MİLLÎ İRADENİN MİMARI: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

11 Şubat 2025 11:33 Doç.Dr.İsmet TÜRKMEN
Okunma
71
MİLLÎ İRADENİN MİMARI: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

MİLLÎ İRADENİN MİMARI: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 

Prof. Dr. İsmet TÜRKMEN 
Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü e-posta: iturkmentug@gmail.com.

GİRİŞ
Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğindeki kadroların ve aydınların söylemlerinin, Millî Mücadele’nin ilk günlerinden itibaren bunu modernleşme, yenilikçilik ve millileşme kavramlarından da görüyoruz. (Aktaş, 1996: 33). Atatürk’ün bizzat önderlik ettiği bu kavramsal bütünün, Kurtuluş Savaşı’nın ve Türk modernleşme hareketinin tarihsel seyrine yeni ve farklı bir yön verdiği söylenebilir. Atatürk, Türk toplumunun modernleşmesini esas olarak bir “yaşam nedeni”, bir “varoluş mücadelesi” olarak görüyordu. (Berkes, 2002: 54). Bu gerçeklikten hareketle Atatürk’e göre medeniyet inşa sürecinde ilerlemek ve başarıya ulaşmak varoluşun şartıdır. Ulusal devletin gerekliliği, özgürlük ve bağımsızlık hakkını temsil eden işlerle doğrudan ilgilidir. Bu düşüncelerin ışığında Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki yıllarda Türk toplumu için modernleşme çabalarımız kaçınılmaz hale gelirken, diğer yandan Lozan’da bağımsızlığını resmileştiren yeni Türk devleti de yüzünü gösterme ihtiyacı duymuştur. Yeni devleti, “Modern özellikleriyle tüm dünyaya tanıtıyoruz.” diyen Atatürk’ün Batı medeniyetine yönelimi sadece coğrafi bir tanımlama ve yönelim olarak görülmemelidir. Avrupa’yı Batı medeniyeti için büyük bir laboratuvar olarak gören Atatürk, Osmanlı Devleti’nin yenilik politikasını milli olmaktan çok uzak görmüştür. “Sadece ulusal politikaya dayalı bir modernleşme hareketinin” mümkün olduğunu kabul eden ve “bizim için Türk milliyetçiliği dışında gerçek bir politikanın olamayacağını” açıkça ifade eden Atatürk Türk İnkılabının milliyetçilik ve medeniyet ilkeleriyle örtüştüğünü açıkça vurgulamıştır. Atatürk ile Batı’dan farklı bir şekilde Türkiye’nin akılcı devleti doğmuş ve uygulanamamıştır (Kocatürk, 1995: 327-328). Esasında Batı’nın uzun süreli gelişiminin bir sonucu olarak modernleşme, halk kitlelerinin geleneksel toplumu değiştirmesiyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’de ise devlet bürokrasisinin ve aydın kesimin değişim arzusunun etkisiyle inkılap yukarıdan aşağıya doğru evrilmiştir. Cumhuriyet’in ilanıyla anlam kazanan modernleşme, sosyal ve siyasî gelişmemizde, rejimle birlikte ortaya çıkan birtakım sıkıntılarımızın halledilmesinde büyük rol oynamıştır. Diğer taraftan modernleşme hareketine karşı bir direnme de Cumhuriyet’in ilanı ile kendini göstermiş, “iktidar mücadelelerinde siyasiler bu cereyandan istifade etmeyi” daima düşünmüşlerdir. Bu türden inisiyatiflerin yönelimi ise daha çok gelenekçiliği teşvik etmek ve kütlenin muhafazacı hissiyatını aydın kesimlere karşı düşmanca bir yönelime taşımıştır. Temellerini Osmanlı modernleşme sürecinden aldığını düşündüğümüz Türk İnkılâbı, toplumun yaşayış tarzını aklın imkânları ile sorgulamakta ve yeni bir terkip yapılabilmektedir. Böylece aklın prensipleri ile vicdanının öngördüğü esasların diyaloğu kurularak modernizme yeni bir mana ve mahiyet kazandırılmaktadır. İnalcık’a göre, “Türk aydını günümüzde bu gerçekleri açıkça tespit edebilmeli” ve bu sayede rasyonel esaslara dayalı yeni çağdaş yönetimi kurma çabası içine girebilmelidir (İnalcık, 1995: 170). Atatürk’ün Cumhuriyet ile gerçekleştirmeye çalıştığı idealden hiçbir farkı yoktur ve böylesine çağdaş bir devlet yaratma çabasından başka bir şey değildir. “Kültür Türkiye Cumhuriyeti’nin temelidir” sözüyle ifade etmeye çalıştığı felsefe, Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde var olan modern düşünce ve modern yaşamla bağları koparan bir anlayışı içinde barındıran bir düşünce sistemidir. Atatürk’ün düşünce sisteminde temel amaç, “değerleri ve özellikleri çerçevesinde” modern çağın ufkunu açmaktır (Çaycı, 1992: 650). Atatürk’e göre milli bağımsızlık, Türkiye’nin çağdaşlaşmasının gerekli bir unsurudur. Atatürk’e göre, “Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kat’i manasıyla millî hâkimiyetin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bundan ötürü hürriyetin de eşitliğin de adaletin de dayanak noktası millî hâkimiyettir”. Bu ifadedeki temel yaklaşımdan da hareketle, padişah rejiminden milli egemenliğe dayalı rejime geçişin tarihsel arka planını vererek, elde edilen başarının kamuoyu nezdindeki değerinin bilinmesini ve sahiplenmesini arzuluyoruz. İnkılapların önünde en büyük engel olarak güçlü ve işlek müesseseler yerine kişi egemenliğine dayanan saltanat rejiminin olduğunu düşünen Atatürk’ün, bu düşüncelerini 1907’de Selanik’te Türkolog Manol’a sarf ettiği şu sözlerden anlamak mümkündür: “gün gelecek şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacak. Sultanlık kaldırılmalıdır. Devletin temeli mütecanis bir temele dayandırılmaktadır…” (Irmak, 1984:5). Bu maksatla gerçekleştirilen siyasi inkılâpların, diğer köklü dönüşümlere yol gösterdiği gerçekliğinden hareket ederek, 1919-1924 yılları arasında Türkiye’nin siyasi hayatını etkileyen olaylar dikkate alınmaktadır. Millî Mücadele ve inkılâpların gerçekleştirdiği yıllara denk bu dönemin anlaşılması Türkiye Cumhuriyeti’nin varoluş felsefesinin kavramasına öncülük edecektir. Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen inkılaplarla bir yandan Ankara merkezli yeni bir devlet oluşturulurken, diğer yandan modern bir toplum inşası hedeflenmiştir. Bu doğrultuda, demokrasiyi ve ulusal iradeye dayalı bir cumhuriyet yönetim sistemini öngören Atatürk sırasıyla; Amasya’da 21-22 Haziran 1919’da, 23 Temmuz ve 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum’da, 4-11 Eylül 1919’da zemini hazırlamıştır. Bu kararlar sayesinde siyasi reformların temeli de oluşturulmuştur. Son olarak 23 Nisan 1920 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı sayesinde Kurtuluş Savaşı fikrine hem siyasi hem hukuki destek oluşturulmuştur. Kurucu Meclis 20 Ocak 1921’de yürürlüğe giren Anayasa ile sağlamlaştırılmıştır.