Büyük Taarruz’dan 30 Ağustos Zaferi’ne: Yaşananlar, İlk Zafer Kutlaması ve 30 Ağustos Zafer Bayramı İlanı

13 Eylül 2022 10:45 Prof. Dr.Burhan Sayılır
Okunma
1654

Büyük Taarruz’dan 30 Ağustos Zaferi’ne:
Yaşananlar, İlk Zafer Kutlaması ve 30 Ağustos Zafer Bayramı İlanı
Prof. Dr. Burhan Sayılır

‘Meçhul olan Türk yoktur. Malum olan Mehmetçik vardır”
“…Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde giderebiliriz: O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek…” (Atatürk)
Türk İstiklal Harbi’nin dönüm noktası olan Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi, yok edilmek ve vatanından kovulmak istenen bir halkın millet olmasında, ülkesini işgalcilerden elbirliği ile kurtarması ve özgür ve bağımsız yaşama isteğinin tezahürüdür.
Millî ordunun işgalci güçlere son ve kesin darbeyi vurmasını sağlamak ve Anadolu’dan atmak için düşünülüp planlanan harekât hazırlıkları büyük bir özen ve gizlilik içinde yürütülmüştür. Büyük taarruz işgalciler tarafından beklenilmeyen ve dolayısıyla kamuoyu dikkatinin başka konularla meşgul edildiği bir zamanda gerçekleştirilmiş bu yönüyle de dünyada büyük bir şaşkınlıkla karşılanmıştır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 20 Temmuz 1922’deki oturumunda Mustafa Kemal Paşa’ya dördüncü kez olmak üzere Başkomutanlık yetkisi verilmiştir. Ancak bu sefer önceki Başkomutanlık yetkilerinden farklı olarak Mustafa Kemal Paşa Meclis’te yaptığı konuşmada, “… Bugün ordumuzun manevi kuvveti en yüksek derecededir. Ordumuzun maddi kuvveti de fevkalade bir önleme gerek hissettirmeksizin milli emelleri tam bir güvenle elde edecek düzeye ulaşmıştır. Bu nedenle böyle bir yetkiyi devam ettirmeye gerek kalmadığı görüşündeyim..” şeklinde ifade ederek bu sefer kendisine geniş yetkiler verilmesine gerek olmadığı söylemiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz için lojistik hazırlıkları bütün hızıyla devam ettirirken bir taraftan da harekât planları üzerinde çalışmalarını sürdürüyordu. Her ne kadar Başkomutanlık yetkisi ile ilgili görüşme mecliste 20 Temmuz’da yapıldıysa da Mustafa Kemal Paşa taarruz kararını haziran ayında almış ve hazırlıkları gizli olarak yürütmüştür. Bu karardan haberi olanlar ise yalnız cephe komutanı İsmet Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa idi. Mustafa Kemal Paşa gezi adı altında bir seyahat gerçekleştirerek gittiği Sarıköy İstasyonu’nda İsmet Paşa, Fevzi Paşa ve Kazım Paşa ile bir durum değerlendirmesi yaparak büyük taarruzun ağustos ayı sonlarında yapılması kararlaştırıldı.
Hazırlıkları oldukça hassas ve büyük bir özen içinde yapılan Büyük Taarruz için 26 Ağustos’ta saat 03:00’te karargâhtan ayrılan Mustafa Kemal Paşa beraberinde Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa olduğu hâlde Birinci Ordu’nun gözetleme yeri olan Kocatepe’ye geldi. Sabah saat 05:00’te gün ağarırken Türk topçu ateşiyle taarruz başlamıştır.
Tarafların ordu mevcutları şu şekilde idi: Yunan kuvvetleri, 6 bin 564 subay, 218 bin er, 83 tüfek, 1300 kılıç, 3 bin 113 makineli tüfek, 1280 ağır makineli tüfek, 418 top ve 50 uçak.
