ÜLKEMİZDE YATIRIM SORUNU ve TARİHÎ ARKA PLANI

05 Ağustos 2024 11:50 Doç.Dr.İsmet TÜRKMEN
Okunma
193
ÜLKEMİZDE YATIRIM SORUNU ve TARİHÎ ARKA PLANI

ÜLKEMİZDE YATIRIM SORUNU ve TARİHÎ ARKA PLANI
Prof. Dr. İsmet Türkmen

Yatırım harcamaları özel yatırıma benzer şekilde, belirli bir dönemdeki mal ve hizmete talep oluşturan ancak cari harcamalardan farklı olarak üretim altyapısını güçlendirmeye yönelik harcamalardır. Genişletici etkileri cari harcamalara benzerdir. Bu tür harcamalar karşılıksız olarak yapılır ve ekonomik etkileri transferin niteliğine göre değişebilir . Planlı döneme girildikten sonra bölgeler arası gelişmişlik farklılıklarını azaltmaya yönelik tedbirler ağırlık kazanmıştır. Bu hedefler doğrultusunda, kamu sektörü, ülkenin geri kalmış yörelerindeki yatırımlara önemli bir araç olma niteliğini de elde etmiştir. Yatırım, amaca göre değişik şekillerde tanımlanabilmektedir. En çok bilinen tanımı itibarıyla yatırım, mevcut sermaye malları teçhizatı ve stokuna belirli bir devre içinde yapılan net ilavedir . Başka bir ifadeyle belirli bir zaman döneminde ekonomideki hasılanın yeni yapılar, üreticinin yeni donatımı ve stoklardaki değişme şekline dönüşen kısmıdır.  Maillet , az gelişmişliğin nedenlerini; “Kapitalist ülkeler yönünden amaç her zaman kendi öz gelişmelerini sağlamaktır. Fakat, burada çeşitli yollar söz konusudur. Genellikle kolay erişilebilen en kazançlı ve verimli kaynaklardan yaralanma isteği, artık değeri ele geçirme amacı, sermayenin ve üretilen malların ihracı için pazar bulma zorluğu ile hareket edilir. Burada söz konusu olan, gerçekte az gelişmişliğin doğrudan nedenleri değil, emperyalizmi ve sömürgeciliği doğurarak oradan az gelişmişliğin ortaya çıkmasına yol açan dolaylı nedenlerdir.”   şeklinde anlatmaktadır. Bu ifadelerden de hareketle Türkiye örneğinde az gelişmişlik olgusunun açıklanması daha kolay görünüyor: Dar anlamda bir sömürgeleşme olmadığı gibi, ülkede yabancı egemenliğinin belirgin bir biçimde yerleşmeye başlaması da ancak 19. yüzyılın ortalarına doğru özellikle Avrupalıların ekonomi üzerinde mahallî denetimi kurması, yabancı bankalar açılması, hemen arkasından gelen sınai faaliyetler, madencilik ve demir yolu işletmeleri ile olmuştur.
Türkiye’nin durumunda göze çarpan özellikler, ülkenin yavaş yavaş bir yabancı egemenliği altına girmesi özellikle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde görüldüğü üzere giderek az gelişmişliğe doğru yol alması ve başlangıçta daha çok ticari alanda kendini gösteren dış baskılara karşı direnememesidir . Aşağıda 1927 ve 1955 sayımlarına göre, Türkiye’de okuryazarların durumu gösterilmiştir:
Türkiye’de Okuryazarlar  (‰)
Yıllar    Okuma Yazma Bilmeyenler    Okuma Bilenler    Okuma Yazma Bilenler    Meçhul    0-5Yaş
    Erkek    Kadın    Erkek    Kadın    Erkek    Kadın    Erkek    Kadın   
1927    4.036    5.354    -    -    852    260    7    7    33.133
1935    4.366    6.979    4    8    1.823    652    -    -    3.295
1940    4.759    6.547    -    -    2.439    829    -    -    3.247
1945    4.537    6.584    8    8    3.292    1.265    -    -    3.076
1950    4.516    6.819    -    -    4.055    1.725    6    4    3.753
1955    4.292    7.063    2    6    5.479    2.436    6    3    4.698

Yukarıdaki tablodan anlaşılacağı üzere, Türkiye’deki okuma yazma bilenlerin sayısı yıldan yıla artmakta ve bu çoğalma bilhassa erkekler zümresinde daha belirli bir ilerleme kaydetmektedir. Gerçekten 1927’de bütünüyle nüfusumuzun %89,3’ü okuma yazma bilmezken, bu oran 1955’te %58,6’ya gerilemiştir. Buna karşın okuma yazma bilenlerin oranı aynı yıllar içinde %10,6’dan %40,9’a yükselmiştir. Yine aynı devrede erkekler arasında okuma yazma bilenlerin oranı %17,4’ten %55,8’e yükseldiği hâlde, kadınlar arasında bu oran, %4,7’den %25,5’e artış göstermiştir .
TÜRKİYE’DE YATIRIM KONUSUNDA KARŞILAŞILAN SORUNLAR
Bu bölümde öncelikli olarak ülke insanının temel sorunlarını irdelendikten sonra, planlı dönemde, tarım ve sanayi gibi ekonomimizin temelini oluşturan sektörler açısından yatırımı engelleyen faktörler değerlendirmeye çalışılacaktır.
