12 EYLÜL DARBESİ NİÇİN YAPILMIŞTI?
Nihat YAZAR
Aradan 44 yıl geçmiş olmasına rağmen 12 Eylül Darbesi’nin etkilerinin tam olarak ortadan kalktığını söyleyemeyiz. 12 Eylül darbe Anayasa'sının bazı bölümlerinin bile hâlâ yürürlükte olduğunu biliyoruz. Cumhurbaşkanı’mız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Cumhur İttifakının darbe Anayasa’sını tamamen ortadan kaldıracak yeni bir Anayasa girişimleri bu yönüyle de kuşkusuz çok önemli ve anlamlı olduğu muhakkak. Ancak bunun da ötesinde 12 Eylül Darbesi’nin bazı hasarları aradan bin yıl geçse de hiçbir zaman silinemeyecektir. Çünkü 12 Eylül Darbesi bu ülkenin vatan sevdalısı, millet âşığı idealist bir neslini telef etmiştir. Türk cihan devleti ülküsünü kendine şiar edinen ve bu uğurda canı pahasına mücadele veren Ülkücü-Milliyetçi Hareketin önünü kesmekle, kervanını dağıtmakla kalmamış hiçbir zaman onarılamayacak hasarlar açmıştır. Giden canlar geri getirilemezdi, çekilen çilelerin telafisi yoktu, dağıtılan ocaklar onarılamazdı! Ancak, darbenin açtığı hasar sadece bunlardan da ibaret olmadı; idealist gençlerin omuzlarında yürüyecek koskoca ve şanlı bir istikbal de mahvedildi!
Zaten, 12 Eylül Darbesi’ni planlayanların en büyük amaçlarından biri de bu şanlı istikbali sekteye uğratabilmek için milliyetçi-Ülkücü kervanın önünü kesebilmek ve etkisiz hâle getirebilmek olduğu cuntacıların uygulamalarından net bir şekilde görülmüştü. Darbe sabahı Başkan Danışmanı Paul Henze’nin ABD Başkanı Carter’e ‘’Bizim çocuklar başardı.’’ diyerek darbeyi müjdelemiş olması darbenin amaçlarıyla ilgili yeterli mesajı vermişti. Evet, 44 yıl önce bir 12 Eylül karanlığında asker elbisesine bürünmüş “onların çocukları” ellerindeki silah gücünü kullanarak Türk milletinin idealist çocuklarına namlularını doğrulttular. Sözde, siyasi partiler ve iktidarlar ülkeyi tam anlamıyla kaosa düşürmüş, ülke yönetilemez hâle gelmiş, milletin mal ve can güvenliği ortadan kalkmış, güya sol sağ çatışmasıyla ülke iç savaşa sürüklenmişti. Demokrasiyi yeniden işler hâle getirmek, milletin mal ve can güvenliğini sağlamak, anayasal düzeni ve hukuku yeniden hâkim kılmak için sahip oldukları silah gücüyle ülkenin yönetimine el koymuşlardı. Peki, doğru muydu bu gerekçeler? Gerçekten siyasi partiler ve iktidarlar ülkeyi kaosa mı sokmuştu? Ülke yönetilemez hâle mi gelmişti? Yaşanan çatışma sol sağ kavgası mıydı? Ülkenin iç savaşın eşiğine kadar getirildiği doğru muydu?
Kenan Evren ve cuntasının gerçekten amaçları bu gerekçeler miydi? 13 Eylül günü bu soruların cevabı bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. Nedense iç savaş yaşanan bir ülkede birden silahlar susmuş, kavga 13 Eylül sabahı bıçakla kesilir gibi bitmiş, tek bir tane mantar tabancası bile patlamamıştı. Belli ki darbe şartlarının oluşması için karanlık bir el devredeydi. Darbenin senaryosu önceden planlanmış, ihtilali masum ve meşru gösterecek sebepler planlı bir şekilde uygulamaya konulmuştu.
