STRATEJİK ORTAK MI?STRATEJİK RAKİP Mİ?
Dr. Abdullah Cüneyt KÜSMEZ
Strateji, günümüzde çok yaygın olarak kullanılan bir terim hâline gelmiştir. Ulaşılmak istenilen bir hedefin tanımlanmasından başlayan ve o hedefin elde edilmesinde izlenecek yolun açıklanmasına kadar hatta izlenecek yola yönelik planlamalar ve o planlamalara etki eden hususları da açıklayacak şekilde birçok tarife sahiptir. Özellikle ekonomik hayatın bütün etkilerinin hissedildiği dünyada başat aktörler olan şirketler veya şirket gruplarının rakip şirketlerle olan mücadelesinde veya büyüme gayretlerinde, strateji kavramı öncelik almaktadır. Ayrıca eğitim kurumlarında hatta spor kulüplerinin hedef tariflerinde sıkça görülmektedir. Bu bir bakıma kavramın asıl anlamını bulduğu“devletlerin yaşam mücadelesindeki yöntemleri” ve onun da asli vasıtası olan “silahlı kuvvetlerinin kullanma şekli” olarak açıklanabilecek ifadesini ikinci plana itmekte ve kavramı devlet-beka-ordu birlikteliğinden çıkararak küreselleşme rüzgârları ile şirket (kurum)-kâr-gelişim birlikteliğine sokmaktadır. Ancak bunun bir algı yanılsaması olduğu ve şirketlerin, kurumların ve hatta kişilerin varlığının devletin varlığına yani beka düşüncesine dayalı olduğu bir kez daha içerisinde bulunduğumuz dönem itibariyle anlaşılmıştır.
Soğuk Savaş olarak bilinen ve İkinci Dünya Harbi sonrası ile Sovyet Bloku’nun dağılmasına kadar olan süreçte kendini gösteren Atlantik Paktı-Varşova Paktı mücadelesi bir bakıma stratejinin en hızlı döneminin yaşandığı ve “Strateji Savaşları”olarak da adlandırılabilecek bir dönem olmuştur. Dönem, aynı zamanda konvansiyonel ve nükleer silah sistemlerine sahip ABD ve Sovyetler Birliği arasında lider ülke konumunda bir ideoloji mücadelesine de dönüşmüştür. Fakat değişmeyen olgu, daima bir stratejinin varlığı ve sürekli üretimi ile onun karşılıklı dayatmasında ifadesini bulmuştur. Caydırma, vazgeçirme, korku, bilgi temini ve kendini kabul ettirme maksatlı olarak gelişen strateji mücadelesi, ittifakta yer alan diğer ülkeleri stratejinin bir uygulama vasıtası haline getirmiştir.Bunda sebep; bloklar arası tehdidin anlaşılabilir ve durağan olmasının yanı sıra,blok lideri ülkelerin,
-Konvansiyonel ve nükleer silah sistemlerini elinde bulundurması,
-Teknolojik ve ekonomik gelişmenin üst seviyede olması,
-Savunma sanayi harcamalarına daha fazla pay ayırması,
-İttifakların askerî kanadındaki komuta-kontrol mekanizmalarını yönetmesi,
-Harp doktrini ve uygulamalarına ve buna uygun silah ve teçhizat seçiminde karar verici olması,
-İstihbarat vasıtalarına sahip olmasıdır.
Sahip olunan bu özellikler Soğuk Savaş Dönemi stratejisini, benzer özelliklere sahip iki ayrı ittifak stratejisi haline getirmişve NATO stratejisi ile Varşova Paktı stratejisi yukarıda belirtilen nedenler gereği stratejileri belirleyen ve uygulayan ülke olarak ABD stratejisine ve Sovyet Rusya stratejisine dönüşmüştür. Bu bir bakıma ittifak adına stratejiyi yapan ve üyelerine uygulatan ülke konumudur.
Bu strateji mücadelesi içerisinde NATO savunma ittifakında yer alan Türkiye, katıldığı 1952 yılından NATO’nun tartışılmaya başlandığı günümüze kadar; karşılıklı ittifak sorumluluğu çerçevesinde görevini fazlasıyla yerine getirmiştir. Bu süreç içerisinde çoğunlukla yaşadığı tek taraflı hayal kırıklıkları yine de ittifak sorumluluğundan ayrılmasına neden olmamıştır. Hatta1963 Küba Krizi sonrası ABD’nin Türkiye’de konuşlu bulunan savunma sistemlerini artan Sovyet tehdidine rağmen tek taraflı bir kararla kaldırması, 1974 Kıbrıs Harekâtı sonrası silah ambargosu uygulaması, askerî yardımların teknolojik seviyesini düşük tutması, AB katılım sürecinde sürekli sessiz kalması stratejinin Türkiye açısından arızi tarafları olarak kalmış ancak uzun süreli bir sorun yaratmamıştır.
