TÜRK MİLLİ STRATEJİSİNDE YENİ BİR YAKLAŞIM: KÜRESEL DÜŞÜNCE BÖLGESEL HAREKET

31 Mayıs 2018 17:01 Abdullah Cüneyt KÜSMEZ
Okunma
4534
TÜRK MİLLİ STRATEJİSİNDE YENİ BİR YAKLAŞIM: KÜRESEL DÜŞÜNCE BÖLGESEL HAREKET

TÜRKMİLLİ STRATEJİSİNDE YENİ BİR YAKLAŞIM:

KÜRESEL DÜŞÜNCE BÖLGESEL HAREKET

Dr.Abdullah Cüneyt KÜSMEZ

 

Güvenlik,geniş anlamları olan ve çeşitli alanlara hitap edebilen bir kavram olup bütün tanımlarında doğrudan sahip olunan herhangi bir varlığın korunması maksadıyla alınan tedbirler bütününü ihtiva eder. Bu ifade çok farklı kavramlar altında anlamını bulsa da aynı çerçeveyi çizer: örneğin günümüz deyimiyle güvenlik mimarisi, güvenlik konsepti, güvenlik ilkesi, güvenlik stratejisi gibi.Kavramın adı ne olursa olsun tanımda iki ana husus dikkat çekmektedir: Birincisi korunması gereken varlık ki bu değerler bütünüdür, ikincisi bu değerlerin korunması için alınması gereken tedbirlerdir. Birincide belirtilen varlık,üzerinde hassasiyetle durulan maddi ve manevi değerlerdir. İkincide belirtilen alınması gereken tedbirler ise üzerinde hassasiyetle durulan maddi ve manevi değerlerin etrafındaki koruyucu kuşaktır.

1. Türk Güvenlik Stratejisinin Tarihi Temelleri

Kavramsal olarak belirtilen güvenlik mimarisi/güvenlik konsepti/güvenlik stratejisinin temelinde tarihten gelen yüksek değerler yer alır. Bunları şematik olarak göstermek gerekirse, ortaya öncelikle tarihî bir yapının analizi ve bunun korunması maksatlı oluşan bir güvenlik yapısı çıkar. Bu yapının tarihi analizi şöyledir:

Göktürk Yazıtları’nda Türk devletinin yapısı,“Düzen, Dayanışma, Mücadele” olarak kuramsal bir üçlü yapıdadır. Yani, “Üzetengri, asra yagız yer kılındukda, ikin ara kişioğlu kılınmış. Kişi oğlında üzeeçüm apam Bumin Kagan olurmış. Olurupan, Türk budunung ilin törüsün tutabirmiş, iti birmiş…” “Yukarıda mavi gök ve aşağıda yağız yer yaratıldığında,ikisinin arasında insanoğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerine atalarım Bumin Kağan ve İstemi Kağan (Kağan olarak) oturmuşlar. Oturduktan sonra, Türk milletinin devleti ile töresini idare etmiş ve düzene koy vermişlerdir…”[1] 

Tonyukuk Yazıtları’nda ise Türk devlet yapısı,“Güç, Yasa, Kültür” olarak kurumsal bir üçlü yapıdadır: “Geceleri uyumadan, gündüzleri oturmadan kızıl kanımı akıtarak millete hizmet ettim. Uzak yerlere devriyeler gönderdim. Yerli yerine keşif kuleleri kurdurttum. Tanrı esirgesin Türk milleti içerisine gizli düşmanların akınına izin vermedim.Kazanmasaydım devlet de millet de olmayacaktı. Kazandığım için devlet devlet oldu, millet millet oldu.” Bu iki yüksek ifade aynı zamanda Türk sosyolojisinde devlet-millet ilişkisini de açıklar. 

Türk mitolojisinde yer alan Gök, İnsanoğlu, Yer bütünlüğü Türk devlet yapısının kuramsal ve kurumsal esaslarına zemin teşkil eder. İnanışa göre Gök’ten (Tanrı)alınan hükmetme yetkisi Başbuğ’un kişiliğinde bir düzen sağlayıcı ve yönetici olarak vücut bulur. Bu ise onun töreye bağlı yasal konumunu ve adil bir yönetim şeklini de ifade eder. İnsanoğlu ise Türk boyları ile yönetimi altındaki tebaanın, dayanışma içerisinde aynı kültür özelliklerini taşıyan değerlere sahip bir ülkü etrafında toplar. Yer ise ordu-millet anlayışı ile iç ve dış tehditlere karşı mücadeleyi ve zararlı tüm unsurlara karşı güç kullanmayı gerektirir. Bu özelliklerin tamamı ilke, ülke, ülkü anlayışında anlam kazanır ve Türk cihan hâkimiyetinin de fikrî temelini teşkil eder.

Böylelikle Türk cihan hâkimiyetinin başlangıcı insanın yaratılışına bağlanarak ezelî olduğu ve aynı zamanda ebedîlik vasfı da dâhil edilerek yeryüzündeki insanlar arasında herhangi bir ayrım yapılmadığı belirtilmiş olur. Bütün insanlığı idare yetkisi Türk hükümdarına verilmiştir. Bu anlayış Türk cihan hâkimiyeti ülküsünün temel felsefesine kaynaklık eder.[2] Bundan maksat, Tanrı’nın verdiği devlet ve güç ile onun seçkin bir kavmi olarak adaleti yaymak ve dünya nizamını kurmaktır.