1- Türk Toplumunun Temel Sorunları
a) Hızlı Nüfus Artışı
Türkiye’de il esasına göre yapılan ilk sayım 1927 yılına rastlar. Bu tarihten sonra ikinci sayım 1935’te yapılmış ve bunu takip eden her beş senede bir, sayım yenilenmiştir. Buna göre XX. yüzyılın ilk yarısında yapılan nüfus sayım neticeleri aşağıda gösterilmiştir:
Türkiye Nüfusu (1927-1960)
Yıllar    Nüfus    Artış Miktarı    Yıllık Artış Oranı (‰)
1927    13.648.270    -    -
1935    16.158.018    2.509.748    21.3
1940    17.820.950    2.662.932    19.8
1945    18.790.174    969.224    10.7
1950    20.947.188    2.157.014    22.9
1955    24.064.763    3.117.575    28.8
1960    27.800.831    3.745.068    29.8

Bu tablodan da anlaşılacağı üzere, ülkemizde XX. yüzyılda nüfus artışı kuvvetli bir tempo ile devam etmiştir. Bu artışın sebepleri şu şekilde izah edilebilir: 1927- 1935 seneleri arasında, yani sekiz sene zarfında, 2,5 milyonluk artış kısmen zahirî olmakla birlikte, 1927 sayımında, türlü sebepler nedeniyle bir miktar nüfusun (400 bin civarında tahmin ediliyor), saklanmış olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan 1927 rakamının tama manası ile gerçeği yansıtmadığı kabul edilebilir. Diğer taraftan 1935 rakamını suni bir şekilde yükselten başka bir neden de mevcuttur. 1927 yılından sonra ülkeye giren göçmenlerin sayısı fevkalade artmıştır (200 bin civarında). 1935 -1940 senelerinde de artışın şiddetle devam ettiğini görüyoruz. Bu devrede ülkeye giren göçmenlerle (120 bin civarında) ana vatana ilhak edilen Hatay’ın nüfusu (208 bin) 1940 nüfusundan çıkarıldığı edildiği takdirde, nüfusumuzun artış miktarı biraz azalacaktır. 1940- 1945 devresinde nüfusumuzdaki artışta yavaşlama yaşamıştır. Bu devrede her şeyden önce hiç göç hareketi olmamıştır. Savaş yılları içinde bulunulması nedeniyle, nüfusun artışını azaltan bazı sebeplerde mevcuttur. Bu devrede bilhassa doğumların azalmış olması akla gelebilir. Doğumların azlığı, bir başka sebebin de izlerini taşımaktadır. Bilindiği üzere en fazla doğum 25-35 yaşlarındaki ana ve babalara isabet eder. 1940 -1945 devresinde bu yaşta bulunan nesiller, I. Dünya Savaşı’nda dünyaya gelmiştir. Hâlbuki bu yıllarda meydana gelen çocukların mevcudu normalin altında bulunuyor. İşte bu bakımdan doğumların azlığı, velut nüfusun eksikliği ile de yakinen alakalı görülüyor. Bu ifadeler ışığında; bir taraftan doğumların azalması, diğer taraftan ölümlerin çoğalması 1940-1945 devresinde nüfusumuzun normal şekilde yükselişini önlemiş ve yıllık artış oranının ‰10,7 civarında kalması sonucunu ortaya koymuştur. 1945–1950 yıllarında nüfusumuzun şiddetle artmağa başladığını görüyoruz. Bilindiği üzere savaşlardan sonra doğum oranı genellikle normalin üstünde bir şiddetle yükselir. Ayrıca, 1950 nüfusunu suni olarak yükselten diğer bir nedenin göçmenler olduğunu ve bu devrede ülkeye takriben 75 bin göçmenin girdiği göz ardı edilmemelidir. 1959–1960 devresinde ülke nüfusu en kuvvetli artışı göstermiştir. Ancak, 1950–1955 yılları arasında ülkeye giren göçmenler toplam rakamdan çıkarıldığı takdirde, tabii artışın biraz düşeceği açıktır. Nitekim, 1950 ve 1953 yılları arasında ülkeye aşağı yukarı 125 bin muhacirin girdiği kale alınacak olursa, 1955 nüfusumuzun azalma göstereceği anlaşılır. İşte bütün bu nedenler Türkiye nüfusunun tetkik konusu edilen devrede çoğalmasını sağlamış ve yıllık artışı, Avrupa’nın en yüksek seviyesi olan yaklaşık %3 oranına ulaştırmıştır . 1971 yılında kişi başına düşük düzeyde bulunan yurt içi gelir. AET ülkeleri ortalamasının 1/6’sı dolayındadır. 1970 nüfus sayımı sonuçlarına göre 35,6 milyon kişi olan nüfus, yılda ortalama %2,7 gibi, AET ülkelerine oranla yüksek bir hızla artmıştır.