Bu sorunlu dönüm noktalarına rağmen; Türkiye;
-İttifakın güneydoğu kanadını yetiştirdiği yüksek miktardaki ordusu ile savunmuş,
-ABD harp doktrinini ordusunda temel savaş yöntemi olarak kabul etmiş,
-ABD harp silah ve teçhizatını bir nesil eski modelini yardım ve/veya satınalma yolu ile kabul etmiş,
-Türk ordu mensuplarının askerî bilgi ve becerilerinin geliştirilmesinde tarihî bir tecrübesi olmasına rağmen ABD askerî usul ve esaslarını almış,
-Tehdidin en şiddetlisini sınırlarında hissetmesine rağmen ağır silah sanayini ABD baskısı ile kuramamıştır.
Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılması ABD merkezli NATO savunma stratejisinin de tartışılmasına ve ittifak üyelerinin rol ve sorumluluklarının yeniden değerlendirilmesine neden olmuştur. Nitekim 1990-2000 yılları AB üye ülkeleri tarafından NATO’dan yarı bağımsız bir Avrupa ordusu teşkili planlanmışher ne kadar daha sonra NATO’ya bağlı bir güç olarak yarı fiilî bir duruma geçse de Türkiye bu düşünce ikliminin yarattığı fırsatları müstakil hareketetme ve ordusunu gelişen ve değişen tehditlere karşı bağımsız hareket edebilme yeteneğine dönüştürememiştir. Yine NATO’nun belirlediği yeni dünya düzeni tanımlamasına sadık kalarak belirsizlik ve kargaşa durumlarında NATO şemsiyesi altında“barışı koruma ve barışı tesis etme” adı altında verilen görevleri üstlenmeyi kabul etmiş ve fiilen meydana getirilen çok uluslu birçok görevde yer almıştır.Bu, bir bakıma ABD’nin stratejiyi belirleyerek uygun görevleri uygun ittifak üyelerine vermesi yani stratejisini uygulamasıdır. Bu stratejinin uygulama sahaları Bosna-Hersek, Afganistan, Kosova, Lübnan’da görülmüştür. Ancak bu stratejinin Orta Doğu uygulamalarında ABD tarafından Türkiye ya dışarıda tutulmuş ya da gecikmeli olarak dâhil edilmiştir.
Bunun nedenini geleneksel ABD stratejisinde aramak yerinde olacaktır. ABD’nin kuruluşundan 19.yy. başlarına kadar başta Avrupa olmak üzere dünya siyasetine büyük ölçüde karışmayan ve adını “Monroe Doktrini” olarak açıklayan sessiz kalma stratejisini 20.yy. başlarına kadar devam ettirmiştir. Bu yıllardan sonra stratejisinde büyük bir değişiklik yaparak artık dünya siyasetinde yer almaya ve karar verici olmaya başlamış bunu “Wilson Doktrini” olarak 14 prensip halinde Birinci Dünya Harbi’nin sonunda açıklamıştır. Görünürde milletlerin yaşama ilkelerinden bahseden prensipler, esas itibari ile harp sonrası imparatorluklar bünyesindeki milletlerin bağımsızlığını teşvik eder özellikte olmuştur. Ancak ne gariptir ki bu ilkeler, İngiliz Milletler Topluluğu altında bulunan veya Avrupa’nın sömürgeleştirdiği ülkelerin bağımsızlığı için bir sebep teşkil etmemiş tam tersi Osmanlı Devleti’nin kendi vatandaşları olan Ermeni, Kürt ve Rumlar içinbir ayrılık gerekçesi olarak öne sürülmüştür. Böylelikle Birinci Dünya Harbi sonrası Orta Doğu ve Yakın Doğu politikası İngiltere’den ABD’ye geçmiş olur. Bu politika esas ögeleri itibarıyla bölgenin zenginliklerini almak karşılığında istediğini istediği kadar veren bir politika olarak özetlenebilir: Para, toprak ve vaat.