Başbuğ Alparslan Türkeş’in ‘’En kötü demokrasi en iyi darbeden daha iyidir.’’ görüşü doğrultusunda darbenin her türlüsüne karşı çıkmakla beraber, 12 Eylül Darbesi bu ilkesel duruşun çok ötesinde bir anlam ve amaç taşıdığı ortadaydı. Yoksa Paul Henze’nin ‘’Bizim çocuklar başardı.’’ diye darbeye ve darbecilere alkış tutarak sahip çıkması nasıl yorumlanacaktı? Darbenin etkileri ve hedefleri ortaya çıktıkça ABD’nin darbeye alkış tutmasının nedeni de darbenin ve darbecilerin gerçek amacı da çok iyi anlaşılıyordu. Cuntacılar sadece demokrasiyi askıya alarak yönetime el koymakla yetinmemişler; Türk ve Türkiye düşmanı terör örgütleri ve uzantılarıyla beraber görünüşte sırf denge unsuru olsun diye ama özünde ise Türk milletinin istiklal ve istikbalini dinamitleyebilmek için Milliyetçi-Ülkücü Hareketi de sanık sandalyesine oturtarak suçsuz yere gencecik çocukları idam sehpasına çıkarmışlar, akıl almaz vahşilikte işkenceler başlatmışlar, suçsuz, günahsız on binlerce vatanperver Türk çocuğunu zindanlara tıkarak özgürlüklerini ellerinden almışlardı. Bir kez daha altını çizmeliyiz ki, 12 Eylül’e gelen süreçte Türkiye’de yaşanan kavga asla sol sağ kavgası değildi. Ancak darbeyi kurgulayan karanlık odaklar özellikle yaşanan çatışmayı sol sağ kavgasıymış gibi bir algı oluşturma stratejisi gütmüşlerdi. Sol diye adlandırdıkları yelpazede devletin resmî raporlarına göre bile otuzdan fazla terör örgütü yer alıyordu. 1975’ten itibaren “Kürdistan Devrimcileri” ismiyle faaliyet gösteren 27-28 Kasım 1978’de de “PKK ismini alan kanlı terör örgütü, Halkın Kurtuluş Örgütü, DHKP-C, Dev Yol, Dev Sol, TKP-ML, TİKKO, Dev Sol, Dev Yol gibi Türkiye’yi yıkmaya yönelik eylemleri sabit olan tescilli terör örgütleri asla “sol” tanımlamasına indirgenemezdi. Başta Fatsa olmak üzere ülkenin birçok yerinde kurtarılmış bölgeler ilan eden, Türk devletinin hukukunu hiçe sayarak kendi kontrollerinde “halk mahkemeleri” kuran, devletin otoritesini hiçe sayan, Türk askerine, polisine kurşun sıkan, banka soyan, kamu kurumlarını işgal eden, Türkiye’nin kuruluş felsefesini ortadan kaldırmaya çalışan, rejimi değiştirmeye kasteden bu terör örgütleri ve eylemleri asla masum gösterilemezdi. Hele hele Türkiye’yi yıkmak, vatan topraklarını bölmek veya Sovyet emperyalizmine peşkeş çekmek isteyen bu terör örgütlerini durdurabilmek için; Türk devletinin ve milletin bekasına ant içmiş, vatanın bölünmez bütünlüğü ve milletin istiklali için yemin etmiş, her türlü emperyalizme karşı göğsünü siper eden, “Vatanımın ha ekmeğini yemişim ha da kurşununu.” şuuruyla vatan, millet, din ve devletine sevdalı milliyetçi-Ülkücü yiğitlerin mücadelesi asla sol sağ çatışması olarak veya kardeş kavgası olarak görülemezdi. Elbette ki bu terör örgütlerine bilerek veya bilmeyerek eklemlenen masum diyebileceğimiz sol görüşlü ve sosyalist fikriyata sahip insanlar da vardı. Ancak mücadelenin temeli, kavganın özü Türk milletinin maddi ve manevi varlığına kasteden terör örgütleriyle, vatan sevdalısı milliyetçi-Ülkücü Türk çocuklarının kavgasıydı. Belli ki “onların çocukları” bilerek ve isteyerek ve senaryonun bir parçası olarak “komünist-Marksist-Leninist” istilaya göz yummuşlar, Ermenilerin de içinde yer aldığı başta PKK terör örgütü olmak üzere Kürtçü-bölücü-yıkıcı terör örgütlerinin eylemlerine yol vermişlerdi.