b) Dağınık Yerleşme
Nüfusun %67’si kırsal alanda yaşamaktadır. Nüfus baskısı sonucu köyden kente yapılan göçler, kentleşme hızının büyümesine ve dengesiz bir kentleşme kalıbının doğmasına yol açmıştır. 1971 yılında yerleşme birimi sayısı 74.000 dolayındadır. Dağınık yerleşme, yatırımların önemli bir kesiminin üretkenliği sınırlı alanlara yöneltilmesini zorunlu kılmıştır. Ayrıca, Batı tüketim normlarının kentlerde zamansız ve gereksiz biçimde yayılması tüketimi hızlandırıp gelişmeye dönük kısıtlanmaktadır. TBMM’de köylerin sorunlarına ilişkin olarak Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm, Tarım, Orman ve Köyişleri komisyonları raporlarının görüşülmesi sırasında, bu sıkıntısının en yoğun olarak hissedildiği yerlerin başında Güneydoğu ve Doğu Anadolu olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu yerleşim alanları üzerindeki vatandaşlara kamu ve altyapı hizmetlerinin götürülmesini zorlaştırdığına işaret edilerek özellikle bu meskûn sahaların güvenlik hizmetlerini sağlamak için de büyük sıkıntılar çekildiğine işaret edilmiştir. Bu amaçla Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu'nun sorunlarına çözüm getirmek amacıyla bu sahalardaki yerleşim birimlerinin bir araya toplandığı takdirde; güvenliğin ve bu sahaların altyapı sorunlarının kolaylıkla sağlanabileceğine işaret edilmiştir .
c) Gizli İşsizlik ve Dengesiz Gelir Dağılımı
1972 yılı itibarıyla 15,8 milyon dolayındaki iş gücü arzı, mevcut iş gücü talebini 2 milyonu aşmaktadır. 1995 yılında iş gücü arzının 28,4 milyona yükseleceği tahmin edilmektedir. Bu durumda, 13-14 milyon kişiye ek iş olanağı yaratılması zorunlu olacaktır.  Türkiye’de iş gücü farklı koşullarda çalışan gruplardan oluşmaktadır. Bu gruplar; Türkiye’de mevcut işsizler, gizli işsizler ve sosyal sigorta ve sendikal sistem dışında çalışanlar, Türkiye’de sosyal sigorta ve sendikal sisteme giren teşkilatlarda çalışanlar,
•    Yabancı ülkelerde iş bularak Türkiye düzeyi üstünde olanaklarla çalışanlardır.
Son 10 yıllık gelişmeler sonucunda ortaya çıkan bu durum Türkiye’de iş gücünün sosyal adalet ilkesiyle çelişen üçlü bir yapı kazanmasına yol açmıştır. Örneğin, 1972 yılında yurt içinde yaratılan gelirde tarımın payı %28, sanayinin %23, hizmetlerin ise, %49’dur. Yurt içi gelirin %28’ini yaratan tarım sektörü yaklaşık olarak nüfusun %67’sine geçim kaynağı olmaktadır. Ayrıca, gelir grupları ve bölgeler arasındaki gelir dağılımı da dengesizdir.
d) İç Tasarruf Açığı ve Kredileme Sistemi
Düşük gelir düzeyinin sonucu olarak iç tasarruflar hızlı bir kalkınmayı gerçekleştirecek büyüklüğe erişememekte ve kalkınmayı sınırlayan önemli bir etmen olmaktadır. Ayrıca para ve kredi kurumlarının ve sermaye piyasasının sanayileşmenin gerektirdiği yapıda olmaması, kredilerin planlarda öngörülen önceliklere yöneltilmesini ve ekonominin istenen yapıya ulaşmasını engellemektedir.
e) Üretim Yapısı ve Teknoloji
Sanayi, genellikle ekonomik büyüklükteki birimlerden oluşmamaktadır. Bu durum, en uygun teknolojinin benimsenmesini önlemektedir. Teknik tecrübenin gelişmemiş olması, teknolojilerin verimli kullanımını ve yapıya uydurulmasını güçleştirmektedir. Teknolojinin geriliği açık bir şekilde ihracat ürünlerinin yapısına yansımaktadır. Teknolojik gelişme, nüfus yoğunluğu ve bugünkü tarımsal yapı içinde gereğince değerlendirilemediğinden tarımsal üretim artışı yeteri kadar hızlı istikrarlı olmamaktadır. Ayrıca hızlı bir sanayileşme gerçekleştirilemediğinden ve sanayinin millî gelir içindeki payını arttıran önemli bir yapı değişikliği sağlanamadığından, sorunlar giderek büyümektedir. Kurulu sanayi genellikle tüketim malları sanayileri olup, ara malı ve yatırım malları üretimi ekonomide henüz gereken ağırlığı kazanamamıştır. Ara malları ve yatırım malları sanayileri girdiler yönünden büyük ölçüde ithalata dayalıdır. Bu durum ve sanayinin ekonomik olmayan birimlerinden oluşması maliyetlerin yüksekliğine kaynak israfına yol açmaktadır.  