MİLLİYETÇİ HAREKETİN DESTANI

16 Nisan 2019 13:39 Gazi KARABULUT
Okunma
3865
MİLLİYETÇİ HAREKETİN DESTANI


                                                                                                                Eğitimci ve Yazar Gazi KARABULUT

 “Bizim Türk milliyetçileri olarak davamız, Türk milletinin varlığını yüceltmek ve ebediyen devam ettirmek davasıdır.”
Alparslan Türkeş

Tarihin derinliklerinden süzülerek günümüze ulaşan bir hareketin uzun destanını anlatmak ancak Türk’ün tarihî misyonunu anlamakla mümkün olabilir.
Türk milliyetçiliği fikrinin, Türk’ün tarih sahnesine çıktığı anlar itibarıyla, Mete Han ve Çiçi Yabgu’nun ifadelerinde göze çarpar. Tanrı adına yeryüzüne adalet yaymak ve Türk töresine uymak, şeklinde başlayan mücadele, hanlar, hakanlar aracılığıyla bütün Türk devletlerinin temel felsefesini oluşturmuştur.
Yakın tarihimiz açısından 1904 yılında Yusuf Akçura’nın yazdığı ve yaşadığı dönemin fikir hareketlerini ortaya koyduğu üç tarzı siyaset makalesinde yer bulan “Türkçülük” ideolojisi ve ardından 25 Aralık 1908’de kurulan Türk Derneği somut ilk adımlar olarak karşımıza çıkar.
1911 yılında çıkan Türk Yurdu dergisi ve 25 Mart 1912’de kurulan Türk Ocağı aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin de temelini atan “Türkçülük” şuurunu, siyasal zemine hâkim kılmıştır.
Ancak, özellikle 1940’lı yıllarda başlayan kurucu felsefeye yabancılaşma tutumu 1944’te “Türk milliyetçiliğine karşı bir zulüm seferberliğine” dönüşmüştür.
İşte o dönem de 1944 yılında emekli olan Mareşal Fevzi Çakmak, 1948 yılında Osman Bölükbaşı’nın da içinde yer aldığı bir grup ile Millet Partisini kurmuş ve milliyetçi muhafazakâr kavramları, Türk siyasetine taşımıştır.
Osman Bölükbaşı liderliğinde 1954 yılında kurulan Cumhuriyetçi Millet Partisi, 1958’de Türkiye Köylü Partisi ile birleşerek önce Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi daha sonra da 1969 yılında da Milliyetçi Hareket Partisi adını almıştır.
Milliyetçi Hareket Partisi, 12 Ekim 1969 Seçimlerinde sıcak bir mücadele ortamına rağmen, “güçlü ve müreffeh bir Türkiye” hedefini ortaya koymuştur.
O yıllarda Türkiye’deki fikrî karmaşa; tıpkı Osmanlının 1900’lü yılların başında yaşadığı belirsizliklere benzemeye başlamıştı. İşte bu siyasal düzlemde, 1900’lü yıllarda Ziya Gökalp’i arayışa iten ve “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde ifade ettiği yaklaşımın bir benzeri Alparslan Türkeş tarafından ortaya konmuştur.
“Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” yaklaşımı ile ifade edilen fikrî akım; 1967 yılında 9 Işık olarak biraz daha siyasal boyuta bürünmüştür.
Tabii Alparslan Türkeş’in 9 Işık ile ilgili ilk açıklamasını 1 Haziran 1966’da Taksim Meydanı’nda ardından da 2 Haziran 1966’da Milliyet gazetesinde açıkladığı bilinmektedir. 
9 ışık, hem CKMP’nin hem de 1969 yılı itibari ile MHP’nin ideolojik görüşü olmuştur.
Yeniye talip olurken köklerinden de kopmayan Türk milliyetçiliği hareketi o dönemde “öğrenen organizasyon” şeklinde ifade edebileceğimiz Ülkücü şuur temelli bir eğitim anlayışı ile “anlamlı bir müfredat” tarzında gençliğe ve Türk milletine umut olmuştur.
Alparslan Türkeş bu tezini, “Başta kapitalizm, liberalizm ve komünizm olmak üzere yabancı doktrinler ve yönetim sistemlerine karşı bağımsız son Türk devletini koruyabilmek için, millî bir görüş etrafında birleşmek”    için ortaya koymuştur.
Alparslan Türkeş, açmış olduğu yeni yol ile gençliği yetiştirmeyi ilk hedef olarak ortaya koyarken Türk milletinin meselelerine çözüm üretmeyi de esas almıştır. Bunu gerçekleştirmek için de millî hedeflere ihtiyaç olduğunu belirten Alparslan Türkeş dört noktaya dikkat çekmiştir.
1.    Sağlam manevi inanç ve yüksek ahlak sahibi olmak
2.    Kuvvetli millî şuur ve milliyetçilik ruhu taşımak
3.    İlim ve teknikte en yüksek seviyeye ulaşmak
4.    Sanayi ve tarımda modern, kitle hâlinde çok üretim yapabilmek.
Bu yaklaşımlar o dönem için toplumun içinde bulunduğu ekonomik ve sosyolojik meselelerin teşhisi ve çözümü adına bir anahtar niteliğindeydi. Yabancı doktrinlerin, Türk gençliğini ve Türk milletini başka milletlerin kontrolüne sokacağı endişesi ile ihtiyaç duyulan yeni yolda, yeni bir nesil yetiştirmek gayesi ön plana çıkıyordu.
Öyle ki, kundurası eski, ceketi yamalı, pantolonu ütüsüz ama ak alınlı, dik başlı Anadolu çocuklarının yabancı ideolojilerin kucağında ve kendine yabancı inançlarla kendinden koparılıyor olması, gençliğin kendi öz cevheri ile tanışmasını mecbur kılıyordu.
Bunun için Ülkü Ocakları adı altında yepyeni bir teşkilat kuruldu.
Ancak 1968 de Ruhi Kılıçkıran’ın şehadeti ile başlayıp, Yusuf İmamoğlu, Dursun Önkuzu, Süleyman Özmen gibi her biri geleceğin Milliyetçi Büyük Türkiye’sinde kilometre taşı olacak nice yiğitler birer birer toprağın bağrına düştüler.
Acı dolu yıllar, ölümler, terk edilen okullar, gözü yaşlı bir nesil…
İşte oldukça sıcak yılların yaşandığı o mücadele zamanlarında Milliyetçi Hareket daima “güçlü ve müreffeh Türkiye” ilkelerini esas gaye olarak koymuştur. Gençliğe millî şuur aşılayabilmek için özel eğitim programları uygulamış, bunu yapının temelini inşa eden Ülkü Ocakları vasıtası ile gerçekleştirmiştir.
 Ve 1980 İhtilali ile acıların katmerlenerek devam etmesi…
1980 İhtilali’nin ardından teşkilatların dağıtıldığı, fikrin siyasi organizasyonu olan Milliyetçi Hareket Partisinin kapatıldığı, yuvaların yıkıldığı o demlerde hem cezaevlerinde hem de dışarıda her şeye rağmen yeni yapılanmaların içine girilmiştir.
1983’te Muhafazakâr Parti.
1985’te Milliyetçi Çalışma Partisi.
Ve nihayet 1993’te yeniden Milliyetçi Hareket Partisi olarak kervan yola koyulmuştur.