Türk devlet yapısının kurumsal yapısı incelendiğinde; nadide bir özellikteki Türk kültürü kök olarak merkezde yer almakta, töresinden gelen özellikleri ile dışında yer alan yasa ve onun dışında yer alan maddi güç unsurlarını beslemektedir. Kültür devamlı canlı ve besleyici bir kaynak olarak toplumsal yaşantının cevheridir. İkinci kuşakta yer alan yasa ise merkezdeki kültürden aldığı değerler ile töresine uygun ve toplumsal yaşantının sürekliliğini sağlayacak düzenin hukuki temellerini sağlamaktadır. Yasa bir taraftan kültürden beslenirken diğer taraftan hem kendisini hem de kültürü koruyacak güce meşruiyet kazandırmaktadır. Bu suretle ülke iç ve dış tehditlere karşı korunmuş olmaktadır.[3]

Anayasave yasalar ülkenin o günkü ve gelecekteki ihtiyaçlarından, uzun tarihî gelenek,örf ve âdetlerinden ve tecrübelerinden hatta coğrafyası ve ikliminden çıkarılır.[4]Nitekim bir Uygur bilgi nazariyesinde “beyler” ve “millet” kavramı yer almaktave aralarında Türk töresine göre bir anlaşma olduğu ve yöneten beyler ile yönetilen millet arasında uygunluk ve anlaşmanın bir milletin varlığı için şart olduğu belirtilmektedir.[5]

Dış kuşakta yer alan güç ise devletin maddi ve manevi unsurlarının tek koruyucusudur. Yüzünü içe döndüğünde kültürden şuurunu, yasadan ise meşruiyetini alır ve iç tehditlere karşı aldığı tedbirler süreklilik gösterir.Yüzünü dışa döndüğünde ise dış tehditlere karşı bilgi temini ve gerektiğinde müdahale ile savunma görevini yürütür. Burada dikkat çeken bir noktada iç kuşak ile dış kuşağın önem ve özelliği nedeniyle millî olarak nitelenmesidir. Nitekim iç kuşağın yönetimi ve devamlılığı “milli eğitim” ile dış kuşağın yönetimi ve devamlılığının ise “milli savunma” ve “millî istihbarat”ile sağlanmasının amaçlanmasıdır. Bu kuşağın güçlü olması dış politikanın da istikrarlı olmasını sağlar. Çünkü içerideki millî kültürün ve yasaların verdiği güç, millî devlet olgusuna dönüşerek dış siyaseti de istikrarlı[6]hâle getirecektir.

Diğer taraftan kurumsal yapı, kuşaklar arası, sürekli bir geçişin olduğu dinamik bir yapıya sahiptir. Hiçbir şekilde dini, siyasi, ırki ve ekonomik bir toplumsal sınıf, ayrım ve kategori olmaksızın veya biri diğerinin üstünlüğüne maruz bırakılmaksızın millet bütünlüğü içerisinde kuşaklar arası geçişte liyakat ve ehliyet esastır. Ancak gözetilmesi gereken temel esas kök kültürü özümsemiş ve oradan beslenen nesillerin varlığıdır. Bu maksatla öncelikle genel ve yaygın bir kültür birliği ve bütünlüğünün devamı geçici tedbirler ile değil özellikle milletin her ferdinde eğitimle sağlanmalıdır.[7]

Bu genel çerçevesi çizilen güvenlik yapısı tamamen bir millî yapıyı işaret eder. Bu yapının özellikle korunması gerekir bu da izlenecek millî bir strateji ile olacaktır. Stratejinin de belirlenmesinde iki önemli husus vardır:

Birincisi yapıyı koruyacak tedbirleri alırken iç ve dış tehdit unsurlarını belirlemektir.Yani tehdit, reel politik denilen günümüz gelişmelerine bağlı olarak biçimlenir. Daha sonra tedbir/strateji belirlenir. Ancak tehdidin temelinde yukarıda belirtilen iç mukavemeti bozacak dış tehdidin tarihî arka planını da bilmek gerekir. Bu da şöyle izah edilebilir:

Batı’nın yüzyıllardır sahip olduğu bir düşünce yapısı, günümüz küreselleşme adı altında üniter devlet yapılarına karşı genel bir tehdit odağıdır. Bu algı, Batı düşünce yapısını ve karşısında yer alan ve ayakta kalmak için çaba sarf eden Türkiye’nin stratejik düşünce kaynağıdır. İlk kez burada açıklaması yapılan bir stratejik karşılaştırmada aslında güç unsurlarının beslendiği kaynaklar da görülebilir.O halde izlenecek strateji “küresel düşünerek küresel hareket” edenlere karşı   “KÜRESEL DÜŞÜN, BÖLGESEL HAREKET ET” (KDBH) prensibi olacaktır.

Strateji Mücadelesinde

Küresel-Bölgesel Arka Planın Karşılaştırması

“Öncelikle insan-coğrafya birlikteliğini tarih, kültür ve ülkü ile vatan-millet birlikteliğine dönüştürmüş devletler, bu bilinçlerinin farkında olduğu sürece küresel hareket eden tüm devletlerin stratejilerini bozarlar.”