Türk kuvvetleri, 8 bin 659 subay, 199 bin 283 er, 100 bin 352 tüfek, 2 bin 25 hafif makineli tüfek, 839 ağır makineli tüfek, 5 bin kılıç, 340 top ve 8 uçak. Topçu ateşini müteakip piyadeler ileri harekâta başlamıştır. Bütün cephede birlikler düşmanla temas hâline gelmiş, süngü hücumuna kalkan bazı Türk birlikleri ilk olarak Tınaztepe, kısa süre sonrada Belentepe’yi ele geçirmişlerdir. Buraları, Türkmentepe, Sivritepe ve Kırcaarslan’ın ele geçirilmesi takip etmiştir. Türk birliklerinin çökertmeye çalıştıkları Yunan cephesi 20 kilometrelik bir alandı. Bu Türk ilerleyişi karşısında Yunan Komutan Trikopis Afyon’daki Yunan hastanelerinin boşaltılmasını Uşak’a nakledilmesini emretti. Batı Cephesi’nin Kuzey kanadındaki Seyitgazi’de de Türk ordusu Yunan birliklerini oyalamak amacıyla taarruza başlamıştır. Ağustos’un 26’sını 27’sine bağlayan gece Afyon’da Büyük Taarruz’un başladığı bilgisini alan Ankara halkı oldukça endişeli ve bunalımlı bir gece geçirmiştir. 27 Ağustos’ta Türk birlikleri sabahın erken saatlerinden başlayarak kitleler hâlinde Yunan mevzilerine girmeye başlamış ve Yunanlıların bir yıldan bu yana tahkim ettikleri mevziler bir bir Türklerin eline geçmeye başlamıştır. Türklerin ilerleyişi Afyon’daki Gayrimüslim halk üzerinde ciddi endişe yaratmıştır. Özellikle Yunanlılarla iş birliği hâlinde olan ve onlara lojistik destek sağlayan Rumlar ve Ermeniler endişeli zamanlar geçirmişlerdir. 3-4 bin Rum ve Ermeni Afyonu terk etmek üzere istasyona akın etmişler, kısa süre içinde Yunanlılar da Afyon’u terk ederek geri çekilmişlerdir. Türk birlikleri Yunanlılardan boşalan mevzilere girerek kısa sürede Afyon’a ulaşmıştır. Nurettin Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği telgrafla Afyon’un ele geçirildiğini bildirmiştir. Afyon’un Türkler tarafından ele geçirildiği haberi Ankara’da ve ülkenin diğer taraflarında büyük bir sevinç ile karşılandı. Ali Fuat Cebesoy bu durumu şu sözlerle anlatmıştır: “…tarifi mümkün olmayan bir sevinç ve tatlı bir heyecan içindeki halk yedisinden yetmişine sokaklara döküldü. Havasa silahlar atıldı. Her adım başında ‘Yaşasın Millet! Yaşasın millî ordu! Yaşasın Gazimiz! Sesleri yükseldi…”
Büyük taarruzun başlamasından üç gün sonra da çarpışmalar bütün cephede hız kesmeden devam etmiştir. Afyonu boşalttıktan sonra Yunan ordusunun çekildiği Sincanlı Ovası, Türk birlikleri tarafından ele geçirilmiştir. 28 Ağustos’ta Başkomutan Mustafa Kemal Paşa Afyon’a gitti. Afyonlular Başkomutanlarına büyük sevgi gösterilerinde bulundu. Yunan makamları Türkiyeli Rumları silahaltına alma yönünde bir karar aldı. Yeni alınanlarla birlikte Yunan ordusunda 35 bin Türkiyeli Rum’un silahaltında olduğu tahmin edilmekteydi.
29 Ağustos’ta Türk ordusunun başarılı ilerleyişi devam ederken Yunan ordusun- da umutsuzluk had safhaya çıkmıştı. Bir yıl önce işgal edilmiş olan birçok yerleşim yeri bir bir Türk ordusu tarafından ele geçirilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa Afyon’da bir durum değerlendirme toplantısı yapmış ve değerlendirme sonucunda saldırının şiddetle devam ettirilmesine ve düşmanın devamlı surette takibine kararı vermişlerdir. 30 Ağustos’ta Aslıhanlar civarında kuşatılmış düşman birlikleri Mustafa Kemal Paşa’nın bizzat idare ettiği Dumlupınar Muharebesi’nde külliyetle imha edilmiş ve çok sayıda Yunan askeri esir alınmıştır. Kısa süre sonra da Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis de esir edilmiştir. Yunan ordusu 4-5 günlük bir süre zarfında bozulup dağıldı. Bunların bıraktıkları, top, tüfek ve savaş araç gereçleri terk edilmiş bir şekilde savaş meydanında duruyordu. Düşmanın toparlanmasına fırsat vermemek amacıyla Başkomutan 1 Eylül 1922’de önemli ve tarihe geçen “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!” sözünü söylemiş, düşmanın Anadolu’dan atılacağını açıkça beyan etmiştir. Büyük Taarruz’un zaferle sonuçlanmasının ardından, TBMM’deki muhalifler de fikir değiştirip zaferi öven sözler sarfetmeye başladılar. Meclis’te en hararetli muhalefeti yapan Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, bu sefer Başkomutan Mustafa Kemal Paşa lehine hararetli bir konuşma yaparak zaferle ilgili düşüncelerini dile getirmiştir: “Millî mefkûrenin rehberi olan Gazi Hazretleri bugün bu ordunun kumandanlığını kabul ettiği gibi milli mefkûrenin rehberliğini de kabul etmiştir. Ne büyük, ne azametli bir ruh! Bugün bu zafere bizi tebşir eden Başkumandandan rica ederim ki, çiftçinin başında yine o zekâları sayesinde bu cihan iktisadiyatında tezkâr etmelerini Cenabıhak’tan temenni ederim.” Bolu mebusu Tunalı Hilmi Bey ise yaptığı konuşmada büyük zafer kazanan Türk ordusunun muzaffer komutanını tarif edecek bir unvan bir sıfatı bulamadığını dile getirmiştir. Türk ve dünya basınında da Türk ordusunun zafer kazanması büyük yankı bulmuştur. Dönemin etkin gazetelerinden Hâkimiyet-i Milliye, Peyam-ı Sabah, Açıksöz gibi gazeteler Büyük Taarruz süresince okurlarına olaylar hakkında olumlu veya olumsuz bilgiler vermişlerdir. Yabancı basın da Türk basınından, Yunan basınında veya kendi muhabirleri aracılığıyla olaylar ile ilgili bilgileri kendi okurlarına ulaştırmışlardır. Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Muharebesi sonucunda Türk ordusunun 2 bin 543’ü şehit, 9 bin 977’si yaralı ve 101’i esir olmak üzere 12 bin 621 kişi zayiatı mevcuttu. Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde 26-30 Ağustos tarihleri arasındaki 5 günlük muharebelerde değişik rütbelerde 72 Türk subayı şehit olmuştur.