Ama düzenin Ülkücüleri kullandığı düşüncesi ve çaresizlikler “balkondan seyretmek” kavramını ortaya çıkarmıştı.
Bunun sonucunda, 1980’li yıllarda Ülkücü Hareket ideolojik bir arayışın içine girmiştir. 12 Eylülden önce mücadele ortamında, ideolojik ve teori açısından bir eksiklik söz konusuydu.
Özellikle cezaevindeki Ülkücülerin bir kısmı, -sıcak mücadele döneminde fikrî temellerinin oturmamış olmasından kaynaklı- Ülkücü ideolojinin İslam’la bağdaşmadığı ya da tam olarak İslami anlayışa uymadığı düşüncesine kapıldılar. Bu durumda dışarıdan gönderilen kitapların büyük etkisi olduğu aşikârdır. Birtakım tarikat ve İran menşeili cemaatlerin cezaevlerine gönderdikleri kitaplar, dergiler, gazeteler Ülkücüler üzerinde derin tesirler bıraktı. Nihayet, yeni tanımlar ifade edilir oldu.
Yer yer cezaevlerinden dışarıya  “Müslümanlar, Müslüman Ülkücüler” gibi adlarla bildiriler ulaştırılmaya başlandı. Üstelik bir kısmı ANAP içindeki Ülkücüler, diğer kısmı ise siyasetten uzak duran Türk-İslam Ülkücüleri gibi bir ayrışmayı ve ardından cezaevinden çıkanların hareketi sorgulamaları gibi meseleler hareketin iç gündemini teşkil ediyordu.