Ülkemizde sanayi sektöründe sermaye yetersizliği, önemli bir sorun olmuştur. Kredi organizasyonunun eksikliği, sermaye yetersizliğini daha belirgin hale getirmiştir. Toplam kredilerin ancak %3-5 dolayı sanayi sektöründe kullanılmıştır. Ayrıca bu kredilerin büyük çoğunluğu yüksek faizli ve kısa vadelidir. Sermaye yetersizliğinin giderilmesi için yatırımları arttırılması; başka bir deyimle millî gelirin daha büyük bir kısmının yatırıma yöneltilmesi gerekli görülmüştür. Türkiye’de ortalama yatırım eğilimi 1963 yılında %14 iken, devamlı artarak 1969 yılında %18’e yükseltilmiştir. 1972 yılında bu oranın %20’nin üzerinde olduğu tahmin edilmektedir . Bu gelişme sevindirici olmakla beraber sanayileşmiş ülkelerde bu oranın daha yüksek düzeyde olduğunu görmekteyiz.  Planlı dönemin başında gerekli sermaye birikiminin sağlanabilmesi için uzun vadeli ve yıllık üretim artışının %28’inin yatırımlara tahsis edilmesi gerektiği tahmin edilmektedir. Oysa ikinci plan dönemi sonunda ancak %21’e ulaşmış bulunuyordu.  Başka bir araştırmada yatırımların gayrisafi millî hasılaya oranı, iki plan döneminde şu şekilde bulunmuştur. Türkiye’de Yatırımların Gayrisafi Millî Hasılaya Oranı

Yıllar    1963    1964    1965    1966    1967     1968    1969    1970    1971    1972
GSMH% olarak    15.4    15.1    15.7             17.2    17.7    19.3    20.2    20.2    17.8    19.7

Tablodan da anlaşılacağı üzere; yatırımların GSMH’ye oranı yılda ortalama %5 dolayında artmıştır. Bu verilere dayanarak, yatırım eğiliminin yıldan yıla artış göstermesine rağmen bu artışların gerekli sermaye birikimini sağlamakta yetersiz kaldığını söyleyebiliriz.  Türkiye’de sermaye piyasası 1969 yılına kadar hiç yok denecek kadar az gelişmiştir. Bu yılın sonundan itibaren sermaye piyasasının kurulmasına elverişli bir ortam doğmuştur. Bunun sonucu olarak 1970 yılında çeşitli özel kuruluşlar piyasaya tahvil ve hisse senetleri arz etmeye başlamışlardır. Ancak, sermaye piyasalarının tam teşekkül etmemiş olması ve fiyatların hızla yükselmesi nedeniyle, sanayi kuruluşlarının tahvil ve hisse senetlerine pek rağbet edilmemiş, bu yolla sanayide yeteri miktarda yatırım finansmanı mümkün olmamıştır.  merkezler dışında, şehirleşme beklenilen ölçüde hizmet verecek bir gelişme gösterememiştir. Bu bölgeler uzun süre kamu görevlileri için cazip olmadığından yeterli sayıda ve nitelikte eleman bulundurma daima bir sorun olmuş, bunların değişme hızı oldukça yüksek seyretmiş ve sonuçta devlet yatırımlarının ağır yürümesi söz konusu olduğu gibi bazı temel hizmetler de yeterince verilememiştir. Bu hâliyle söz konusu bölgeler yakın tarihe kadar özel müteşebbise cazip gelmemiştir. Bu nedenle de bu bölgelerin sanayileşerek gelişmesi sağlanamamıştır.    
Bu dönemde tarım ve sanayi sektörlerinin yanı sıra, hayvancılıkta ise, düşük olan verimin arttırılması için meraların ot veriminin arttırılması, hayvan hastalıklarıyla mücadele edilmesi ve hayvan barınaklarının yapılması gerekmektedir . Esas itibarıyla bölge zengin bir hayvan nüfusuna sahip olmasına rağmen yukarıda zikretmeye çalıştığımız problemlerin yanı sıra şu unsurlarda dikkatimizi çekmektedir:
•    Tüketim bölgelerine uzaklığı kesilmiş olarak sevk organizasyonunun ve araçlarının yetersizliği
•    Güneydoğudaki kaçakçılık
•    Çayır ve otlakların kalitesiz ve verimsiz hâle gelmiş olması
•    Sınai yemin gerektiği kadar kullanılamaması
•    Bilgili hayvancılığın olmayışı
•    Beslenme sisteminin çok kötü olması
•    Ahır ve ağılların son derece ilkel oluşu
•    Damızlıkların şeklen bozuk, damızlık kabiliyetinin zayıf ve verimin düşük oluşu
•    Gerekli ilaç ve aşıların olmayışı veya zamanında sağlanamaması yüzünden hayvan hastalıklarının büyük kayıplara sebep olması
•    Hayvan ürünlerinin değerlendirilmesini sağlayacak üretim müesseselerinin yetersizliği veya hiç bulunmayışı
•    Hayvancılık kredisinin tarım kredisi yanında çok düşük oluşu, verilen bir kısım kredinin ise (Et-Balık Kurumu) sadece satın alma kredisi şeklinde oluşu dolayısıyla bölgenin, kendi kalkınmasında büyük rol oynayacak, bir zenginlikten aldığı pay çok küçük kalmaktadır. 