2. Türkiye’nin Eski Güvenlik Stratejisi

“Küresel Düşünce ve Bölgesel Hareket” prensibi Türkiye’nin son altmış yıllık dış politik uygulamalarında Atatürk dönemi olan 1919-1938 döneminde hariç uygulan(a)mamıştır.

Bu genel tarihî çerçeveye rağmen; Türkiye, uzunca bir süre yer aldığı Batı ittifakı içerisinde müttefikleri ile karşı karşıya gelmezken yani ilişkiler statik bir durumdayken neden son yıllarda sıkça karşı kaşıya getirmekte diğer bir ifade ile dinamik bir yapıya geçiş olmaktadır? Bu sorunun cevabı son yıllarda Türkiye’nin farkındalığının artmasında ve millî kaynaklara başvurmasından ileri gelmektedir. Konunun izahı bakımından Türkiye’nin konumunu incelemek faydalı olacaktır.

Soğuk Savaş denilen ABD liderliğindeki NATO Paktı ile Sovyetler Birliği liderliğindeki Varşova Paktı mücadelesi 1990 itibarıyla sona ermiştir. Türkiye paktlar mücadelesinde NATO içerisinde yer almış ve NATO’nun dünya düzeni stratejisinde aynı zamanda rol de üstlenmiştir. Yani bir bakıma Soğuk Savaş adı verilen bu strateji mücadelesinde bu paktın güçlenmesine destek olan diğer ittifaklara dagirmiştir. Bunlar Avrupa Birliği (AB-1963), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ-1951),Dünya Bankası (DB-1947), Uluslararası Para Fonu (İMF-1947) ile Birleşmiş Milletler Örgütünün bazı alt ekonomik ve kültürel organizasyonlarıdır. Yani askerî ittifakların yanı sıra ekonomik ve kültürel ittifaklara da dâhil olunmuştur.

Bu küresel Batı organizasyonları içerisinde NATO en etkin konumdadır. Türkiye, NATO içerisinde, yıllardır,

-İttifakın güneydoğu kanadını yetiştirdiği yüksek miktardaki ordusu ile savunmuş,

-ABD harp doktrinini ordusunda temel savaş yöntemi olarak kabul etmiş,

-ABD harp silah ve teçhizatını bir nesil eski modelini yardım ve/veya satın alma yolu ile kabul etmiş,

-Türk ordu mensuplarının askeri bilgi ve becerilerinin geliştirilmesinde tarihî bir tecrübesi olmasına rağmen ABD askerî usul ve esaslarını almış,

-Tehdidin en şiddetlisini sınırlarında hissetmesine rağmen ağır silah sanayini ABD baskısı ile kuramamıştır.

NATO aynı zamanda dünya barışının sağlanılması, uluslararası terörist unsurların temizlenmesi gibi Soğuk Savaş sonrası dönemde üstlendiği misyonu 35 yıldır terörle mücadelesinde Türkiye’ye özellikle Sovyet tehdidinin bittikten sonra hiçbir destekte bulunmadığı gibi PKK/YPG/PYD/PJAK terör örgütleri ile ilişki kurarak ittifak sorumluluğunu yerine getirmemiştir. Üstelik yetiştirdiği nüfuz ajanları ile ordunun hareket kabiliyetini ve düşünme yapısını bozmuş ve millîliğini azaltmıştır.

AB ise1963’ten bu yana bir ekonomik ortaklık hedefi ile başladığımız süreçte kendisini siyasi bir bütünlük olarak tarif etmeye başlamış ve Türkiye’yi ekonomik bir kazanç alanı görerek ortak etmediği gibi karar mekanizmalarına da dâhil etmemiştir. Dünya Ticaret Örgütü, İMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar da Türkiye’nin küresel finans uygulamalarında kaynak sağlayıcı olarak bağımlı olmasına neden olmuş ve Batının mali politikalarının birer tatbik sahası teşkil etmiştir. Bunların yanı sıra Rusya ise 1990’dan itibaren bozulan ekonomisini dünya ile entegre etmek istemiş ancak başarılı olamadığı gibi 1990-2000 yıllarını kapsayan 10 yıllık dönemde dünya politikalarında ABD’nin karşısında etkisiz kalmıştır. İki binli yılların sonuna doğru ekonomik gelişimini kısmende sağlayarak askerî harcamalarını artırmaya başlamıştır. Ancak ABD,politikalarını küresel düzeye çıkarmış ve Soğuk Savaş öncesi doğal müttefiklerinin bu politikaları uygulayıcısı olmasını istemiştir. AB ise bu politikalara aldığı kararlar ile destek vermiştir.

3. Türkiye’nin Güvenlik Stratejisindeki Değişiklikler

Fakat bu politikalar, son 10 yıl içerisinde yani 2009’dan itibaren tedricen Türkiye tarafından başlangıçta sorgulanmaya ve artık reddedilmeye başlanmıştır. Son dönem içerisinde bu politikaların seyrini belirleyen üç önemli belge mevcuttur.Bunlar sırasıyla, 2018 yılı için ABD Ulusal Stratejik Belgesi, AB İlerleme Raporu ve ABD İnsan Hakları Raporu’dur. Bu durumun, Orta Doğu genelinde Suriye odaklı gelişmeler üzerinden değerlendirilmesi hâlinde Türkiye’nin artık yeni bir güvenlik stratejisi belirlemesinin zorunluluğu ortaya çıkmış olur.

