleştiriler yöneltmiş ve sosyolojik açıdan merkezden düşerek çevrede tutunmaya çalışmıştır. Bu durumun toplumsal olarak büyük ayrışmaların önünü açabileceği ve uluslaşma sürecinde olan bir milletin varlığını tehdit edecek çapta büyük tehlikelere neden olduğu yakın tarihimizdeki birçok hadise ile kanıtlanmıştır. Bununla birlikte Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet gibi köklü değişimlerin odağında yaşanan bu ayrışmalar, Türk düşünce dünyasının diri kalmasını sağlamış ve söz konusu çatışmaların ortaya koyduğu kaotik ortam önemli eserlerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Türk aydını kendini tanımlarken bile başkalarının onu nasıl algıladığına öncelikle önem vermiştir. Aydınlar yaşanan sorunlar karşısında çoğu zaman millî tepkiler verememiştir. Türkiye’de sosyal ve siyasal alanda yaşanan buhranların kaynağında aslında bir bakıma aydın ve millet arasındaki uçurumun etkisi inkâr edilemez. Türkiye’de aydınların entelektüel derinlik sahibi olmaktan ziyade ideolojik kalıplar içerisine sıkıştığı söylenebilir. Bu nedenle Türkiye’de ve az gelişmiş ülkelerde aydın Batı’dakinin tersine milleti ile emredici bir dille iletişim kurmakta ve bir nevi millete haddini bildirme aracı olarak görülmektedir[16].
Kış Uykusu filminin yönetmeni, aydınlara yönelik eleştirilerini şöyle ifade etmektedir: “Bıçak kemiğe dayandığında kendini kandırma yeteneklerinin son derece gelişmiş ve kıvrak olduğunu, yaptıkları hemen her şeyi birtakım erdemlerle süsleme eğilimlerini söyleyebilirim. Vicdan, ahlak gibi temel kavramları çok fazla kullanmaları ve bunu sürekli kendilerini temize çıkartmak için yapmaları. Kendini korumak için harcanan enerjinin yarısı kendini tanımak ve gerektiğinde gerçekle yüzleşmek için harcansa, aslında çok daha büyük yüklerden kurtulunacaktır.”
Turan[17]; münevver taassubu olarak kavramsallaştırdığı durum ile kitlelerin bireysel sorumluluk almaktan kaçınarak kurtarıcı beklemesini, aydınların da imtiyazlı konumlarını korumaları ve bilgilerini kitlelerin özgür düşünmelerini kolaylaştırmak yerine bir tahakküm aracı olarak kullanmalarını ifade etmektedir. Toplumu diğer üyelerinden daha çok bilmeyi ve olayları daha çabuk kavramayı bir üstünlük aracı olarak kullanan aydınlar, bilenler ile bilmeyeneler arasındaki uçurumu genişletmekten öteye gidememektedir. Güngör (1996); aydınların, taassubun kökeninde dinin yer aldığını düşündükleri için öncelikle dine inanmayarak toplumsal olarak taassubun yok edileceğini düşündüklerini ifade etmektedir. Yazara göre esasen sadece kendi görüşlerini hakikat zannederek herkese bu görüşleri kabul ettirmeye çalışan aydınların hiçbir dinî dogmada olmadığı kadar tehlikeli vehimlerle hareket ettiklerini vurgulamaktadır.
Cemil Meriç, "Türk aydını yangından kaçar gibi uzaklaşıyor memleketten. Hayır, kirlettiği bir odadan kaçar gibi." sözleriyle aslında aydınların en çok yakındığı kültürel yozlaşmanın müsebbibi olarak yine aydınları göstermektedir. Maalesef Türkiye’de aydın kavramı o kadar hırpalanmış ve kötüye kullanılmıştır ki bugün birisini aydın olarak işaret etmek neredeyse hakaret etmek anlamına gelir olmuştur. Aydınlar; bilgisini ve görgüsünü bu yetenek ve yeterliklere sahip olmayanlara karşı bir tahakküm aracı olarak kullanmaya çekinmeyen, Yalçın Küçük’ ün[18] deyimiyle zoru gördüğünde kaçan, tembel ve ün peşinde olmaktan kendini alamayan kimseler olarak tanımlanmaktadır.
Atatürk, idealindeki aydın karakterinin özellikleri arasında bilhassa bilginin bir baskı aracı olarak kullanılmaması gerektiğini şu sözlerle vurgulamıştır: “Terbiye ve tedriste tatbik edilecek usul (yöntem), malumatı (bilgiyi) insan için fazla bir süs, bir vasıta-ı tahakküm (baskı aracı) yahut medeni bir zevkten ziyade maddi hayatta muvaffak olmayı temin eden amelî ve kabil-i istimal (işe dönük ve kullanılabilir) bir cihaz hâline getirmektir.”
Sonuç
Bilgiyi millete bir anlamda üstünlük sebebi olarak gören aydınlar, Türk milletinin hayatta kalma azmini ve kararlılığını, dinamik yapısını, göçebe bir toplum olarak diğer medeniyetlerden farklılıklarını yeterince önemsememişlerdir. Antropolojistlere göre genel olarak göçebe toplumlar söz, yerleşik olanlar ise göz medeniyeti olarak sınıflandırılmaktadır. Türk milleti; yaşama savaşını içinde bulunduğu mekâna göre değil, zamana göre vermiştir. Türkler, genellikle aynı mekânda kök salacak ve bulunduğu yerle duygusal bağlar kuracak kadar uzun zaman geçirmediğinden, zamana odaklanmış ve sürekli hareket etmişlerdir. Bu olgu; ritim duygusu ve günü belirli parçalara bölme isteğinde, resim yerine musikinin gelişmesinde, yazılı anlatım yerine sözlü anlatımın daha ön planda olmasında oldukça etkilidir. Bir anlamda Türk milleti durup resmetmeye vakit bulamamış, derdini söze, şiire, deyişlere dökmüştür. Özetle bütün bunları anlayarak Türk milletinin özünü kavramak arzusunda olmayan, bilmeyen ya da bilmek istemeyen bir aydın tipolojisi ile karşı karşıya kalındığı bir gerçektir.  
Tarihin her döneminde milletlerin fikrî olarak gelişmelerinde toplumun daha çok okuyup yazan kesimleri sorumluluk almıştır. Türk aydınından beklenen, öncelikle Anadolu’dan başka gidecek yeri olmayan Türk milletinin kaygı ve sevinçlerini; duygu ve düşüncelerini anlamak olmalıdır. Bunu yapabilmek için öncelikle Türk aydınlarının; ne kadar uzağa gidilirse gidilsin, bu topraklardan başka varoluş hikâyesi olmayacağını kabul etmesi gerekmektedir. Türk aydını denildiğinde milletin fikir, duygu ve hayallerinin önünü açan, varlığını milletin kendisine borçlu olan ve milletin kaderini değiştirmeyi gaye edinmiş bir dava adamı profilinden bahsetmek zor görünmektedir. Hiçbir gücün önünde eğilmemesi için yargı mensupları, üniversite hocaları ve din adamlarının cübbelerinde düğme yer almamaktadır. Konumları gereği aydın olarak görülen bu üç zümrenin hâli, maalesef istenilen durumdan çok uzaktadır. Bir bölümü milletten ümidini kesmiş, diğer bir bölümü ise milleti çeşitli tahakküm araçlarıyla hizaya getirmeye çalışan aydın zümrelerinin milletin geleceğini şekillendirmesini beklemek zordur. Türk aydınından beklenen; Türk milletine yürümeyi öğretmek yerine, milletle birlikte koşmasını bilmek olmalıdır.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen; sorumluluklarını yerine getirmeye çalışan, azımsanamayacak sayıda Türk aydınının varlığı da bir gerçektir. Anadolu’yu yeniden diriltecek düşünce ve bilgiyi üretecek Türk aydını; öncelikle kendisini sorgulayarak millî menfaatleri, şahsi çıkarlarının önünde görmelidir. Türk milleti, geleceğinden asla umutsuz değildir. Tarihte medeniyetler inşa etmiş olan milletimiz, bunu önemli ölçüde aydınlarına borçludur. Türk hükümdarları her zaman aydınları öncelemiş, toplumda saygın bir konum elde etmelerine yardımcı olmuşlardır. Bugün de beklentimiz; aydınların sorumluluklarının farkında olması, toplumun da aydınlara gereken değeri vermesi ve saygıyı göstermesidir.
 