Türkiye’de kamu yatırımlarının yükleniciler eliyle yaptırılması, devletin elinde denetimi gerçekleştirecek yeterli sayı ve nitelikte eleman, araç ve gerecin bulunmasının da etkisiyle kamu yatırımlarının hem zaman açısından büyük ölçüde aksamasına hem de kalitenin çok düşük olmasına yol açmıştır. Bu aksamaların devletten kaynaklanmış olanlarını şu şekilde sıralamak mümkündür: Birim fiyat uygulaması: ihalelerde uygulanan birim fiyatlar Türkiye’nin her yerinde aynı olmaktadır. Fakat inşaat giderlerinin maliyeti açısından doğu ve batı illeri arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır. Ayrıca doğu ve güneydoğu illeri arasında da inşaat maliyetleri açısından önemli farklar bulunmaktadır. Böyle bir yapı içerisinde birim fiyatların aynı olması bu bölgelerdeki birçok ihalelere talip çıkmamasıyla sonuçlanmaktadır.
Bürokratik aksamalar: İhale dosyaları illere çok geç gönderilmekte, Sayıştay vizesine tabii şartlarda ise Sayıştay vizesi çok gecikmektedir. Bu durum ise inşaat mevsiminin genellikle kısa bu bölgelerde bir inşaat mevsiminin yitirilmesine yol açmaktadır. Diğer bürokratik aksama nedeni ise ödeneklerin zamanında gönderilmemesi ve yıllık ödeneklerin bir inşaat mevsiminde yapılabilecek işe göre ayarlanmasıdır. Bu durumda doğrudan yatırımların gecikmesine ve zaman kaybına sebep olmuştur.
f) Denetim Eksikliği
Devletten kaynaklanan bu aksamaların yanı sıra yüklenicilerden kaynaklanan aksaklıklar da vardır. Özellikle kaliteli yüklenici bulmak güçtür. Yerli yüklenicilerin diğer illerden gelen yüklenicileri engellemeleri ve kendi aralarında anlaşmaları buna karşılık kamunun ihaleyi istediğine verme yetkisinin olmaması ve kamunun yüklenicilere âdeta teslim olmasıyla sonuçlanmaktadır .  
g) Yetersiz Eğitim ve Sağlık Hizmetleri
Yaygın ve örgün eğitim sistemi, günümüzde, kalkınmanın ve özellikle sanayileşmenin iş gücünde gerektirdiği mahareti ve teknoloji üretimini sağlayacak düzeyde değildir. Sağlık tesisleri ve personeli, toplumun gereksinmelerini karşılayacak nitelik, nicelik ve yaygınlıktan yoksundur.
h) Dış Ticaret Açıkları ve İhracatın Yapısı
Dış ticaret açığı (mal ihracatı ile mal ithalatı arasındaki fark), yıldan yıla artmaktadır. Tarımsal ürünlerin ihracat olanakları gerek dış talep gerek arz yönünden sınırlıdır. Geleneksel ihraç ürünlerinden en önemlileri (tütün, pamuk, fındık, kuru üzüm) 1971 yılında ihracatın %57’sini, pamuk ise tek başına ihracatın %30 kadarını oluşturmuştur. Sanayi ürünü ihracatı, devalüasyona rağmen toplam ihracatın ancak %20’sini meydana getirmektedir. Madencilik alanında ise, çeşitli nedenlerle potansiyel, yurt içinde yeterince değerlendirilemediği gibi, cevher ve işlenmiş maden ihracatı da arttırılamamaktadır. 1971 yılında, ara malı ve yatırım malı ithalatı, toplam ithalatın %90’ını oluşturmaktadır. Sadece ara malı ithalatı, toplam ithalattın %60’ı kadardır. Kalkınmanın doğal sonucu olarak, ara malı ve yatırım malı talebinde meydana gelen gelişme, ithalatı hızla arttırmaktadır. Mal ihracatı ile mal ithalatı arasında bu nedenlerle gittikçe artan fark, işçi gelirlerindeki olağanüstü gelişmelerle ve dış yardımlarla karşılanabilmektedir. Ancak, bu durum dış ekonomilerdeki gelişmelere duyarlılığı arttırmaktadır .