BÜYÜK ZAFERİ ANMAK AMACIYLA YAPILAN İLK TÖREN
Büyük Zafer’den iki yıl sonra 30 Ağustos 1924 Cumartesi günü Dumlupınar’da Çalköyü yakınlarında Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da katılımıyla Büyük Zafer için ilk kutlama töreni yapıldı. Zaferi kutlamak için iki yıl beklemenin en önemli nedeni 1923 yılının yeni Türkiye açısından hem ulusal hem de uluslararası alanda yoğunluğun had safhada olmasıydı.
Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi 12 Ağustos 1924 tarihli nüshasının birinci sayfasından “Dumlupınar Meydan Muharebesi Tes’idi” başlıklı haberiyle bu sene ilk kez kutlama töreni yapılacağını duyurmuştur. Haberde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’nın da bir konuşma yapacağı bildirilmiştir. Tören programı ile ilgili olarak, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Millî Savunma Bakanı Kâzım Paşa, Millî Eğitim Bakanı Vasıf Bey’in 9 Ağustos 1924’te bir toplantı yaptıkları ve bu toplantıda törenin programını belirledikleri ve Bakanlar Kurulu’na onay için sundukları belirtilmiştir.18 İlk haberden altı gün sonra 18 Ağustos 1924 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesi ilk sayfadan törenin programını yayınlamış, İzmir, Ankara ve İstanbul’dan gelecekler için yüzde elli indirimli özel trenlerin kalkacağını duyurmuştur. Gazetenin okuyucularına duyurduğu program akışı şu şekildeydi:
Açılış Konuşması (Genel Kurmay Başkanı) (Mustafa Fevzi [ÇAKMAK] Paşa)
Meçhul Asker Abidesi ve heykelinin temel atma töreni
Protokol Konuşmaları İstanbul Üniversitesi temsilcisi
Basın temsilcisi
Türk Ocakları temsilcisi
Türkiye Öğretmenler Birliği temsilcisi
Türkiye Spor Kulüpleri Birliği temsilcisi
Kızılay temsilcisi
Barolar temsilcisi
Türk halkını temsilen Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Fethi [OKYAR] Bey
Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] Paşa
Resmi Geçit
Dumlupınar’daki Büyük Zafer kutlamaları için Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] Paşa eşleri Latife Hanım ile birlikte 29 Ağustos 1924 Cuma günü öğleden sonra saat 13:07’de Ankara’dan özel özel bir trenle hareket etmek üzere beklerken, Ankara Garı’nda kalabalık bir halk kitlesi onu uğurlamak için toplanmıştı. Yedi vagonlu trende Başbakan ve Dışişleri Bakanı İsmet [İNÖNÜ] Paşa ve eşi, Genelkurmay Başkanı Fevzi [ÇAKMAK] Paşa, Bakanlar, Milletvekilleri, gazeteciler bulunuyordu. Polatlı ve Eskişehir’e doğru ilerleyen tren Polatlı ve Eskişehir İstasyonlarında toplanan halkın, bayram havasındaki yoğun sevgi gösteriyle karşılanmıştı. Eskişehir’e ulaşan tren gece saat 03:00’e doğru Eskişehir’den Afyonkarahisar’a hareket etmişti. Sabah saatlerine doğru zaferin kazanıldığı Afyonkarahisar’a ulaşılmıştı. Afyonkarahisarlılar Başkomutanlarını ve beraberindeki heyeti coşkulu bir şekilde karşılamışlardır. İstanbul’dan gelen Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Ali Fethi [OKYAR] Bey ve gazeteciler, İzmir’den gelen Ali Fuat ve Kazım [KARABEKİR] Paşalar, İzzettin Fahri, Ali Hikmet, Şükrü Naili Paşalar, Eskişehir’den gelen Kemalettin Sami Paşa da Ankara heyetinden sonra Afyonkarahisar’a ulaşmışlardı.
30 Ağustos 1924 günü Çaltepe’de yapılacak törenler için bütün hazırlıklar yapılmıştı. Tören alanına giden güzergâhta iki tak dikkat çekmişti. Bunlardan birisi Çal Köyü’ne giden yolun üzerindeydi ve şu ibare yazılmıştı: “Yaşasın Büyük Reis-i Cumhurumuz”. Yine yol üzerinde başka bir takın üzerinde daha uzun cümleler yazılmıştı: “Beşbin senelik mefahiri ile ayakaltında kalan haysiyet-i milliyeyi bir hamlede kurtaran bu yerlerin halaskarını iki sene evvel bugün şuracıkta sihirli kılıcı ile ve bir yıldırım şiddetiyle Türk tarihini yazarken görmüştük. Bugün bir sayfası okunan o tarihin muhteşem timsaline Kütahya halkı tarafından yüzbinlerce selam ve ta’zim!”
