Fatih Oğuz
Pandemi Sürecinden Medet Ummak
„Bugün on yıllardır süren çatışmaları sürdürmek, öne çıkarmak veya birinin bir diğerini bütün kötülüklerden sorumlu tutmasının zamanı değil. Bugün hesap yapma veya bir çatışmaya hazırlanma günü de değil. Bugün ülkeyi yeniden inşa etmeye koyulma günü.“ (Amin Maalouf)
Günümüzde Pandemi nedeniyle alınan önlemler, politik kararlar bahane edilerek halkın memnuniyetsizliğini tetikleyecek kamuoyu çalışmaları da dikkate alındığında ülke dâhilinde kalkışmalar provoke edilmekte ve bazı ülkelerde bunun teşebbüsü dâhi yaşanmaktadır.
Pandemi Sürecinde Alman Meclisine Baskın Teşebbüsü
Almanya’nın başkenti Berlin’de 29 Ağustos 2020 tarihinde hükûmetin Kovid-19 politikasına karşı tertiplenen bir yürüyüş gerçekleşti. Tabiri caizse son dakika çıkan izin ile gerçekleşen yürüyüşe 38 bin civarında kişi katıldı. Belirli bir zaman geçtikten sonra yürüyüşün içerisinden bir grup Federal Meclis binasının giriş kapısına doğru harekete geçerek âdeta basmaya yeltenirler. Sayısı düşük olan emniyet güçlerin mukavemetiyle karşılaşan grup dağılmak zorunda kalır. Eylemci grubun ana gövdesi aşırı sağcı grup olarak tanımlanan çevrelerin yanı sıra ideolojik ve siyasi bakımından uyuşmazlık emareleri taşıyan kişilerin de bulunduğu gözlemlendi. Yaşanan bu eylem bir seneden beri gündemde olan ve inşasının başlangıcı için 2025 yılı düşünülen Meclisin ön cephesini koruyacak güvenlik bölgesi için takvimin erkene alınması yönünde çalışmalarının öne alınmasına neden oldu. Güvenlik bölgesi için düşünülenler şu şekildedir: Meclisin ön cephesinin kanatlarını 50-55 metre uzunluğunda ve 2,50 metre yüksekliğinde olan kapılı çit, çitlerin bir ucundan bir ucuna kadar da uzanan 2,50 metre derinliğinde ve 10 metre genişliğinde suyla dolu hendek. Vatandaşların da Meclise ulaşabilmeleri için de bir tünel.
Bu güvenlik önlemi aslında terör saldırılarına karşı yapılması düşünülür iken resmî izin ile gerçekleştirilen bir yürüyüşten kopan bir grubun saldırısıyla başka bir boyut kazandı. Tarihî dönüşümlerin ve değişimlerin gerçekleştiği bir dönemde bu gelişmelere karşı kayıtsız kalmamak hatta belirleyici olmak her siyasi cemiyetin gözettiği durumlardır.
Kovid-19 pandemisi, küresel düzeyde yeni bir döneme geçiş sağlamak için siyasi cemiyetlere bir fırsat sunduğu kadar aynı zaman da zorunlu bir hâl alma özelliğine sahiptir. Hükûmetlerin uyguladığı sağlık, ekonomi, güvenlik, ekonomi ve eğitim politikaları geçici uygulamalar yerine istikrar sağlayacak yeni reformların yanı sıra zorunlu uygulamaları içermektedir. Uygulamalar veya reformlar bahane edilerek ülkenin iç siyasetinin yönetilmesi ve yönlendirilmesi hususunda çeşitli girişimler -özellikle iç dinamikleri manipüle edebilecek dereceye erişmesi- bazı ülkelerde yönetim ve hatta sistem değişikliklerine kadar götürebilir.
Pandemi Sürecinde Türkiye Örneği
Pek tabiidir ki pandemi süreci öncelikle sağlık sektörün ilk derecedeki muhatabı olduğundan sağlık kurumu üzerinden girişimler yoğunluk kazanacaktır. Bunu yapacak olanlar kendilerine edindikleri amaç şunlardır: Sağlık Bakanlığının aldığı kararlar tartışılacak, Sağlık Bakanlığının önerileri gölgelenecek, Sağlık Bakanı’nın şahsında şaibeler oluşturulacak, Sağlık Bakanlığının paylaştığı veriler itibarsızlaştırılacak. Böylece halkın nazarında pandemi sürecinde devletin en önemli şubesi olarak âdeta devletin kendisi olarak belirlenen sağlık kurumu güvenilirliğini ve geçerliliğini yitirecek. Sivil itaatsizlik neticesinde sağlık çalışanların görevlerini yerine getirmekte zorlanacaklar, ifade özgürlüğü ve demokratik hak kisvesi altında sokak eylemleri üzerinden kaos oluşturularak ortam gerilecek, bulaşma hızı katlanacak, moralsizlik yükselecek, bitkinlik yayılacak; sağlık sistemi haddinden fazla yük ile çökme duruma gelerek teslim bayrağını çekecektir. Pandemi sürecinde sağlık sistemi teslim olduğunda devletin diğer şubeleri etkilenerek bir zincirleme sonucunda devletin felçe uğraması demektir. Felç geçiren bir devlet dış müdahale için müsait hâle gelmiştir. Bunu amaçlayan çevrelerin öncelikleri ülkenin ana muhalefeti konumunda olan siyasi partiler, kamuoyuyu etkileyecek medya kuruluşlar ve sağlık sektörü menşeli yapılar üzerinden düşünme, düşünce ve davranış birlikteliği sağlamaktır. Bunun en bariz örneğini CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı şu açıklamasında görebiliyoruz: ‚Rakamların çok daha fazla olduğunu ben de biliyorum, siz de biliyorsunuz, doktorlar da biliyor, hemşireler de biliyor, esnaf da biliyor, vatandaş da biliyor.“
Açıklamasına binaen devlet ile vatandaş karşı karşıya gelmiş durumda. devlet aldatan kendisinin şahsında tüm vatandaşlar aldanmayan pozisyonunda. Yani devlete güvenilmez!