2. Tarım Faaliyetleri ile İlgili Sorunlar
Türkiye yer şekillerinin engebeli olması nedeniyle, ziraat bakımından verimsiz arazinin çoğalmasına sonucunu ortaya koymuştur. Aşağıda da Türkiye topraklarının muhtelif kategorilere göre bölünüşü 1960 yılı rakamlarına göre şu şekildedir:
Türkiye Topraklarının Bölünüşü (1960)
Tarla arazisi23.26429,9
Çayır ve meralar28.65836,9
Bağ ve bahçeler2.060  2,7
Ormanlar10.58413,6
Ürün getirmeyen topraklar13.13216,9
Yukarıdaki tablodan anlaşılacağı üzere, Türkiye topraklarının takriben %17’si, ürün sağlanamayan topraklarla kaplıdır. Bu oranın 1958 yılında, Fransa’da %17, Avusturya’da %13, İsviçre’de %24, İtalya’da %11, Batı Almanya’da %13 ve Norveç’te %73’e yükseldiği dikkate alınırsa, bizde mahsul alınamayan toprakların fazla olmadığı düşünülebilir. Ancak Türkiye topraklarının engebeli olması tarla arazisinden, meralardan ve hatta ormanlardan bile istifade şartlarını son derece zorlaştırmıştır. Ülkemizde takriben 13 milyon hektarlık arazi, dağlık, taşlık ve göllerle kaplı olduğu gibi, geri kalan arazinin de tamamıyla ziraata elverişli oluğu söylenemez. 10 milyon 584 bin hektar arazi, orman ve çalılıklarla kaplıdır. Takriben 25 milyon hektar ise, ekilip biçilir tarla arazisi ile bağ ve bahçelere aittir. Üstelik bu arazinin hepsinin ziraata elverişli olduğu da söylenemez çünkü dağlık olan arazinin büyük oranda engebeli olduğu için, buralarda ziraat yapmak son derece zordur. Bu bakımdan Türkiye’de tarla ziraatının diğer birçok ülkelere kıyasla daha büyük bir tahdit altında bulunduğu muhakkaktır . Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, ülkemizin tarım açısından en önemli sorunlarının başında sulama gelmektedir. Sulama faaliyetlerinin daha iyi koşullar altında yapılabilmesi için, sulama tesislerinin öncelikle ele alınması gerekir.  1960 yılından sonra tarımda makineleşmenin hızla yayılmasına rağmen işlenen toprakların ancak 1/3’ü traktörle işlenebilmektedir. Bu nedenle makineleşmeye daha fazla ağırlık verilmesi zorunludur. Ülke şartlarında makine, suni gübre, ilaç vs. gibi modern girdiler genellikle pahalı ve fazla sermaye gerektirmeyen kaynaklardır . Türkiye’de arazi mülkiyet sistemi, tarım üretimini geriletmekte, teknolojik gelişme programlarının uygulanmasını önlemekte ve birçok sosyal sorun yaratmaktadır. Bu nedenle tarımsal yapıyı ıslah edecek, kiracılık ve ortakçılık koşullarını iyileştirecek toprak reformunun da yapılması gerekir. Bu sorun özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi için önemlidir . Bölgedeki toprak mülkiyeti ilişkileri, sanayi müteşebbis tipinin yetişmesi olanağını da önlemektedir.  Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, üçüncü plan döneminde kanunlaşan, toprak reformu çalışmalarına Urfa ilinden başlanmıştır. Bu toprak reformu çalışmalarının önemli harcamalar gerektirmesi, tarım kesimindeki yatırımlarla ilgili sorunlardan birisi olmuştur. Ülkemizde tarımda özellikle uzun vadeli kredi yetersizliği, yatırımları aksatan önemli unsurlardan birisidir. Ülkemizin 1960 ve 1980 yılları arasında toplam kredilerinin ancak %25’ i tarım kredisi olmuştur.
3. Sanayi Faaliyetleri ile İlgili Sorunlar
Türkiye’de nüfus yoğunluğunun azlığı, dâhil sanayinin gelişmesini önlemektedir. Bilindiği üzere, bir ülkede yeni sanayi branşlarının kurulması ve bunların ilerlemesi, her şeyden önce üretimi yapılan sanayi ürünlerinin sürümüne bağlıdır. Üstelik nüfusun azlığı, işçi teminini de zorlaştırdığı için, nüfusu az olan başata doğu illerinde ve diğer benzeri sahalarda uzun müddet sanayi tesislerinin kurulması mümkün olamamıştır.
4. Terör Nedeniyle Yatırımların Aksaması
Cumhuriyet tarihimizde bilhassa 1960’lı yıllardan sonra yoğunlaşarak ülke gündemine yerleşen terör faaliyetlerinin en önemli nedenlerinden biri; ülkemizi ekonomik hedeflerinden uzaklaştırmak ve az gelişmişlik seviyesinde tutmaktır. Ülkemizde terörizmle mücadele için aktarılan rakamlara baktığımızda görülen devasa bütçe bize bu gerçeği açıkça göstermektedir.  Terörizmin toplumda meydana getirdiği gerginlik; ülkemizin ekonomik, siyasi ve kültürel gelişme sürecinin önünde karşımıza bir engel olarak çıkmaktadır. Terör birinci öncelikli halledilmesi gerekli sorun olarak görüldüğü sürece ileriye dönük hamlelerin sürekli geciktirilmesine neden olmaktadır . Ayrıca, terör sadece bir güvenlik sorunu olarak değerlendirilemez çünkü ekonomik, politik, psikososyal ve özellikle kültürel boyutlara sahiptir. Toplumsal istikrarsızlık, sosyal disiplinsizlik, ekonomik kriz ve siyasi bunalım terörün ana kaynağıdır.  