Öğleden sonra saat 13:00’e doğru Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal [ATATÜRK] Paşa Silkisaray’dan Başkomutanlık sancağını taşıyan üstü açık otomobiliyle hareket etmiş, Keyiftepe’de kurulan çadırlardan birinde Latife Hanım beraberinde olduğu hâlde kısa süre istirahat etmiş, saat 13:30’da beraberindekilerle birlikte Çaltepe’deki tören yerine çıkmıştı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos 1924 yılında Dumlupınar’da yaptığı konuşmada, Büyük Zaferin önemini şu şekilde anlatmıştır:
“30 Ağustos zaferi, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasıdır. Ulusal tarihimiz çok büyük, parlak zaferlerle doludur. Ama Türk ulusunun burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir akım vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Besbelli ki genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı.”31
Daha önce belirlenen program doğrultusunda saat 14:00’te alkışlar arasında günün anlam ve önemini belirten konuşmalarını yapmak üzere Genelkurmay Başkanı Fevzi [ÇAKMAK] Paşa kürsüye çıkmış ve Büyük Zafer ile ilgili askeri harekatlarla ilgili bilgiler vermiştir.
Cumhurbaşkanı ve Başkomutan Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] Paşa, eşleri Latife Hanım ile birlikte “Meçhul Şehit” abidesinin temelini atmışlardır. Gazi Mustafa Kemal Paşa abidenin temel taşını kendi elleri ile koyduktan sonra, Afyon Milletvekili İzzet Ulvi Beyin oğlu Dumlupınar adlı şiiri okumuştur.
Programa göre kürsüye ikinci konuşmacı olarak İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İsmail Hakkı [BALTACIOĞLU] Bey çıkmış ve konuşmasını “…Millî bir yazarımız daha iki üç gün önce ‘Meçhul Asker’den söz ederken demişti ki, ‘Meçhul olan Türk yoktur. Malum olan Mehmetçik vardır” diyerek konuşmasını şu sözlerle tamamladı. ‘Selam dünyadan ahirete malum askerden meçhul askere! Selam, hürmet Türk istiklalini vücuda getiren insanların dehasına! Hürmet, iman, Türkün bitmez tükenmez olan ebedi hayat kudretine!”34 ifadeleriyle tamamlamıştır.
Konuşmalar sırasıyla önce Türk basınını temsilen Kars Milletvekili Ağaoğlu Ahmet [AĞAOĞLU] Bey’in, Türk Ocaklarını temsilen Hamdullah Suphi [TANRIÖVER] Bey’in, Türkiye Öğretmenler Birliğini temsilen Nüzhet Haşim [SİNANOĞLU] Bey’in, Türkiye Spor Kulüplerini temsilen Ali Sami [YEN] Bey’in, Kızılay’ı temsilen Akil Muhtar [ÖZDEN] Bey’in, Baroları temsilen Muhiddin Baha [PARS] Bey’in son olarak da Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Ali Fethi [CEBESOY] Bey’in kürsüye çıkmalarıyla devam etmiştir.
Konuşmaları yapmak üzere Büyük Zafer’in en büyük mimarı, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] Paşa alkışlar arasında kürsüye çıkmıştır. Mustafa Kemal Paşa aşağıdaki zaferin anlam ve önemine binaen aşağıdaki etkili konuşmayı yapmıştır:
“Efendiler!
Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa verdiği kıymetli açıklamalarla burada hazır olanlara Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı’nın ve kesin sonuç veren 30 Ağustos Savaşı’nın oluş şekli hakkında bir fikri özetlemişlerdir. Beş gün aralıksız geceli gündüzlü süren en büyük Meydan Savaşı’nın gerçek içeriği bugün verilen açıklamalardan fazla, yarın tarihin hakemleri tarafından, araştırmacıların inceleme araştırma ve kararları okunduğu zaman daha açık, daha belirgin bir şekilde anlaşılacaktır. Beni milletim, Türk milleti, güvenine lâyık görerek bu hareketlerin başında bulundurdu. Bu görev ve işimin mutlu anısını duygulanarak sevinçle ve gururla saklıyorum. Görevlerini milletin vicdanından gelen gerçek ihtiyacına, yalnız onun yüksek fikrine uygun olarak yapmış olanlara özel bir vicdan rahatlığı ile bugün önünüzde bulunurken duyduğum mutluluğu ifade edemem.
Efendiler, tıpkı bugün gibi otuz sekiz yılı Ağustosu’nun otuzuncu günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz sırtlarda kahraman on birinci tümenimiz şu karşıki tepelerde savaşa zorunlu kılınan düşmanın ana kuvvetine taarruz için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çalköyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu. Beni buraya kadar getiren itici gücün ne olduğunu anlatmak için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim: 29/30 Ağustos gecesi sabaha karşı Batı Cephesi hareketleri şubesi Müdürü Tevfik Bey, alışıldığı gibi o saate kadar çeşitli karar merkezlerinden ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinden belirlediği ve gösterdiği genel durumu cephe komutanı İsmet Paşa’ya göstermiş ve o da hemen Paşa’ya göster emriyle Tevfik Bey’i yanıma göndermişti. Karahisar’da Belediye dairesinde bana ayrılan odada yatmaktaydım. Beni uyandıran Tevfik Bey’in gösterdiği haritaya baktım, hemen yataktan fırladım.
Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şuydu ki, ordularımız düşmanın önemli kuvvetini kuzeyden, güneyden, batıdan kuşatmaya uygun bir durum almış bulunuyorlardı. Şu hâlde düşündüğümüz ve en büyük sonuçları sağlayacağını beklediğimiz durumlar ortaya çıkıyordu. Hemen Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız, dedim; üçümüz toplandık. Durumu bir daha düşündük ve kesinlikle karar verdik ki, Türk’ün gerçek kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün parlaklığıyla doğacaktır. Bu karara göre ordulara saat 06.30’da yeni emir yazıldı. Fakat durum o kadar önemli, o kadar hız ve şiddet istiyordu ki, bu yazılı emirlerle yetinmek önlemi uygun olmazdı. Onun için Fevzi Paşa’dan, Altıntaş ve güneyinden hareket eden ikinci ordumuzun ve bunun daha batısında bulunan atlı kolordumuzun yanına giderek düşüncemize göre hareketleri düzenlemesini kendilerinden rica ettim.
Dördüncü Kolordusu ile amaçladığımız düşmanın büyük kısmını güneyden izleyen Birinci Ordu merkezine de kendim gidecektim. İsmet Paşa’nın merkezde kalıp genel durumu yönetmesini uygun gördüm. Fevzi Paşa’nın kuzeye hareket ederken ben de otomobil ile tren yolunu izleyerek batıya hareket ettim. Akçaşar’da Birinci Ordu merkezine saat 9’dan önce varmıştım. Ordu komutanına bir taraftan cephenin yazılı emri emanet edilirken, ben de kendisine sözlü olarak durumu anlattım ve Dördüncü Kolordunun bütün tümenleriyle birlikte şiddetle, işte bu köyün, Çalköyü’nün batısındaki düşmanın büyük kısmını kuşatacak şekilde savaşa zorlamasını emrettim. Ve ekledim ki, düşman ordusu mutlaka yok edilecektir. Ordu komutanı benim yanımda telefonla Kolordu Komutanı Kemâlettin Sami Paşa’yı buldu. Benim oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu bildirdi. Bir süre bu merkezde kaldım. Sürekli olarak gelen çeşitli rütbedeki esir subaylarla görüştüm. Bunlardan biri kurmay subay idi. Zavallı, verdiği bilgiler ışığında istemeyerek başkomutan görevini alan General Trikopis’in ve İkinci Kolordu Komutanı General Digenis’in de bizim çevirmek istediğimiz çembe- rin içinde bulunduğunu söylemiş oldu. Hemen yanımda bulunan ordu komutanına: Kemâlettin Paşayı bulunuz, kendisine Trikopis’le beraber bütün düşman generallerini mutlaka esir etmesini söyleyiniz dedim. Bu emir hemen telefonla bildirildi. Zavallı esir subay benim bu emrimi işitir işitmez sunduğum çayı içemeyerek büyük bir baygınlık geçirdi. Daha fazla bu ordu merkezinde kalamazdım. Savaş durumunu gözümle görmek benim için karşı konulmaz bir ihtiyaç oldu. Ordu komutanını da yanıma alarak Dördüncü Kolordu Komutanının bulunduğu şu yöndeki bir tepeye geldik. (Arpalık civarında).
Çalköyü batısında ve kuzeyinde patlayan topların gürültülerini işitiyordum. Oradan durumu dürbün ile gözlemeye uğraşmak bana sıkıntılı geldi. Daha ileriye, ateş yerine gitmek için kesin bir zorunluluk ve ihtiyaç duyuyordum ve bu noktayı, şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim. Oraya gitmek gereklidir ve buyurun gidelim dedim. Otomobillere atladık bu tepeye gelen yola girdik. Ara sıra yolumuzun soluna düşman mermileri düşüyordu. Dördüncü Kolordu’nun tümenleri doğudan batıya yolumuzu katederek hızlı adımlarla ilerliyorlardı. Biraz önce dediğim gibi saat ikide şuraya çıkmış bulunuyorduk. Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen kuşatmak ve düşmanın inatla savunduğu savaş alanlarına, süngü saldırılarıyla girerek kesin bir sonuç almak gerekliydi. Bunun için bütün ordunun büyük özveriyle ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hatta gizliliğe bakmaksızın, ateş alanlarına girip düşman alanlarını sarsmasını istiyordum. Yanımdaki komutanlar bu görüşümü anlar anlamaz hemen ve en sinirli bir şekilde harekete geçtiler. Yazık ki şimdi ismini hatırlayamadığım, yanımda bulunan bir atlı subayına birkaç kelime not ettirerek düşman alanlarını kuzeyden saran ikinci orduya gönderdim. Ve sözlü olarak burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim. Bu subay görevini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek bilgi de vermişti. On birinci Tümenin kahraman komutanı Derviş Bey, kendi ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman alanına ilerliyordu. Kolordu Komutanı Kemâlettin Paşa, güneyden ve batıdan düşmana saldırdığı diğer tümenlerine yeniden şiddetli ve hızlı hareketler için emirlerini ulaştırıyordu. İkinci Ordunun on altıncı ve altmış beşinci tümenleri düşmanla gerçek savaşa girişiyorlar, diğer tümenleri de kuşatma çemberini daraltıyorlardı. Bunları görüyordum. Atlı kolumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren atlı subay söylemişti.
