MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili Prof. Dr. Kâmil Aydın: CHP'NİN ELİNDE KALA KALA LAİKLİK VE DEVRİMCİLİK KALMIŞ

19 Mart 2020 11:54 Evin GÖKTAŞ
Okunma
2039
MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili Prof. Dr. Kâmil Aydın: CHPNİN ELİNDE KALA KALA LAİKLİK VE DEVRİMCİLİK KALMIŞ


Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili Prof. Dr. Kâmil Aydın, Tekirdağ Üniversitesinde verdiği konferansta, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik sert eleştirilerde bulundu.
Aydın, Kılıçdaroğlu’nu ima ederek, HDP’ye “Terör örgütünün uzantısı.” diyemediğini ifade ederek, “Hadi ona diyemiyorsun bari PYD’ye de, PKK’ya de. Bir dilin dönsün. Dönmüyor. Kâğıt üzerinde altı okun dördünü kırmış. Elinde kalmış bir devrimcilik bir de laiklik. Nerede milliyetçilik? Nerede devletçilik? Nerede cumhuriyetçilik?” diye sordu.
Prof. Dr. Kâmil Aydın, 24 Aralık 2019 tarihinde Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Rektörlük Konferans Salonu’nda  “Uluslararası Ve Bölgesel Gerçekler Işığında Türkiye’nin Durumu Ve İzlenen Politikalar” konulu konferans verdi.
Konferansta gerek dünya gerekse Türkiye gündemindeki konularla ilgili çarpıcı değerlendirmelerde bulunan Aydın, “Türkiye kabuğunu yırtıp gerçekten büyük bir güç olma arifesinde. Bu fırsatı tepmeyelim. Burada birlik ve beraberlik içerisinde siyasi mülahazalarımız ne olursa olsun, bir partiyi temsilen en üst makamdan birisi olarak söylüyorum bunları. Bizim bakışımız bu. Cumhur ittifakı mantığı içerisinde bizim bakış açımız bu. Önce ülke, ülkü ve vatanın birliği, dirliği ve bütünlüğüdür.” diye konuştu.
Aydın, konuşmasının başında Avrupa’da 18. yüzyılın başlarında dünyada gündeme gelen uluslaşma sürecine değinerek, şunları söyledi:
“Fransızlaşmanın, Almanlaşmanın ve Avusturyalılaşmanın söz konusu olduğu bir dönemde, Vestfalya Anlaşması diye bir anlaşma, yani 1718’de başlayıp 1748’de sona eren bu kanlı mezhep savaşları sonrası Avrupa’da artık bir ülkeleşme süreci başlandı. İmparatorluk süreçlerinden yavaş yavaş ülkeler sürecine girilmeye başladı. Daha sonra Fransız Devrimi ile iyice ulus devlet yapılarına evrilerek Batı kendi içerisinde bir ulus devlet modeli oluşturup ve uluslararası ilişkiler sürecini başlatmış oldu. Bu süreçte zaman zaman kendi aralarında çekişmeli zaman zaman da özellikle Sanayi Devrimi ile birlikte 19. yüzyılda kendisini hissettiren bir dönemde neye dönüştü? Yavaş yavaş Kıta Avrupa’sı dışına açılma, yavaş yavaş yeni kaynaklar ve yeni sömürge arayışları noktasına gelindi. İşte bu dönemde uluslararası ilişkilerin zaman zaman içeride zaman zaman da dışarıda bir mücadele alanları olmaya başladığına tanıklık ettik. Bizde de uluslararası bağlamda ilk defa dış ilişkiler ya da elçilik süreçleri başladı. Çünkü literatüre batığımızda bu Makyevelli’den başlayan bir süreç. Bizde de Nizâmülmülk’e kadarki bir süreçten bahsediyoruz. Bu uluslararası ilişkilerin aynı zamanda çıkış bulduğu ve beslendiği elçilik süreçleri. Uluslararası boyutta bizi temsil etme niteliği ve özelliği taşıyanlara ne deriz? Büyükelçi veya elçi deriz. Uluslararası ilişkileri deruhte edecek, götürecek ve bu görevi üstlenecek olan insanlarda asgari bir oranda bazı özelliklerin bulunması lazım. Elçi deyince, Kutadgu Bilig’de de bu zaman zaman geçer. Kimdir elçi? Elçi kelimesi ilk kullanıldığında semavi dinlerde Allah’ın elçileri ile karşılaşırız. Bunlar çok üstün nitelikli, toplumda sevilen, sayılan, saygınlığı, muhakeme gücü olan, feraseti yüksek, algılaması yüksek, baktığını gören, dinlediğini duyan bir yapıdaki üstün bir yetenekten bahsediyoruz. Sabırlı, metanetli, dürüst, ilkeli bu tür olumlu özelliklere sahip insan figüründen bahsediyoruz. Bugün de bunu daha formel standartlara çektiğimizde fiziki yapısından, entelektüel yapısına varıncaya kadar çeşitli özellikleri bir çırpıda sıralanabilir. Bilmesi gereken bir takım sporlar dahi buna ilave edilir.”