Türkiye uzunca bir süredir etnik temele dayandırılmağa çalışılan birtakım terörist faaliyetlere karşı mücadele etmektedir. Bu örgütlerin en etkilisi olarak özellikle Türkiye’nin güneydoğusunu ve bu bölgede yaşayan vatandaşlarımızı hedef alan PKK’yı görmekteyiz. Bu bölücü terör örgütüne karşı uzun zamandır verilen mücadele sonucu askerî müdahale yanında psikolojik, ekipman, stratejik ve örgütün finans kaynaklarını kurutma gibi mücadele şekillerinin de önemi görülmüştür. PKK terör örgütü yıllardır ideolojik bir savaş yürütmektedir ve bu ideolojik savaş, sıcak savaştan daha tehlikelidir. Amacı, Türk milletinin asli fonksiyonlarını işleyemez hâle getirmek suretiyle Türk devletini yıkmak; yerine Türk milletine yabancı ideolojik bir düzen kurmaktır. Bu hususta ülkemizin gündemini yaklaşık son 30 yıldır meşgul eden terör olaylarına ilişkin olarak değerlendirme yapan Cumhurbaşkanı Kenan Evren 14 Aralık 1987 tarihli Meclis açış konuşmasında, bölgede giderek eylemlerini yoğunlaştıran terör örgütünün siyasi yapıda zemin arayışlarına şu ifadeleri ile işaret etmiştir: “Kurulması hayal edilen komünist partinin programında yer alan bazı hedefler şöyledir: Stratejik aşamanın amacı devrimin koşullarını hazırlamaya yöneliktir. Strateji ise, yeni bir rejim için mücadeleyi öngörür. Burjuva parlamentarizmi ve burjuva demokrasisinin uzantısı olan cumhuriyet rejiminin nimet ve imkânlarından istifade ederek amaca ulaştıktan sonra, stratejik amaç ve görevlerin belirlenmesi temel ilkelerdendir. Türk milletinin bir bölümünün yaşadığı doğu ve güneydoğu bölgeleri, gerektiğinde Misakımillî sınırlan dışında da düşünülebilir. Bu amaç için dinin politikaya alet edilmesi ve silahlı kuvvetlerin doğrudan politika içine çekilmesi gereklidir. İşte, parti programında yer alan böylesine fikir ve politikalarla, Türkiye'nin ne denli sonu meçhul ve karanlık yollara sürüklenmek istendiğinin bilinmesi ve ona göre hareket edilmesi gerektiği düşüncelerini taşımaktayım.”  
Ülkemizdeki ayrılıkçı terör örgütünün özellikle dış unsurlardan destek aldığını söyleyebiliriz. 2 Nisan 1992 tarihli TRT TV–1 kanalı Siyasi Parti Liderlerinin Katıldığı Açık Oturum programında Bülent Ecevit’in, Alparslan Türkeş’in, Erdal İnönü’nün, Necmettin Erbakan’ın, Süleyman Demirel’in ve Mesut Yılmaz’ın ülkemizdeki teröre dış devletlerin destek verdiği yönündeki ortak söylemleri, hayli düşündürücüdür. 1980-1990 yılları arasında TBMM kayıtlarında bu meseleye ilişkin dikkatimizi 47 soru önergesi ve iki gizli oturum çekmiştir. Meseleye ilişkin önergelerde güneydoğu olaylarının ardında siyasi, askerî, sosyoekonomik nitelik taşıyan iç ve dış etkenlerin yer aldığına, bu amaçla olayların ve ardındaki nedenlerin kapsamlı bir şekilde Meclis gündemine alınması, kısa ve uzun vadeli önlemlerin tespiti ve soruna köktenci çözümler getirecek ortak bir yaklaşımla millî bir politikanın oluşturulmasına işaret edilmiştir . Bahsi geçen bu millî politikanın dâhilinde “Sosyoekonomik önlemler, kısa ve uzun vadeli planlar, bölge halkının devlete bağlılığı artırılması ve mutlaka desteğin sağlanması, sanayinin gelişmesinde devletin sorumluluk üstlenerek, devlet desteğinde özel sektörün özendirilmesi doğrultusunda teşvik tedbirlerinin artırımı, bütün bölgede, eğitim, sağlık hizmetleri, ulaşım, haberleşme, elektrik götürme, hızla, en ileri düzeylere getirilmesi” önemle vurgulanmıştır. Millî Savunma Bakanlığı harcamalarını GSMH’deki payı zaman içinde azalış göstermekle birlikte 1987 yılında en düşük seviyeye inmiştir. Bu tarihten hemen sonra harcama değerleri artış göstermiş, bu artışın yaşanmasına karşın Bakanlığın harcamalarında, 1999 yılı hariç, artışlar yoğunlaşmıştır. Terör eylemlerinin şiddetlendiği ve yaygınlık kazandığı 1980’lerin sonlarından itibaren İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı’nın GSMH’den aldıkları paylar fevkalade artış göstermiştir. İçişleri Bakanlığı harcamalarının GSMH’den aldığı pay 1980’li yılların sonuna kadar %0.05 ile %0.1 arasında değişirken, 1990’lı yıllarda %2 dolayına ulaşmıştır. Benze şekilde Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma genel Komutanlığının paylarında 1980’li yılların sonlarından itibaren artışlar gözlenmiştir.