ABD politikası Birinci Dünya Harbi sonrası genel dünya politikasını belirleme yönünde hızını artırmış ve Pasifik bölgesine de el atarak bir taraftan rejim belirleme bir taraftan da müdahale yöntemi ile etki alanını genişletmiştir. Bu politik ve stratejik genişleme “Truman Doktrini” ile zirvesine çıkarak Sovyet Rusya’nın İran üzerinden Orta Doğu’ya, Karadeniz üzerinden Boğazlara ve Yunanistan üzerinden Doğu Akdeniz’e inmesini engellemenin gerekçesi olarak 1948’de yapılan Marshall yardımı ile Türkiye,güvenlik ihtiyaçları doğrultusunda stratejinin bir parçası olmuştur. Nitekim bunun resmî olarak onayı 1949’da kurulan NATO’ya 1952’de üye olarak katılması ile tescillenmiştir. Artık Türkiye Sovyet Rusya’yı durdurma stratejisinin güneydoğu bölümünde ve NATO ittifak sistemi içerisinde verilen görevleri yerine getiren bir ülke konumuna sokulmuştur.
Bunun yukarıda maddeler hâlinde açıklanan doğal sonuçlarına ilave olarak,Türkiye ittifakın askerî yapılanmasında yer alma görüntüsü altında siyasal ve sosyal değişmelere de zorlanmıştır. ABD doktrinel açıklamaları 1957’de“Eisenhower Doktrini” ile devam etmiş ki burada ilk kez Amerikan ordusunun kıtalar arası kuvvet kullanılmasına geçeceği ifade edilmiş, 1969’daki “GuamDoktrini” ile Vietnam başarısızlığı sonucu artık ABD’nin mahallî savaşlara katılmayacağını açıklamıştır. 2001’deki “Bush Doktrini”ne kadar doktrinel bir strateji açıklaması yapılmamış ancak Sovyet Rusya’nın dağılması sonucu 1991’den itibaren Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejileri açıklamaları takip etmiştir.
Amerikan güvenlik stratejilerinin tamamında hâkim olan dil, dünya siyasi ve ekonomik yönetimi için kuvvet kullanmanın stratejik esaslarına yönelik olmaktave başta NATO olmak üzere Batı dünyası için bir yol haritası çıkarılmaktadır.Her bir strateji belgesi yeni kavramsal tanımlamalar yaparak dünyayı Amerikan gözü ile değerlendirmekte, tehdit unsurları sıralanarak mücadele öncelikleri belirlenmektedir. Buna göre, 1991’den itibaren yayımlanan bu strateji belgeleri zaman zaman devletleri haydut, bağımlı, başarısız ve zayıf olarak tanımlamakta;tehdidi bölgesel ve devlet-merkezli olarak açıklamakta ve kendi tanımladığı terör örgütleri üzerinden ifade etmekte; ekonomik yönden gelişme gösteren ittifak dışı devletleri tehdit unsuru olarak görmektedir.
ABD’nin dünya politikasına yön vermek üzere açıkladığı bu strateji belgelerinden biri daha 2018 yılını içerecek şekilde Kasım 2017’de ABD Başkanı Donald Trump tarafından açıklanmıştır. Belgenin tamamında hâkim olan dil “Önce Amerika” ifadesinde şekillenmiştir. Uluslararası göç bir tehdit olarak görülmüş ve sınırların korunmasına öncelik verilmiştir. Ana başlıklar hâlinde incelendiğinde;
- Amerikan halkını ve ana yurdunu korumak ve Amerikan hayat tarzını devam ettirmek,
- Amerikan etkisinin / nüfuzunun geliştirilmesine devam etmek,
-Amerikan ekonomik refahının artırmak,
- Kuvvet vasıtasıyla barışın korunmasını sağlamak,
-Tehditler ise ayrı bölgelerde, üç ayrı strateji hâlinde açıklanarak,
- Rusya ile yeniden Soğuk Savaş stratejisi,
- Asya-Pasifik'te Çin ile ekonomik savaş stratejisi,
- Orta Doğu'da sıcak çatışma ve savaş stratejisi olarak belirtilmiştir.