Arkadaşlar!
Saat ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi: Düşman başkomutanının şu karşıki tepede son gücüyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman alanlarında büyük bir heyecan ve telaş vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü kabiliyet kalmamıştı. Bu ovadan, kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen vurucu hatlarımızın, batışa yaklaşan güneşin son ışıklarıyla parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman alanlarını saran bir çember üzerinde yer almış olan bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri düşman alanlarını, içinde durulmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş batıya yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda duyuluyordu. Bir zaman sonra dünyada büyük bir yıkım olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım gerekliydi. Karanlıklar içinde bu yıkım gerçekleşmeli idi. Gerçekten gökyüzünün karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara saldırdılar. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Tam olarak yok olmuş perişan bir arta kalan kitle bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi çok korkan ve titreyen, şekilsiz bir kitle, tuhaf bir karmaşa halinde kaçmak için açıklık arıyordu. Artık gecenin koyulaşan ağırlığı, sonucu gözle görmek için güneşin tekrar doğudan doğmasını beklemeyi zorunlu kılıyordu.
Efendiler, ertesi gün tekrar bu savaş alanını dolaştığım zaman, ordumuzun kazandığı zaferin yüceliği ve buna karşılık düşman ordusunun düşürüldüğü felâketin büyüklüğü beni çok duygulandırdı. Karşı sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bütün kapalı kalmış yerler bırakılmış toplarla, otomobillerle ve bitmez tükenmez donatım ve malzeme ile ve bütün bu bırakılan şeylerin aralarında yığınlar oluşturan ölülerle ve toplanıp merkezlerimize gönderilmekte olan sürü sürü esir gruplarıyla, gerçekten bir kıyamet yerini andırıyordu. Bu dar ateş ve saldırı çemberinden bugün için kurtulabilenler birkaç bin kişilik arta kalanlardan oluşmaktaydı. Fakat onlarda daha büyük Türk çemberi içinden çıkmağa başarılı olamayarak başlarında başkomutanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeğe zorunlu olmuşlardır.
Efendiler, Ağustosun otuz birinci günü yaklaşık öğle vaktiydi ki, yine bu Çalköyü’nde, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki durumu düşündük. Kazandığımız meydan savaşının bütün seferi sona erdirebilecek bir kararlılık ve önemde olduğunda birleştik. Şimdi Bursa yönünde çekilen düşman kuvvetlerini yok etmekle birlikte, bütün orduyla dinlenmeden İzmir’e yürüyecektik.
Efendiler, bugünden sonra İzmir’de “Akdeniz”i, Mudanya’da “Marmara”yı görmek için 8-9 günlük bir zaman yeterli gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki bugüne, bu üze- rinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çalköyü’ne gelebilmek için yalnız Sakarya’dan başlayarak harcadığımız zaman tam bir yıldır. Fakat bu belirlediğimiz zaferi hazırlayabilmek için bir yılı çok bulmazsınız sanırım. Çünkü efendiler, savaş ve özellikle meydan savaşı yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan savaşı milletlerin tüm varlıklarıyla, ilim ve fen sahasındaki dereceleriyle, ahlâklarıyla, kültürleriyle, kısaca bütün maddî ve manevî güç ve iyi huylarıyla ve her türlü araçlarla çarpıştığı bir sınav sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Sonuç yalnız beden gücünün değil, bütün kuvvetlerin, özellikle ahlâkî ve kültürel kuvvetin yükselmesini gerçekleşme derecesine vardırır. Bu nedenle meydan savaşında yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddî ve manevî varlığı ile yenilmiş sayılır. Böyle bir sonun ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edersiniz. Yok olup gitmek, yalnız savaş sahasında bulunan orduya ait kalmaz. Asıl ordunun ait olduğu millet, korkunç sonlara uğrar. Tarih, başlarındaki hükümdarların, hırslı politikacıların birtakım hayalî isteklerle, aracı yerine düşen işgalci orduların, işgalci milletlerin uğradığı bu şekil korkunç sonlarla doludur.
Efendiler, Türk vatanını almak düşüncesini, Türk’ü esir etmek hayalini genel, ortak bir düşünce haline koymağa çalışanların da hak ettikleri sondan kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük. Efendiler, kendilerine bir milletin geleceği emanet edilen adamlar, milletin kuvvet ve gücünü yalnız ve ancak yine milletin gerçek ve kabul edilir yararlar elde etmesi yolunda kullanmakla sorumlu olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi ele geçirip işgal etmek, o memleketlerin sahiplerine hükmetmek için yeterli değildir. Bir milletin ruhu baskı altına alınmadıkça, bir milletin kararlılığı ve iradesi kırılmadıkça, o millete hükmetmenin imkânı yoktur. Halbuki yüzyılların çocuğu olan bu millî ruh, kalıcı ve sürekli bir millî iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz.