Suriye’deki son gelişmeler, 2010 yılı Aralık ayında Tunus’ta başlayan ve Batı tarafından Arap Baharı olarak adlandırılan aslında toplumsal bir hareket olarak sunulan ve ancak sonuçları itibarıyla öyle görülmeyen olaylardan ayrı incelenemez. Nitekim Tunus, Libya, Mısır, Yemen ve Bahreyn’de meydana gelen olaylar, siyasi ve sosyal sonuçları itibarıyla incelendiğinde, Batı’nın ekonomik bir çıkar paylaşımı maksatlı yürüttüğü küresel bir mücadelenin alanını tarif eder.

Bu alan,başlangıçta “Büyük Orta Doğu Projesi” (BOP) daha sonra “Geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri Projesi” (GOP) şeklinde belirlenmiş ve uygulayıcısı olarak ABD’yi, destekleyicisi ülkeler olarak ise AB (Avrupa Birliği) ülkelerini karşımıza çıkarmıştır. Bu bir sınır düzenlemesi olarak görülse de asıl maksadı Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasını içerisine alan siyasal bir düzenlemedir.Bölgedeki ülkelerin kısmen sınırlarını yeniden belirlemek ve kısmen de o bölge ülkelerinde Batı yanlısı yönetimleri Batı politikalarını uygulatmak üzere tesisetmektir.

Batı bu politikalarını ABD liderliğinde uygularken bölgeyi dört kategorik müdahale stratejisi içerisinde dizayn etmek istiyor. Bunlar sırasıyla şöyledir:

Birincisi,doğrudan müdahale edilecek ülkeler,

İkincisi,müdahalede politikasını dayandırdığı ülkeleri,

Üçüncüsü,müdahalede desteklemesini ve/veya sessiz kalmasını istediği ülkeler,

Dördüncüsü,müdahalede uzak tutulmasını istediği ülkeler.

Bu kategorik niteleme ise projenin hayata geçirilmesi sürecinde bir bütün olarakorta ve uzun vade uygulama süreci olarak şekillenmektedir. Dört kategori hâlinde etki altına alınan/alınacak ülkeler kısa ve uzun vadede pozisyon değiştirebilecek bir duruma girebilecek şekilde esnek görülmektedir. Şöyle ki;

ABD’nin (Batı) Orta Vade Müdahale Stratejisi

Doğrudan müdahale edilecek ülkeler: Tunus, Libya, Mısır, Yemen, Bahreyn, (Müdahale gerçekleştirilmiştir.), Suriye (Müdahale devam ediyor).

Müdahalede politikasını dayandırdığı ülkeler: İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Irak

Müdahalede desteklemesini ve/veya sessiz kalmasını istediği ülkeler: Türkiye, Katar,Lübnan, Umman

Müdahalede uzak tutulmasını istediği ülkeler: İran, Rusya ve Çin.

ABD’nin (Batı) Uzun Vade Müdahale Stratejisi

Doğrudan müdahale edilecek ülkeler: Suriye (Müdahale devam ediyor veya tamamlandı),İran, Türkiye, Katar, Lübnan, Umman.

Müdahalede politikasını dayandırdığı ülkeler: İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Irak

Müdahalede desteklemesini ve/veya sessiz kalmasını istediği ülkeler: Tunus, Libya, Mısır,Yemen, Bahreyn.

Müdahalede uzak tutulmasını istediği ülkeler: Rusya ve Çin.

Batının ABD liderliğinde yürütmek istediği bu stratejinin, meydana gelen olayların süreci göz önünde bulundurulduğunda orta vadede 3-5 yıl, uzun vadede ise 5-10 yıl olarak planladığı anlaşılmaktadır.

Genel çerçeveyi çizmeden ABD’nin bölgede ne yapmak istediğini anlamak biraz zordur.Şimdi asıl sorunun cevabını vermek gerekirse, ABD’nin Orta Doğu’da uygulamak istediği bu küresel stratejisi, daha uzun vadeli uygulamalara geçemeden hatta kısa vadede dahi sekteye uğramıştır. Yani Rusya ile küresel stratejik rakip olarak mücadele ederken hatta onu kısmen baş edebilecekken bu mücadeleye hiç beklemediği bir anda müdahaleye sessiz kalmasını düşündüğü Türkiye ile müdahaleye uzak tutulması gerektiğini düşündüğü İran’ın bölgesel stratejik rakip olarak karşısına çıkması ki -burada Türkiye İran’a nazaran daha aktiftir-kısa vadede stratejisini çökertmiştir. Türkiye’nin 15 Temmuz 2016 hain ABD destekli FETÖ darbesini bertaraf etmesi ve akabinde “Fırat Kalkanı Harekâtı”ile bölgeye fiziken müdahil olması ve bu hamlesini “Zeytindalı Harekâtı” ile pekiştirmesi ABD’nin planlarının bozulmasında etkili olmuştur.

Bozulan bu stratejisini AB desteği ile Türkiye’yi zor durumda bırakarak düzeltmek istemekteve dünya kamuoyunda Türkiye’nin konumunu kötüleştirmek için AB ve Yunanistan’ı kullanmaktadır. Amaç Münhasır Ekonomik Bölge’yi taraflı olarak ilan etmek, adalarda hak iddia etmek ve karasularının genişliğini 12/6 mil mesafesinde olduğunu iddia ederek baskı altına almaktır.