Kılıçdaroğlu bununla yetinmeyerek açıklamasını şöyle devam etti: Tedavi için hastaneler tıka basa dolu, yoğun bakım tıka basa dolu. İş tamamen tersine dönmüş durumda. Bu, devletin ülkenin iyi yönetilmediğini gösteriyor.“ Sağlık kurumu tıkandı çünkü devlet iyi yönetilmiyor.
Kılıçdaroğlu daha ne dedi: Her akşam belli bir saatte açıklamalar yapıyor. 'Şu kadar vatandaşımız yakalandı, şu kadar vatandaşımız hayatını kaybetti.' diye. Başlangıçta güven vermişti ama bir süre sonra Sağlık Bakanı da bütün güveni yitirdi. Neden? Şu cümle ile başladı. 'Sayın Cumhurbaşkanı‘mızın talimatlarıyla...' Sayın Cumhurbaşkanı dediğin kişi doktor değil ki“
Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı ile Sağlık Bakanı arasındaki kurumsal bağlantıyı sağlayan Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine gölgeli bir gönderme yaparak asıl niyetini böylece açığa çıkarmış oldu.
Kılıçdaroğlu sağlık kurumu üzerinden sistemi hedef alan tek siyasetçi değil. Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu partisinin 1. Olağan Manisa İl Kongresinde yaptığı açıklamasını özetleyecek olursak eski başbakanın görüşleri şu şekildedir:
„12 Eylül felsefesinin devamı niteliğinde bir Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi ile yönetilen Türkiye‘de; her akşam düzmece bazı rakamlar açıklanıyor. Açıklama yapan bakanlık da inandırıcı olmadığının farkında. Sağlık Bakanlığını bir an önce gerçek rakamlar paylaşılmalı, vaka ve ölüm sayıları üzerinde sır perdesi aralanmalı. Rakamlar dışında uygulamada da ciddi sorunlar var. Pandemi hastanesi diye açılan hastaneler verimli çalışmıyor. Sağlık sistemi çöküş sinyalleri veriyor. Artık sorun bir salgın sorunu olmaktan çıkmış ve bir sistem sorunu hâline gelmiştir. Bu sağlık sisteminin çöküşünün ilanıdır. Tek dertleri ne yaparsak artık çuvala sığmayan mızrağı biraz daha saklamayı başarırız. Bu da siyasal sistemin çöküşünün işaretidir…“
Kılıçdaroğlu ve Davutoğlu’nun verdikleri mesajlarla örtüşen açıklamalarda bulunan siyasetçileri burada sıralamak mümkündür lakin biri ana muhalefetin genel başkanı diğeri de bir dönem başbakanlık yapmış bir genel başkan olması hasebiyle mevzunun organize kısmına dikkat çekmek istiyorum.
Siyasetin merkezinde bulunan bu iki genel başkanın ve hatta terörün uzantısı hâlinde olan odakların paralelinde meslek birliklerinde yöneticilik yapanların sahip olması gereken sorumluluğunu taşımayan Türk Tabipleri Birliğinin yöneticileri aynı frekansta açıklamalar yaptıklarına şahit oluyoruz. Bu konuyla ilgili Türkgün Gazetesi Köşe Yazarı Yıldıray Çiçek’in „Doktor maskeli, terör karargahı TTB!“ ile „Mehmetçik karşısında, PKK safında olmuş TTB!“ başlıklı iki yazısını öneriyorum.
MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli resmî Twitter hesabından „Ülkemizin yeni tip koronavirüs salgınıyla mücadelesini kösteklemek isteyen, vatandaşlarımızla birlikte sağlık çalışanlarımızı telaş ve paniğe sürüklemek amacı taşıyan kötü niyetli bir kampanya devamlı mesafe almaktadır. Bunu görüyoruz, karanlık emel sahiplerini biliyoruz.“ diyerek bu tehlikeli organizasyona dikkat çekmiştir.