Yukarıda belirtilen başlıklar dahi her birinin alt incelemesi yapılmadan Amerika’nın dünyaya bakışındaki ana fikri çok açık ortaya koymaktadır. Birinci maddede Amerikan kültürünün kaybolduğu ve giderek değiştiği yönünde bir kaygı taşıyan Amerika, sosyal ve siyasal bilimcilerinin sürekli ikazı sonucu Amerikan değerleri olarak adlandırdığı dışarıya karşı liberal ancak kendi içerisinde katı bir Amerikan milliyetçiliğinin devamını arzu etmektedir. Bunda da Amerika’ya olan göçlerin artık Amerikan toplumunu olumsuz yönde etkilediği görüşünde ısrarla göçün önlenmesi için her türlü tedbiri önümüzdeki dönemde de alacağının işaretini vermektedir. İkinci madde, kendi bünyesinde değer kaybı yaşayan Amerika’nın dışarıda da itibar kaybedeceği düşüncesinden hareketle eski Amerikan hayranlığı veya “Amerikan rüyası” ifadesi ile anlamını bulan nüfuz alanı sağlama ve genişletme hedefinin devamını sağlamanın yollarını arama çabasıdır. Çünkü Amerika,artık politika ve stratejilerinin yıkıcılığının dünyada bir Amerikan karşıtlığına doğru gittiğinin farkındadır. Diğer bir maddede ise Amerikan değerlerinin sürdürülebilirliğinin sadece ekonomik gelişmişlikle bağlantılı olduğunu bilen Amerika, ekonomik refahın daima belli bir standardın altına inmemesini amaçlamaktadır. Ayrıca etki alanlarının kontrol ve yönetimi için barışın temini adı altında kuvvet kullanımını zorunlu gören bir anlayışa sahip olmakla Amerikan toplumuna, dünyanın her yerinde olmak zorunluluğunu bu şekilde açıklamaktadır.
Belirtilen bu hedeflere ulaşabilmesi için her stratejisinde olduğu gibi tehdidi yine kendi anlayış ve değerleri üzerinden belirlemekte ve mevcut ittifaklar (NATO, AB) dâhil kuvvetin kullanımını kendi esasları üzerinden uygulamaktadır.
Rusya’yı askerî güç olarak Çin’i ekonomik güç olarak gören Amerika açıkça bu iki devletin dünya siyasetinde söz sahibi olmasını istememekte ve tehdidin ana unsuru olarak ifade etmektedir. Bununla birlikte İran ve Kuzey Kore de stratejik belgenin tehdit unsurları arasına sahip oldukları nükleer silah sistemleri nedeniyle alınmakta ve mücadelede, kuvvet kullanarak bastırılması gereken yıkıcı ve hatta teröre destek veren ülkeler olarak ifade edilmektedir. Tehdidin üçüncü basamağında İslami terör örgütleri belirtilerek, tanımlaması kısmen cihatçı kısmen radikal bir açıklama ile yapılmakta ve dünya, batı harici bir oluşum fotoğrafına sokulmaktadır. Sonuç olarak tehdit;
-Rusya ve Çin, mücadele edilmesi gereken askerî ve ekonomik büyük güç,
-İran ve Kuzey Kore,nükleer silahlara sahip kontrol edilmesi gereken kontrolsüz güç,
-İslami cihatçı terörörgütleri ise yok edilmesi gereken terörist güç olarak ortaya konulmaktadır.
Mücadele yöntemleri olarak öncelikle İslami terörist örgütler olarak açıkladığı cihatçı gruplarla mücadelede daha önce olmayan yeni bir kavram geliştirerek aslında yaptığı uygulamalara bir kılıf getirmektedir. Bu kavram terörist grupların bulunduğu bölgedeki mahallî unsurları organize ederek partner tanımlaması ile kendine ortak etmesidir. Belgenin tamamında “ortak” müttefik ifadesi ile birlikte kullanılmakta hatta mücadelenin asli unsuru olarak görülmektedir. Nitekim, “Müttefiklerimizi ve ortaklarımızı destekleyen bir güç dengesi geliştireceğiz.” ,“Ortaklarımıza yardım edeceğiz.” Ayrıca, “Amerikan yardımı olmaksızın ortaklarımızın çalışmasını teşvik edeceğiz.” diyerek ve daha birçok açıklama ile de ortak olarak gördüğü bu unsurlarla iş birliğini önümüzdeki dönemde de sürdüreceği açık olarak görülmektedir. Diğer taraftan “Amerika istihbarat ve güvenlik uzmanları kent liderleri ve kolluk kuvvetleri ile çalışmaya devam edecek, hız kazanacak,toplumdaki radikalizm hakkında bilgi vermeye devam edecektir.” şeklinde açıklaması Amerika’nın artık terörle mücadelede nizami ve yasal unsurlardan yavaş yavaş ayrıldığının bir işareti olarak görülebilir.