Türkiye’nin karadan harekâta katılması, Rusya ve İran’ın direnç göstermesi nedeniyle ABD,Orta Doğu stratejisinde revizyona gitmektedir. Bir bakıma ABD, Suriye’de inisiyatifini kaybetmek üzere olduğunu hissettiğinden ve tek başına yürüttüğü küresel stratejinin hırpalandığını gördüğünden yanına İngiltere ve Fransa’yı da alarak Orta Doğu stratejisini yeniden kurmak ve öncelikle Orta Doğu olmak üzere dünya kamuoyunu etkilemek istemektedir. Cenevre ve BM’de diplomasiyi ilerletememesi ve NATO kapsamında bir harekâtı ise bölgesel güç olma yolunda bir strateji izleyen Türkiye’nin kazançlı çıkacağını düşünmesi nedeniyle önceliğine almamaktadır. Dolayısıyla süratle kurulan bu üçlü ittifak (ABD, İngiltere ve Fransa- İttifaka katılmayan Almanya ve İtalya’nın ise gelişmeleri takip ederek sonradan müdahil olacağı bu operasyonu desteklemesi, güç ihtiyacı olduğunda katılacağı anlamındadır.), yaptığı hava harekâtı müdahalesi ile bölgenin genel durumunu yeniden görmek ve tepkileri ölçmek istemektedir. Ancak bir karaharekâtı yapmadan bu bölgede özellikle Şam’da etkili olamayacağını da bildiğinden Rusya’nın da bir an önce Esad’ı desteklemesini bırakmasını talep etmektedir.Çünkü Rus askerî varlığının ABD için olası bir kara harekâtında büyük bir engel teşkil ettiği çok açıktır.

Yani ABD, küresel askerî güç olarak gördüğü Rusya'nın İranile birlikte Şam üzerindeki denetim ve kontrolünün genişlemesini engellemek ve bölgede yeni muhtemel Batı karşıtı ittifakları önlemek için Cenevre'de ilerleme kaydedemediği diplomatik etkinliği askerî güç ile sağlamayı düşünmektedir. Bir bakıma sınırımızda başaramadığı terör koridorlu etki sahasını Hayfa-Şam hattında İsrail koridorlu etki sahasına dönüştürmeyi planlamaktadır. Dolayısıyla burada mesele, Esad meselesi olmaktan çıkmış gözüküyor. Mesele, ABD'nin kendi inisiyatifi ile Suriye'nin parçalanmasını, kuzeyden Türkiye'nin zamanında müdahalesi ile sonuçlandıramaması üzerine hareket tarzını değiştirerek merkez-güneyden yeni bir cephe açmayı denemesidir. Bunun ilk işaretini ise kuzeyde Fransa vasıtasıyla Türkiye'yi oyalamayı planlarken güneyde kurmuş olduğu Fransa-İngiltere destekli üçlü ittifakla yapmış olduğu hava harekâtı olmuştur. Çünkü bu projenin gerçekleşmesinde çok güvendiği kuzeyde PKK/YPG teröristlerinin etkisizliğinin kendisine vakit kaybettirdiğini düşünerek tesis edileceği yakın gözüken Şam merkezli yeni bir yönetimin planlamasına dâhil olmak istiyor. Nitekim hukuki bir uluslararası meşruiyet olmadan ancak vicdani haklı gerekçeler taşıyan bir hava harekâtını, uluslararası kimyasal silahların denetimini yapacak BM heyetinin daha Guta’ya gitmeden gerçekleştirmesi bunun en büyük kanıtıdır.

Türkiye’nin ABD-Fransa-İngiltere ortak hava harekâtını desteklemesi Suriye’de Türkiye lehine gelişen jeopolitik stratejiye aykırı bir durum teşkil etmez. Türkiye, bu harekâtı sadece vicdanı gerekçeler üzerinden olumlu görmüştür. Bu harekât bir bakıma daha önce belirttiğimiz gibi ABD’nin Suriye’de yalnız kaldığını hissetmesinin verdiği maksatla merkezde kendisine yer açma istediğinden kaynaklanmaktadır. Sadece kuzeyde değil merkezde de varım demesinin bir sonucudur.

5. Son Dönemde Suriye Merkezli Orta Doğu’daki Gelişmeler

ABD sonbir aylık dönem içerisinde hem Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon’nun açıklamaları hem de fiilen Orta Doğu’da yaptığı faaliyetler sonucunda stratejisinde bazı değişiklikler yaptığı görülmektedir. Bu açıklamalar ve olaylar şu şekilde ifade edilebilir:

ABD,2011’de Suriye’de yönetime karşı başlayan toplumsal hareketlerin ani bir şekilde bölgenin DEAŞ işgaline dönüşmesi üzerine meydana gelen bu tehdidi bertaraf etmek için uluslararası koalisyon güçlerinin katılımı ile başlattığı mücadeleyi kendi kontrolünde yönetmek gayretine girmiştir. Suriye’deki gelişmeler, ABD yönünden 2011 yılından itibaren üç safha hâlinde incelenirse;

Birinci safha 2011 (Suriye’deki iç karışıklar)-2016 (FETÖ kalkışması),

İkinci safha 2016 (FETÖ kalkışması)-2018 (Zeytindalı Harekâtı)