Hükmedilmek istenmeyen bir milleti, esaret altında tutmayı başaracak kadar kuvvetli zorbalar artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Türk milleti son çarpışmalarıyla, özellikle burada kazandığı zaferle, kazandığı kararlılık ve irade ile herkesçe bilinen bu gerçekleri bir defa daha tarihin sinesine çelik kalemle kazımış bulunuyor.
Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Savaşı, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasını oluşturur. Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir yön vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.
Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırılmış oldu. Sonsuz hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları devlet ve cumhuriyetimizin sonsuz koruyucularıdır. Burada gerçeklerini söylediğimiz “Şehit Asker Abidesi” işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, özverili ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu abide Türk vatanına göz dikeceklere Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, gücü ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.
Efendiler, bu büyük zaferin çeşitli unsurları üstünde en önemlisi ve büyüğü, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır. Bu olayın tarihimizde ve bütün dünyada ne büyük, ne verimli bir inkılâp olduğunu anlatmaya gerek görmem. Milletimizin uzun yüzyıllardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların yönetim ve baskısı altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını sağlama yolunda ne kadar büyük felâketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin egemenliğini eline almış olması olayının, bütün büyüklüğü ve önemi gözleriniz önünde canlanır. Gerçi büyük zaferin ertesi gününe kadar İstanbul’da halife ve sultan adı altında bir şahıs ve onun işgal ettiği hilâfet ve saltanat unvanı ile bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini hak ettikleri sona ulaştırdı.
Efendiler, millî egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş olan kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. Avrupa’nın ortasından, ta doğunun diğer ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun akıbetini daha güzel anlayabiliriz.
Arkadaşlar, saraylarının içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla birleşerek Anadolu’nun, Türklüğün karşısında yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından sürülmeleri, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir. Türk milletinin atalarının kutlu emâneti olan bu topraklarda tam anlamıyla efendi olarak yaşaması; ancak o lüzumsuz ve manasız olmaktan başka, varlıkları tam zarar ve felâket olan makamların yok edilmesiyle mümkün olabilirdi.
Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği acıları, üzüntüleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur. Bu kadar üzüntüler ve kötülükler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mutlu ve hür yaşayabilmek için mutlaka egemenliğine sahip çıkmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün çocuklarını toplu ve dikkatli bulundurmak gereklidir.
Efendiler, yüzyıllardan beri inleyen, fakat baskıcıların, aldatanların, bilgisizlerin oluşturdukları engellerle yürek parçalayan sesini milletin kulağına duyuramayan zavallı vatan bugün diyor ki; can kulağınızı, bağrında en derin üzüntüler duymuş annenizin samimî sözlerine sürekli açık bulundurunuz.
Efendiler, Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da hükmedici olma güç ve kabiliyetini göstermiş olan atalarımız, zamanında bu sesi duymaktan geri çevrilmemiş olsalardı; Türk topluluğunun, Türk idealinin, Türk çıkarlarının korunmuş ve çoğaltılmış olacağı anavatanı bugünkü parçalanmış şeklinde mi miras alırdık.
Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve hüner, yüksek medeniyet, hür düşünce ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, istiklâl, gerçek varlık... Vatan bu isteklerini tamamen ve hızla yerine getirmek için kurallı ve gerçek bir şekilde çalışmayı emreder.
Efendiler! Yüzyıllardan beri Türkiye’yi yönetenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde giderebiliriz: O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek Ancak bu düşünceyle hareket ederek her türlü kurtuluş ve mutluluk hedeflerine ulaşabiliriz. Bizim milletimiz vatan için, özgürlüğü ve egemenliği için özverili bir halktır; bunu ispat etti. Milletimiz yaptığı inkılâpların kararlı savunucusudur da. Benliğinde bu iyi huylar yerleşmiş bir milleti yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.
Efendiler! Milletimiz egemenliğini eline aldığı gün, bilmeyen kalmamıştır, en karanlık kötülüklerin, en derin uçurumu kenarında bulunuyordu. Maddî kuvveti yıprattırılmış, savunma araçları elinden alınmış, mânevî dünyası, kutsal saydıkları saldırıya uğramış üzücü bir durumda bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen varlığını ve istiklâlini kurtarmağa karar verdi. Bu kararında başarı sağlayabilmek için bütün milletin kendine bir hedef ve hareket seçmesi gerekiyordu. Bütün milletin, o hedef üzerinde mutlaka başarı sağlamayı amaç kabul etmesi gerekiyordu. Millet bütün varlığıyla bütün özverisi ile, bütün inancı ile o hedefe beraber yürümeli ve mutlaka başarılı olmalıydı. Efendiler, o hedef burasıydı. Amaç olan başarı, burada kazanılan zaferdi.
Efendiler! Milletimiz bundan sonraki işinde de başarılı olabilmek için, millî hedefini bütün açıklık ve kesinlikle, bütün vatandaşların gözünde ve yüreğinde bütün parlaklığı ile belirlemiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz milletin ideali olarak adlandırınız. Fakat bu unvanı verirken dikkat ediniz ki, hayal olan bir anlama kendimizi kaptırmayalım.