Güvenlik Harcamalarının GSMH İçindeki Payları  (%)
    Millî Savunma Bakanlığı    İçişleri Bakanlığı    Emniyet Genel Müdürlüğü    Jandarma Genel Komutanlığı
1976    2.77    0.08    0.47    0.26
1977    2.94    0.14    0.53    0.25
1978    2.41    0.10    0.56    0.24
1979    3.21    0.08    0.54    0.23
1980    0.10    0.52    0.28    -
1981    2.85    0.07    0.45    0.25
1982    2.27    0.06    0.39    0.21
1983    2.61    0.07    0.45    0.25
1984    2.38    0.06    0.44    0.23
1985    2.10    0.05    0.42    0.22
1976-1985 Ortalama    2.61    0.08    0.47    0.24
1986    2.18    0.05    0.44    0.22
1987    1.92    0.08    0.48    0.22
1988    2.02    0.10    0.45    0.21
1989    2.22    0.13    0.54    0.25
1990    2.51    0.17    0.63    0.28
1991    2.57    0.21    0.76    0.35
1992    2.94    0.22    0.79    0.44
1993    2.67    0.21    0.69    0.57
1994    2.61    0.21    0.69    0.57
1995    2.63    0.19    0.63    0.48
       
Bölgede terörün önlenmesi hususunda özellikle GAP yatırımının üzerinde hassasiyetle durulurken, bölge illerinin kalkınmasında, özel bir uygulama takip edilmiş, teşvik belgeli yatırımların tutarı, 1983 yılında 183 milyarken, 1989 Ocak-Ağustos döneminde bu rakam 1 trilyon 180 milyar TL olmuştur. Yine 1983 yılında teşvik edilen yatırımlarla, bu yörelerde 6.575 kişiye istihdam imkânı öngörülürken, bu rakam 1986 yılında 22.991'e çıkmıştır. 1988 yılında ise, verilen teşvik belgeleriyle 20.347 kişiye istihdam imkânı sağlanmıştır. 1983 yılı sonu itibarıyla, bölge illerindeki köylerden 2.039'una elektrik götürülmüş (Bu rakam %43'lük bir elektriklendirmeyi ifade etmektedir.). Bu oran, 1984, 1985, 1986, 1987 ve 1988 yıllarında, sırasıyla, %52, %71, %87, %96, %98,3 olmuştur. 1989 program uygulaması sonunda ise, bütün köylere elektrik hizmetinin götürülmesi büyük oranda tamamlanmıştır. Ayrıca, GAP kapsamına giren yörelerin süratle kalkındırılması, yatırımların gerçekleştirilmesi için, plan, altyapı, ruhsat, konut, sanayi, maden, tarım, enerji, ulaştırma ve diğer hizmetleri yapmak veya yaptırmak; yöre halkının eğitim düzeyini yükseltmek için gerekli tedbiri almak veya aldırmak; kurum ve kuruluşlar arasındaki koordinasyonu sağlamak üzere, Başbakanlığa bağlı Güneydoğu Anadolu Projesi Bölge Kalkınma İdaresi Teşkilatı kurulmuştur . Terör nedeniyle Olağanüstü Hâl Bölge Valiliğine; 1992 yılı için 269.364.150.000 TL, 1993 yılı için 366.781.250.000 TL, 1994 yılı için 486.912.000.000 TL ve 1995 yılı için 635.027.250.000 TL bütçe ödeneği ayrılmıştır.  Burada özellikle şu hususa da dikkat çekmek gerekmektedir. 1990’lı yıllarda devlet terör harekeleri ile mücadele etmek için önemli miktarlarda kaynak ayırmak zorunda kalmış, bunun sonucunda bölge ve ülke genelinde kamu yatırımlarının azalması ve GAP gibi büyük boyutlu kalkınma projelerinin büyük ölçüde ertelenmesi gibi durumlarla karşı karşıya kalınmıştır. Terör eylemlerinden bölgede en fazla zarar gören hizmet alanı ise şüphesiz eğitim sistemi olmuştur. Bu doğrultuda Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde terör eylemleri sebebiyle kapalı okullar ülkemizin geleceğine de önemli bir darbe vurmaktadır.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Terör Nedeniyle Kapalı Okullar
İller    Terör Sebebiyle Kapalı Okullar    Binası Yıkılan Okul    Toplam
Ağrı    40    30    70
Batman    123    134    136
Bingöl    245    5    250
Bitlis    233    5    238
Diyarbakır    493    20    513
Elâzığ    19    -    19
Erzurum    3    18    21
Erzincan    -    1    1
Iğdır    75    12    87
Kars    9    16    25
Mardin    111    18    129
Siirt    146    15    161
Şırnak    170    18    188
Tunceli    252    30    282
Van    84    37    121

Sonuç olarak, asayiş sorunları, özellikle doğu illerinin iktisadi yönden gelişememesinin önemli sebeplerinden birisini oluşturmakla birlikte, yatırımların yapılabilmesi için kullanılacak harcamalar güvenlik ve asayişin sağlanması için kullanılmış, bu da bölgenin geri kalmasında etkili olmuştur. Bölücü unsurları tetikleyen emperyalist gayelerle hareket eden güçlerin kışkırtma faaliyetleri sonucu ortaya çıkan sosyal bunalımlar, asayiş önlemlerinin artmasına etki etmiştir. Bütün bu yaşanılan gelişmeler asayiş harcamalarında yapılan arttırmaların diğer yatırımların önüne geçmesine neden olmuştur. Bölgede millî bütünlüğümüze, yöre halkının can ve malına kasteden ciddi olaylara karşı alınan sıkıyönetim önlemlerine rağmen, meydana gelen terör, katliam ve sabotaj eylemlerine yönelik bir mesafenin alınamadığı gününüzde de karşı karşıya kaldığımız bir geçektir.