Üçüncü safha 2018 (Zeytindalı Harekâtı)-Mevcut Durum

ABD,bölgedeki stratejisini DEAŞ ile mücadele adı altında sürdürürken Suriye’nin kuzeyinde PKK/PYD desteği ile oluşturacağı terör koridoru ile Türkiye’yi bölgeden tecrit edecek ve en kısa sürede FETÖ kalkışması ile gerçekleştiremediği Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda kantonlaşma ve nihayetinde Kürt devleti planını yürürlüğe koyacaktı. Ancak Türkiye’nin 2016 yılı Temmuz ayında FETÖ’nün kalkışmasını bastırması ve akabinde Fırat Kalkanı harekâtı ve devamında Zeytindalı Harekâtı’nın yapması ABD’yi bölgede, daha genelinde Orta Doğu stratejisinde değişiklik yapmak zorunda bırakmıştır. Bu değişiklik bölgede üçüncü safhaya geçildiğini göstermektedir. Türkiye’nin stratejisinde niyet ve maksadı Orta Doğu’dan kendisine gelebilecek her türlü dinî ve etnik terör oluşumlarını 911+350 km’lik sınırın ötesinden güvenlikli bir kuşaktan karşılamak ve bulunduğu yerde etkisiz hâle getirmektir.

Bu saha aynı zamanda Türkiye’nin tarihî ilgi sahasıdır. ABD’nin ise stratejisinin niyet ve maksadı Orta Doğu’yu küçük parçalara bölerek kendisine müzahir yönetimleri oluşturmaktır. Ancak bu planın kuzey kısmı yani Suriye ve Irak’ın kuzeyinde PKK/PYD destekli otonom bölge tesisinde başarılı olamamış ve bu planda değişikliğe giderek topyekûn bir hamleye girişmiştir. Bu hamleye yönelik faaliyetleri dönem içerisinde şu şekilde gelişmiştir: Türkiye’nin Afrin’i PKK/PYD terör örgütünden temizledikten sonra başta Münbiç olmak üzere doğuya doğru ilerleyeceğini ifade ettikten sonra, ABD;

-DEAŞ tehdinin devam ettiğini ve operasyonların sürdürüleceğini,

-Türkiye, Ürdün, Irak, Lübnan ve İsrail ile birlikte sınırların korunmasının sağlanacağını,

-Sunni Araplar,Kürtler, Hristiyanlar, Türkmenler ve diğer azınlıkların olduğu tüm Suriyeliler için bir siyasi çözüm bulunacağını, 

-Cenevre sürecinin hızlandırılacağını,

-Türkiye'ye karşı daha esnek olunacağını ve S-400'lerin NATO ittifakını etkilemeyeceğini belirtti. 

Bunların dışında bölgede meydana gelen başlıca olaylar ise şu şekildedir.

-İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi arasında Doğu Akdeniz doğal gazının Avrupa'ya taşınması konusunda bir ön anlaşma imzalandı.

-ABD tarafından İran ile olan Nükleer tesisler anlaşmasının AB'nin muhalefetine rağmen uygulanmayacağı açıklandı.

-ABD, Suriye'nin kuzeyinde askerî varlığının sona ereceği konusunda bir tarih vermezken Münbiç'te hem Fransız birliklerini takviye etti hem de savunma tahkimatını güçlendirdi.

-İran,ABD'ye karşı her türlü tedbiri alacağını bildirdi.

-İsrail,kendisine yapılacak her saldırıda Şam'ı vuracağını açıkladı ve Suriye ile sınır olan aynı zamanda işgal altında tuttuğu Golan bölgesine kuvvet kaydırdı.

-Rusya bu gelişmeler karşısında net bir açıklama yapmadı.

-Bahreyn,bölgede İran'ın faaliyetlerine karşı tedbir alınması gerektiğini belirtti.

-Birleşik Arap Emirlikleri, İran'ın kontrol edilmesi gerektiğini açıkladı.

-İran Suriye ve Lübnan'dan, İsrail Golan'dan karşılıklı füze saldırısında bulundu.

-Lübnan'da meclis çoğunluğu Şiilerin eline geçti.

-Türkiye Rusya ile görüşmesi sonrası taraflara itidal çağrısında bulundu. Ve İran, Türkiye'nin verdiği desteğin önemli olduğunu ancak Rusya'nın henüz açıklama yapmamasından dolayı kaygı duyduklarını belirtti.

-En önemli gelişme ise İsrail’in başkentini Kudüs olarak ilan etmesi sonucu ABD,büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağını açıkladı ve Filistin halkının haklı protestoları sonucu İsrail Filistin halkına karşı başlattığı hava saldırılarında altmışı aşkın silahsız Filistinli göstericilerin ölümüne sebep oldu. Tüm bu açıklamalar ve meydana gelen olaylar şunu göstermektedir.