Sayın Bahçeli’nin açıklamalarına yüksek sesle cevap verdiğini düşünenlerin içerisinde Meral Akşener’dir. Partisinin 2. Olağan Kurultayı‘da konuşma yapan Akşener, “Kendine, sözüm ona milliyetçi diyenlerin hor gördüğü, Atamın bize emaneti, cefakâr Türk tabiplerine selam olsun.” diyerek TTB’ye sahip çıkarak MHP liderine ve Türk milliyetçilerin haklı tepkileri için de “hor görme” olarak nitelendirmiştir. Akşener’in açıklamasının içerisinde birçok trajikomik kısım mevcut ama şahsi görüşüm bunların içerisinde ilk sırayı şüphesiz TTB’yi Atatürk’ün emaneti olarak empoze etmeye çalışmasını veririm.
Pandemi Sürecinde Dış Basını ve Türkiye
Almanya’nın “Der Spiegel” dergisinde Maximilian Popp’un yazdığı Türkçe çevirisiyle “Kibirli Devlet Adamı” başlıklı yazıda pandemi sürecinde olan Türkiye’nin ilerleyişini engellemek için önerileri mealen şöyledir: “Korona dönemi öncesi de kasvetli olan ekonomik durum pandemi nedeniyle daha da kötüleşti. (…) (Erdoğan) fırsat buldukça her yere müdahil oluyor: Kuzey Afrika’da askerî üs planlıyor, Balkanlar’da cami inşa ediyor, Suriye’nin belirli bölgesini işgal ediyor. ABD’nin dünya politikasından geri çekilmesiyle oluşan boşluğu Ankara değerlendirmeye çalışıyor. (…) Avrupalılar 20 yıldan beri Ankara’daki kışkırtıcıyla uygun bir şekilde başa çıkmak için bir yol bulamadı. Türkiye’yle yakın ekonomik ilişkiler sebebiyle Erdoğan’ı durdurmak için ellerinde imkânları var. Gerektiğinde AB ve Federal Hükûmet (Almanya) ekonomik yaptırımlarla Türkiye’ye baskı uygulayabilirler.”
Yine Alman bir dergisi olan “Focus”ta Türkçe çevirisiyle “Sultan hayatta kalma mücadelesi veriyor” başlıklı yazıda da Frank Nordhausen mealen şunları yazmış: “(Erdoğan) Üç yıl önce yapılan referandumdan çıkan sonuçla başkanlık sistemi yürürlüğe koydu, çünkü gücünün korunması yönünde parlamenter demokraside güvencede görmüyordu. Tabii ki o dönemlerde bir rakibini tahmin edemedi: sallantıda olan Türk ekonomisini uçurumun kenarına getiren koronavirüsü. Durum ciddi.”
Nordhausen, yazısında Türkiye karşıtlarının toplandığı bir haber sitesinde yazarlık yapan birini kaynak olarak gösteriyor. Ayrıca “olaylar istenildiği gibi gelişmediğinde Cumhurbaşkanı’nın ailesiyle ülke dışına çıkacağı düşünülerek ABD’de bir Türk vakfına sermaye kaydırdıklarını” söyleyerek bir C-planından bahsediyor. Nordhausen bu iddiasının kaynağı olarak da CHP ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu olarak gösteriyor. Her iki yazıda da bir ülkenin Cumhurbaşkanı’na yönelik yakışıksız ve iftira niteliğinde cümleleri bir araya getiren yazarların genel olarak Türkiye’ye yönelik bakışları menfi olmakla birlikte Türkiye’yle ilgili temel haber alma kaynaklarını oluşturan ne yazık ki muhalefetin sergilediği tutumdur. Türkiye’deki muhalefet dış odaklarının yararlanabileceği bir politik kaynak oluşturmayı bıraktıkları an Türkiye’de siyasetin dili, toplumun dili ve sivilin dili müspet anlamında gelişeceğinden eminim.
Şunu da belirtmek durumdayım. Bu iki Alman dergisinde çıkan yazılardan yola çıkarak Almanya’nın genel politikası Türkiye’ye yönelik bir karşıtlık üzere kurulduğu düşünülmesin. Aksine, Alman Şansölye Merkel’in Türkiye’ye karşı tutumu yumuşak ve Türkiye’nin uygulamalarına karşı da tepkisiz kaldığını düşünerek Türkiye hakkında asılsız ve karalama kampanyaları olabildiğince yüksek sesle dile getirilerek Alman kamuoyunu yönlendirme ve siyasi iradeyi etkilemeye çalışıyorlar. Bu çevrelerin maksadı Türkiye ile Almanya arasındaki güçlü bağlarının koparılması yöndedir. Merkel, Türkiye ile ilgili yürüttüğü politika sebebiyle sadece ülke içerisinden değil aynı zaman da AB üyesi olan diğer ülkelerden de tepkilere maruz kalıyor. Bunu bizler karşılaştırmalı okumalarımız neticesinde görüyoruz. Küresel odakların çok yönlü ve çok sesli girişimlerin karşısında basiretimizi ve ferasetimizi düğümleyecek irrasyonel tutum ve söylemlerden uzak kaldığımızda; her türlü emperyalist zihniyetlerden kurtulmuş tüm milletlerin sahip olduğu yaşama hakkını koruyacak ve kollayacak bir dünya düzenine doğru adımlarımızı sıklaştırmış oluruz.