Ülkücü Hareket 12 Eylül’e gidilen süreçte bu terör örgütlerine karşı, “Vatan bölünmesin, devlet yıkılmasın, Türk milleti emperyalizmin esaretine düşmesin.” şiarıyla şanlı bir mücadele vermiş ve bu mücadelenin bedelini binlerce şehit ve gaziyle ödemişti. Bu şanlı mücadeleden dolayı Türk milleti ve devleti tarafından taltif ve takdir edilmesi gereken Milliyetçi-Ülkücü Hareket ne hazindir ki, Türk devleti adına hareket eden, emperyalizmin çocukları tarafından yine sanık sandalyesine oturtuluyordu. Ortalık kan gölüne dönerken terör örgütlerine ve eylemlerine karşı devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne sahip çıkamayanlar, yıkıcı terör faaliyetlerini önleyemeyenler; gaflet, dalalet, hıyanet ve acziyet içindeki odaklar, 13 Eylül sabahı Milliyetçi-Ülkücü Harekete ve mensuplarına karşı ‘’Vatanı kurtarmak size mi kaldı?”, “Devleti korumak sizin işiniz miydi?” gibi söylemlerle terörist muamelesi yaparak topyekûn imha girişimi başlatıyorlardı. Başta Milliyetçi-Ülkücü Hareketin banisi Başbuğ Alparslan Türkeş olmak üzere 50 binden fazla Milliyetçi-Ülkücü Hareketin mensubu vatanperver Türk çocukları tutuklanmıştı. Binlercesi insanlık dışı işkencelere maruz kalacak, gencecik yaşlarında binlercesinin özgürlükleri ellerinden alınarak zindanlara mahkûm edilecekti. Daha da acısı vatan, millet, din ve devlet sevdasıyla sulanmış 9 fidanımız idam sehpasında “öpmeye kalktığı el” tarafından idam edilecekti. Yıllar sonra idam kararı veren Hâkim Ali Fahir Kayacan’ın ‘’Suçsuzdu ama denge unsuru olsun diye astık.’’ dediği Mustafa Pehlivanoğlu, Ali Bülent Orkan, Cevdet Karakaş, Cengiz Baktemur, Ahmet Kerse, Halil Esendağ, Selçuk Duracık, Fikri Arıkan ve İsmet Şahin... Suçsuz günahsız yere yağlı urganlarda katledilen 9 Ülkücü yiğit! Cuntacı Kenan Evren’in ‘’Asmayalım da besleyelim mi?’’ dediği vatan sevdalısı 9 civan! İdam sehpasında son nefesini verirken bile ‘’Devletimiz var olsun, vatanımız sağ olsun.’’ diyebilecek kadar Yaradan’ına teslim olmuş 9 devlet, millet ve vatan sevdalısı... Hiçbirisi pişmanlık duymadı, hiçbirisi devletine sitem bile etmedi, hiçbirisi “davasını” Başbuğlarını, dava arkadaşlarını satmadı. Hiçbirisi ölümden korkmadı; tam tersine cellatlarından bile helallik dileyecek şuur ve vakarla bir cennet bahçesine koşar gibi sonsuzluğa yürüdü! Aslında, 9 yiğidin şahsında idam edilen vatan sevdasıydı, din, devlet ve millet aşkıydı... Aslında, zindanlara kapatılan Türk milletinin geleceğiydi... Aslında, işkence odalarında işkencelere tabi tutulan Türk milletinin tarihiydi, millî şuur, millî haysiyet, millî onurdu... Aslında yok edilmek istenen Milliyetçi-Ülkücü Hareketin şahsında büyük Türk milletinin istiklali ve istikbaliydi! Ancak, o gün, Milliyetçi-Ülkücü Hareketi yolundan alıkoymak, idealist bir nesli yok etmek isteyenler bilmiyorlardı ki, tıpkı Mustafa Pehlivanoğlu'nun dediği gibi Mustafalar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik ilelebet yaşar, son Türk kalmayana kadar ülkü davası ve Ülkücü Hareket sonsuzluğa kadar var olur! Tıpkı 15 Temmuz'da yine kanlı bir işgal girişimlerinde yine onların çocuklarının karşısında yiğitçe mücadele eden ve onları kendi karanlığında boğarak bozguna uğratan milliyetçi-Ülkücü, vatan ve millet sevdalılarının şanla, şerefle tarih yazarak var olduğu gibi!