Orta Doğu’daABD kendi üzerindeki ABD karşıtlığını İran karşıtlığına dönüştürme gayretlerini artırmakta ve bu maksatla kendisinin liderliğinde bir ittifak kurma niyetindedir. Bu sebeple çok yakında Şiiliği İslamiyet'in sorunlu bir mezhebi olarak ilan ederek mezhep çatışmasını hızlandırabilir. Bahreyn ve BAE de Orta Doğu'da ABD merkezli kurulması planlanan (İran karşıtı ABD yandaşı) ittifaka dâhil olarak muhtemel bir askeri harekâtta üs bölgesi verebilir. Bu suretle ABD’nin bölgede kuracağı ittifak içerisine İsrail ve Suudi Arabistan’dan sonra Bahreyn ve BAE de katılmış oldu. Bu esnada Rusya’nın hâlâ sessizliğini koruyor olması onun Orta Doğu'daki güç dengesini tarttığı ve duruma göre bir hareket tarzı belirleyeceği anlamına gelmektedir. Orta Doğu'da bir ittifaklar düzeni kurulurken (ABD yandaşları-ABD karşıtları) Türkiye ve Rusya çok önemli iki ülke konumunda bulunmaktadır.

Türkiye’de önemli bir iç siyasi gelişme olarakgenel seçimlerde cumhur ittifakına karşı Orta Doğu politikası konusunda net bir stratejisi olmayan dörtlü ittifak başarırsa ABD, Türkiye’nin Suriye'nin kuzeyinden çekileceğini ve Rusya'nın da tek başına bu boşluğu Suriye'nin kuzeyinde dolduramayacağı için ABD'nin muhtemel bir teklifi olan az bir pay verilmek suretiyle Musul-Kerkük-Rakka-Deyrizor petrolleri ve doğal gazının Hayfa üzerinden taşınmasını kolaylaştırabileceği kuvvetle muhtemel görünmektedir. Diğer bir ifade ile ABD, Orta Doğu'dan çekilmiş bir Türkiye ve Rusyasız İran'ın üzerine daha rahat gidebilecektir.

Böyle bir durumda ABD'nin Suriye sorunu halledilmeden İran'a bir hamle yapamayacağı, Rusya'nın durumunun net olmaması nedeniyle Suriye'ye bir kara harekâtının hemen olmayacağı, eğer olursa bu harekâtı İsrail'in yapabileceği ancak böyle bir durumda Türkiye'nin de kuzeyde harekâtını doğuya genişletme ihtimalini engellemek için Türkiye'yi masada tutmak isteyebileceği, seçimlerden sonra ise duruma göre hareket edebileceği bu yüzden Türkiye ile arasındaki tansiyonu giderek düşüreceği değerlendirilmektedir.

Diğer bir önemli bir durum ise Şam merkezî yönetiminin nasıl teşkil edileceğidir.Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde PKK/YPG terörist alanlarını temizledikçe ve kuzey bölgesini kontrolü altına aldıkça, Şam merkezli ne tür operasyon olursa olsun kısa dönemde merkezin kuzey ile irtibat kurmak zorunda olduğu tek ülke olacaktır. Bu ise Esadsız (Esadlı olsa dahi) muhtemel bir merkez yönetimin Türkiye ile anlaşmak zorunda olacağı anlamına gelecektir. Burada tehlikeli tek durum, elde edilen bu avantajlı hâlin, yani ABD ile kuzeyde stratejik rakipken Şam için stratejik ortak olma durumuna dönüşmesi demektir. Bu iki durumu yürütebilme başarısı mümkün olamayacağından aynı zamanda Rusya ile İran’ın kuzeyde Türkiye’ye verdiği sessiz desteğin sürdürülebilirliğini de zora sokacaktır. Sonuç olarak Türkiye bekasının vazgeçilmez şartı olan Suriye’nin kuzeyindeki “güvenlikli bölge tesisi” hedefinden uzaklaşmayarak veya bu hedefi etkisiz hâle getirecek küresel düşüncelere girmeyerek bölgesel hareket etmeye devam etmesi daha uygun bir hal tarzı olacaktır. Diğer bir ifade ile henüz daha kuzeyi tam kontrol etmeden Şam merkez yönetimine yönelmek, sonuçları itibarıyla kazançları da kaybettirme riski taşıdığı gibi Cenevre karşısında Astana mutabakatını da parçalamış olacaktır. Bu hususu daima göz önünde bulundurulması gereken bir nokta olmalıdır.

Türkiye ise yaptığı Afrin ve El-Bab Harekâtı ile ABD’nin bir adım önündedir. Eğer ABDve müttefikleri Suriye’de bir kara harekâtı yaparsa Türkiye bu durumda kuzeyde daha avantajlı bir konuma geçerek doğuya planladığı harekâtı daha da hızlandıracaktır. Görünen o ki ister Esad kalsın ister kalmasın mesele daha önce de belirtildiği gibi Suriye’nin coğrafi sınırlarının yeniden çizilmesi planlamasında Üçlü İttifakın (şu an itibarıyla ABD, İngiltere, Fransa) güç kazanma gayretidir. Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde avantajlı konumunu güçlendirmek için ABD ve müttefiklerinin yaptığı bu müdahale ile verdiği kozu, güvenliğini hissetmediği yer ve zamanda özellikle “güvenlik koridoru” temini için kullanabilecektir. Hangi bölgelerin olabileceği Türk tarihinin şerefli sayfalarında yazmaktadır.