Efendiler! Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada tam anlamı ile çağdaş bir sosyal toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her toplumun varlığı, kıymeti, özgürlük ve kurtuluş hakkı, sahip olduğu öze uygun yapacağı çağdaş eserlerle mümkün olur. Uygar eser oluşturmak yeteneğinden yoksun olan milletler, hürriyet ve kurtuluşlarından ayrılmaya mahkûmdurlar. İnsanlık tarihi baştanbaşa bu söylediklerimi doğrulamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde bekleyenler veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak bilgisizliği ve dikkatsizliğinde bulunanlar, uygarlığın coşan seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.
Efendiler! Çağdaşlık yolunda başarı yenilenmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta ilim ve fen alanında başarılı olmak için tek olgunlaşma ve yükselme yolu budur. Hayat ve dirliğe hükmeden emirlerin, zaman ile değişme, olgunlaşma ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın buluşları, fennin harikaları, dünyayı şekilden şekle geçirttiği bir dönemde, yüzyıllık eskimiş düşüncelerle, geçmişe tapınmakla varlığını korumak mümkün değildir. Uygarlıktan söz ederken şunu da kesinlikle söylemeliyim ki, uygarlığın temeli, yükselmenin ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta kötülük, mutlaka sosyal, iktisadî, siyasal güçsüzlüğü gerektirir. Aileyi oluşturan kadın ve erkek unsurların doğal haklarına sahip olmaları, aile görevlerini idareye yeterli bulunmaları gereklerdendir.
Efendiler! Milletimiz burada belirlediğimiz büyük zaferden daha önemli bir görev peşindedir. O zaferin anlaşılması milletimizin iktisat alanındaki başarılarıyla mümkün olacaktır. Bilirsiniz ki, ekonomik açıdan zayıf bir yapı fakirlikten kurtulamaz, kuvvetli bir uygarlığa, refah ve mutluluğa kavuşamaz, sosyal ve siyasal felâketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin yönetimindeki başarı da, ekonomisinde edinilen bilgiler derecesiyle uygun olur. Hiçbir medenî devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından önce iktisadını düşünmüş olmasın. Memleket ve istiklâl savunması için varlığı gerekli olan bütün kuvvetler ve araçlar ekonominin genişleme ve açılmasıyla mükemmel olabilir.
Milletimizin özünde bulunan kuvvetli karakter, sarsılmaz irade, ateşli milliyetçilik, iktisadî başarıdan kaynaklanacak verimlerle de hak ettiği derecede desteklenmek zorundadır. Yüzyılın içindeki mücadelede milletimizi başarılı kılacak bir ekonomik hayat sağlanmasını amaç edinen genel öğretim ve eğitim sistemlerimiz, her gün daha çok gelişecek ve elbette başarılı olacaktır.
Efendiler! Artık bugün hayat ve insanlık gerekleri bütün gerçekliğiyle ortaya çıkmıştır. Bunlara karşı olan söylentiler ahlâk ve inanca uymaz. Gerçek ortaya çıkınca yalan ortadan kalkar. Boş sözler, uydurmalar kafalardan çıkmalıdır. Her türlü yükselme ve olgunlaşma yeteneği olan milletimizin, sosyal ve fikrî inkılâp adımlarını kısaltmak isteyen engeller derhal yok edilmelidir. Efendiler! Son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum:
Gençler! Cesaretimizi destekleyen ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve anlayış ile insanlık yüksek karakterinin, vatan sevgisinin, düşünce hürriyetinin en kıymetli örneği olacaksınız.
Ey yükselen nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.
Arkadaşlar, bu gazilik ve şehitlik diyarını terk ederken “Şehit Asker”i hep beraber saygıyla selâmlayalım.”

BÜYÜK ZAFER RESMEÎ BAYRAM İLAN EDİLDİ
1924 zaferin en önemli mimarı Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] Paşa’nın katılımıyla kutlanılan Büyük Zafer ve Başkomutanlık Muharebesi, iki yıl sonra 1926 yılın- da çıkarılan bir kanunla Türk ordusunun bayramı olarak ilan edildi. Ancak 1930’ların ortalarına kadar 30 Ağustos Zafer Bayramı görkemli kutlama ve anmalardan uzak bir şekilde törenlerle kutlanmıştı Özellikle 1960’lardan itibaren daha kapsamlı ve katılımlı bir şekilde kutlamalar yapılmaya başlanmıştır. Bu kutlamaların Büyük Zafer kutlamalarını da aşıp içeriye ve dışarıya ordunun bir mesajı niteliği de taşıdığı görülmektedir. 1926 yılında çıkarılan kanunun metni şu şekildedir:
“Kanun Numarası: 795
Birinci Madde: İstiklal Muhaberatında zafer-i katiyi temin eden 30 Ağustos Baş- kumandan Muharebesi günü cumhuriyet ordu ve donanmasının zafer bayramıdır.
İkinci Madde: Her yıl dönümünde bu bayram günü kuvvayı berriye, bahriye ve havayiye tarafından tes’id olunur ve müdafaa-i milliye vekâletinin tanzim edeceği programa göre Dumlupınar’da ayrıca merasim-i askeriye icra edilir. Bugünde bilumum devair ile mektepler tatil olunur.
Üçüncü Madde: Bu kanun neşr tarihinden muteberdir.
Dördüncü Madde: Bu kanun ahkâmını icraya İcra Vekilleri Heyeti memurdur.
1 Nisan 1926”