Kaynaklar


[1] TDK (2015), Büyük Türkçe Sözlük, Ankara: TDK.

[2] Güngör, E. (1996), Sosyal Meseleler ve Aydınlar, İstanbul: Ötüken Yayınevi.

[3] Gramsci, A. (1967), Aydınlar ve Toplum (çev. V. Günyol, F. Edgü ve B. Onaran), İstanbul: Çan Yayınları.

[4] Subaşı, N. (1996), Türk Aydınının Din Anlayışı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

[5] Meriç, C. (2014), Kırk ambar, İstanbul: İletişim Yayınları.

[6] Güngör, S. (2001), Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Yıllarında Politikacı-Aydın İlişkisi, Ankara: Nobel Yayınları.

[7] Kılıçbay, M. A. (1994), Cumhuriyet ya da Birey Olmak, Ankara: İmge Yayınları.

[8] Yaşar, Ö. (2011), Ziya Gökalp, Hilmi Ziya Ülken ve Erol Güngör Örneğinde Dine Yaklaşımları ile Türk Aydını. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Dumlupınar Üniversitesi, Kütahya.

[9] İlhan, A. (2004), Aydınlar Savaşı, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

[10] Ortaylı, İ. (2006), Tanzimat Adamı ve Tanzimat Toplumu (Editörler: H. İnalcık ve M. Seyitdanlıoğlu) Tanzimat: Değişim sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, ss. 283-316. Ankara: Phoenix Yayınları.

[11] Görmez, K. ve Altunoğlu, M. (2009), Aydın- Halk Çelişkisi ve Mümtaz Turhan. Aramızdan ayrılışının 40. yılında Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sempozyumu, Ankara.

[12] Turhan, M. (2001), Kültür ve medeniyet, Türkiye Günlüğü, 67, 85-93.

[13] Fukuyama, F. (2011). Tarihin Sonu ve Son İnsan, İstanbul: Profil Yayınları.

[14] Kaplan, M. (2006), Mustafa Reşid Paşa ve Yeni Aydın Tipi (Editörler: H. İnalcık ve M. Seyitdanlıoğlu) Tanzimat: Değişim sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, ss. 317-324. Ankara: Phoenix Yayınları.

[15] Güngör, E. (1981), İslam’ın Bugünkü Meseleleri, İstanbul: Ötüken Yayınları.

[16] Ülgener, S. F. (2006), Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, İstanbul: Derin Yayınları.

[17] Turan, O. (1981), Türkiye’de Siyasi Buhranın Kaynakları, İstanbul: Nakışlar Yayınevi.

[18] Küçük, Y. (1984), Aydın Üzerine Tezler: Cilt 1, İstanbul: Tekin Yayınevi.