Dikkat çekici birdiğer nokta stratejik belgede Türkiye’den doğrudan bahsedilmemesidir. Bölgesel stratejik değerlendirmeler yapılırken DEAŞ’ın Avrupa'da saldırı yaptığı ülkeler Belçika,İspanya, Fransa, Almanya, İngiltere ismen belirtilmiş ancak Türkiye dâhil edilmemiş ve milyonlarca mültecinin terör yüzünden Avrupa'ya kaçtığı ifade edilirken 4 milyon Suriyelinin bulunduğu Türkiye'den yine bahsedilmemiştir.Yine Avrupa'ya yönelik füze tehdidinden bahsederken ve İran'ı bir numaralı hedef gösterirken İran'ın hemen yanı başındaki Türkiye'den bahsedilmemiş,İran'ın füze tehditlerine karşı kurulan Füze Kalkanı projesinin bir parçası olan radarın Kürecik'te yerleştirildiği yok sayılarak Türkiye yine dikkate alınmamıştır.
Türkiye bu durumu ile Orta Doğu politikasında Amerika’nın planlamasında yeralmadığı çok açıktır. Amerika stratejik belgesinde de ortaya koyduğu şekli ile müttefiki Türkiye’yi ortak olarak gördüğü PKK/PYD terörist unsurlarına tercih etmiştir. Bunun kararını yıllar öncesinde vermiş olmasına rağmen somut olarak ifadesini, Suriye iç karışıklığında yaşanan olaylar esnasında görmüştür.Amerika’nın, belgesinde de açıkladığı üzere PKK/PYD ortaklığına önümüzdeki dönemde de devam edeceği muhtemel görülmektedir. Türkiye’nin millî politikası ve bu politikanın esaslarının yer aldığı millî bir stratejisi vardır. Son olaylar özelikle çevremizdeki gelişmeler Türk Millî Stratejisi’nin asıl hedefinin önce sınır güvenliği sonra bölge güvenliği olduğunu ortaya koymuştur.
Türkiye’nin bu stratejide haklı olduğunun kanıtları devam eden terörle mücadele operasyonları ile ortaya çıkmıştır. Nitekim PYD’nin PKK’nın bir terörist kolu olduğu devam eden operasyonlar ile artık inkâr edilemeyecek derecede açığa çıkmış, Suriye rejim unsurları ile ilişkilerine yönelik bilgiler açıklanmış ve DEAŞ ile de yaptıkları Amerikan destekli pazarlıklar belli olmuştur. Dolayısıyla Türkiye “Fırat Kalkanı Harekâtı” ile yerinde yaptığı müdahaleyi “Zeytin Dalı Harekâtı” ile birleştirerek anlamlandırmış ve ne kadar haklı olduğunu ortaya koymuştur. Amerika’nın Ulusal Strateji Belgesi olarak açıkladığı belge aslında bir propaganda belgesidir. Bu dünyanın mevcut siyasi durumuna bir Amerikan müdahalesidir. NATO’da müttefik olduğumuzu her seferinde belirten bir ülkenin bu tarz açıklamaları artık ilişkilerin yeniden değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye ile bir NATO çatısı altında sadece askerî yönden stratejik ortak mı yoksa stratejik rakip mi olduğuna karar vermesi ve açık olması gerekmektedir.
Bununla bağlantılı olarak öncelikle Türk millî politikasına dayalı Türk Millî Strateji Belgesi bilinmesi gerektiği ölçülerde dünya kamuoyuna açıklanmalı ve yayımlanmalıdır. Bu stratejik belge öncelikle bölgesel güvenliğimizin esaslarını ve buna uyacak komşu devletler ile ilişkileri tarif etmelidir. Bölge dışı unsurların mücadeleye katılım şartları ortaya konmalıdır.Terörist unsurlar başta PKK/PYD olmak üzere mücadele edilecek unsurlara yönelik tehdit değerlendirmesi yeniden yapılmalı ve mücadele vasıtaları ile yöntemleri yeniden belirlenmelidir. Bu anlamda Birleşmiş Milletler ve NATO’nun çok uluslu harekât uygulamalarına NATO müttefiki bir ülkenin sınırlarında yapılacak uygulama esaslarını, O ülkenin belirleyeceği şekilde komuta-kontrol esasları üzerinden yeniden incelenmelidir. Bu ise Türkiye’nin kendi sınırlarına yakın bölgelerde yapılacak bu tür operasyonlarda emir-komutanın ve harekâtın sevk idaresinin Türkiye tarafından yapılmasına yönelik olacak şekilde yeniden düzenlenmelidir.Türk Millî Stratejisi’nde bu esaslar açıklanarak hem iç hem de dış kamuoyu da bilgilendirilmelidir.