İşte bu stratejiyi yani küresel düşünerek bölgesel hareket etmeyi öncelikle ekonomik bir güç olmanın ön koşuluna bağlı kılar. Türkiye, son dönemde bunun farkına varmıştır ve özellikle savunma sanayiinde gösterdiği kayda değer gelişme bölgesel güç olmasında katkı sağlamıştır. Konvansiyonel silah sistemlerine ilave olarak hava savunma sistemlerini İHA, SİHA ve uzaktan komutalı yüksek irtifa hava savunma sistemlerini envanterine dâhil ederek caydırıcılık etkisini artırmıştır.

Diğer taraftan kara silah sistemlerinde özellikle paletli ve tekerlekli zırhlıaraçların modern donanımlarla güçlendirilmesi ve bu silah sistemlerine yerli imkânlarla üretilen mühimmatın eklenmesi çok önemli gelişmelerdir. Tamamen milli ekonominin sayesinde gerçekleşen bu hamleler, orduyu daha da millî bir hâle getirecektir. Burada bir önemli bir noktada şu ki silah ve teçhizat ne kadar millî olursa onun kullanma doktrini de o kadar millî olacaktır. Bu da doğal olarak NATO’dan bağımsız bir güvenlik konseptini zorunlu kılacaktır. Yani bir bakıma bölgesel hareket etme kabiliyeti ve serbestisini bize kazandıracaktır.

Etki sahası genişledikçe ilgi sahası da genişleyecektir ve gün gelecek küresel düşünerek bölgesel hareket eden Türkiye küresel düşünerek küresel hareket eden bir güç olacaktır.

Belirtilen bu hususların artık ABD başta olmak üzere NATO ve AB de farkındadır.Türkiye’nin bağımlı konumuna devam etmesini istemektedirler. Türkiye’nin terör konusundaki hassasiyetini bilmekte ama bugüne kadar anlamamazlıktan geldikleri bu konuyu tekrar gündeme getirerek ittifakın sürmesini istemektedir. Burada şöyle bir durum da mevcuttur: ABD küresel güç olmanın verdiği serbest hareketetme kabiliyetini aslında NATO’dan bağımsız yapmakta ve istediği zaman NATO’yu kullanarak koalisyon, uluslararası güç ve benzeri adlar altında arzu ettiği bölgeye yerleşmenin ilk aşamasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu durum, NATO çizgisinden çıkmaya başlayan veya çıkmayı düşünen ülkeleri tekrar ittifakın içerisinde tutmanın bir yoludur. Nitekim Suriye’nin DEAŞ’tan temizlenmesi harekâtında çok uluslu bir koalisyon kullanılırken, Şam’a hava harekâtının üçlü bir ittifakla yapılması aslında bir bakıma ABD’nin NATO’yu istediğinde paravan bir meşruiyet örgütü olarak kullandığının da bir göstergesi olmuştur.

Suriye’deki gelişmeler ve FETÖ’nün varlığı ABD, NATO ve AB’nin bütün gizli maksatlarını ortaya çıkarmıştır. NATO’nun bu tavrı Türkiye’nin hâlen izlediği stratejiyi etkilemeyecektir. Artık milli strateji millî bir politikaya dönmüştür. Bu politikada NATO’nun etkisi giderek azalmaktadır.

 

6. Sonuç

Öncelikle Türk millî politikasına dayalı oluşan Türk millî stratejisinin Orta Doğu bölümünde Suriye ve Irak kuzeyinde güvenlik koridoru anlayışından vazgeçilmemelidir. Ve bunun bilinmesi gerektiği kısmı ile dünya kamuoyuna açıklanmalı ve yayımlanmalıdır. Bu stratejik açıklama öncelikle bölgesel güvenliğimizin esaslarını ve buna uyacak komşu ve uzak devletleri ve bunlarla ilişkileri tarif etmelidir. Bölge dışı unsurların Türkiye’nin belirleyeceği esaslar dâhilinde mücadeleye katılım şartları ortaya konmalıdır. Bu anlamda Birleşmiş Milletler ve NATO’nun çok uluslu harekât uygulamalarına NATO müttefikliğinin yeni rollerini belirlemelidir.Bu ise Türkiye’nin kendi sınırlarına yakın bölgelerde yapılacak operasyonlarda emir-komutanın ve harekâtın sevk-idaresinin Türkiye tarafından yapılmasına yönelik olacak şekilde yeniden düzenlenmelidir. Türk millî stratejisinde bu esaslar açıklanarak hem iç hem de dış kamuoyu da bilgilendirilmelidir.



[1] Bahaeddin ÖGEL, Türklerde Devlet Anlayışı,Ötüken Yayınları, İstanbul, 2016, s. 35, 36.

[2] İbrahim KAFESOĞLU, Türk Milli Kültürü,Ötüken Yayınları, Ekim 2015, İstanbul, s. 256.

[3] Abdullah Cüneyt KÜSMEZ, “Türk Devletçiliği”,Devlet Dergisi, Sayı.472, Ağustos 2017, s. 52

[4] Nihat Sami BANARLI, Devlet ve Devlet Terbiyesi,Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 2012, s. 19.

[5] Aydın TANERİ, Türk Devlet Geleneği, Töre Devlet Yayınevi, Ankara, 1981, s. 36.

[6] E.SemihYALÇIN, Atatürk’ün Milli Dış Siyaseti,Gazi Kitabevi, Ankara, 2007, s. 382.

[7] OrhanTÜRKDOĞAN, Türk Sosyolojisi, ÇizgiKitabevi, Konya, 2014, s .35.