İKİ KUTUPLULUKTAN YENİDEN ÇOK KUTUPLULUĞA DOĞRU DÖNÜŞ BAŞLADI
Prof. Dr. Kâmil Aydın, Batı ile ilgili bu süreci anlattıktan sonra Sanayi Devrimi ile birlikte dünyada yaşanan gelişmeleri de şöyle dile getirdi:
“Dünya siyasi yapı olarak da bir bakıma Sanayi Devrimi’nden sonra yavaş yavaş çok merkezli güç ekseninden iki kutupluluğa dönüştü. Birinci Dünya Savaşı öncesi bir Kıta Avrupa’sını düşünün. Her birinin kendi başına bir güç olduğu süreçten bahsediyoruz. Çok merkezli bir güç yapısından bahsediyoruz. Alman’ı, Fransız’ı, İngiliz’i ve sayabileceğimiz diğerleri. Tüm ulusları dikkate aldığımızda daha sonra bu çok merkezlilik, dünya savaşları sonrasında yavaş yavaş küçülerek, elimine olarak iki kutupluluğa, iki merkezliliğe doğru bir kayış gösterdi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası.
Neydi bu? Bir tarafta Doğu Bloku diğer tarafta da Batı Bloku idi. Bir tarafta Demirperde bir tarafta da kapitalist  yapı. Ya da onların ifadesi ile demokratik bir yapı. Uluslararası savunma konsepti içerisinde ele aldığımızda NATO Paktı ve Varşova Paktı. Bu ne oldu? Birçok düşünürün, siyaset adamının, liderin öngörüsü ışığında zamanla güç kaybederek 1990'ların başında 1980'lerin sonunda Demirperde’nin çözülmesi ve yıkılması ile sembolik olarak Berlin Duvarı›nın çökmesi ile neye dönüştü? Yavaş yavaş tek kutupluluk söz konusu oldu. Bu da çok uzun sürmedi. 1990'lı yıllardan 2000›li yıllara kadar bu tek kutupluluk kendini ifade etti. Ama 2000›li yıllardan sonra yavaş yavaş Sovyetler Birliği’nin üzerindeki yükü atıp dağıldığını zannettiğimiz bir dönemde bir Rusya Federasyonu yapısı ile yeniden bir güç olarak eteğinden döktüğü taşları yeniden toplamaya başladı. Hücre yeniler misali kendini yeniden bir güç merkezi hâline getirdiğini görmekteyiz.
Tekrar bir iki kutuplu hatta 2010›lu yıllardan sonra artık bunun içine Çin ve Hindistan›ın da yavaş yavaş girmesi ile birlikte çok kutupluluğa doğru yeniden bir dönüş söz konusu olmaya başladı. Uluslararası ilişkilerde bu dünya gerçeğini mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir. Peki biz nasıl bir süreçten geçtik? Biz de Osmanlı Devleti bir süreci ve akabinde üzerimizde hesap yapanların özellikle Sykes-Picot Anlaşması ile teorize edilen, daha sonra Sevr’le bunu 433 madde hâlinde eyleme dönüştürülerek zapturapt altına alınmaya çalışılan bir Türkiye.
Türk milleti olarak, Osmanlı coğrafyasını 27 milyon kilometrekarelik bir coğrafyasını, üç kıtadaki hâkimiyetini yok etme, eritme, küçültme projesinin devreye sokulması ile karşı karşıya kaldık. Yok olduğumuzu zannettikleri bir süreçte Allah’a şükür bu milletin geçmişten yaşayarak edindiği bir tecrübesi vardı. Batı’nın, sömürge devletlerinin, işgalci kuvvetlerin gözden kaçırdığı bir şey vardı. Türk milleti imkânsızı başaran, yok olduğu sanılan, kaybolduğu düşünülen bir anda güçlü devlet olma, güçlü ordu ve millet olma yeteneğini tekrar gösterme kabiliyetine sahip olduğunu unuttular. Niçin? Çünkü 2200 yılı aşkın bir sürede kurulan devletler yeniden varlık buldular. Zaman zaman yok olduğu zannedilen bir süreçte yeniden bir hamle yapma yeteneği tarihe baktığımız zaman hepimizin hafızalarında canlılığını korumaktadır.

BUGÜN TBMM’DE,  LOZAN VE SEVR’DEKİ AKTÖRLERLE AYNI DİLİ KONUŞANLAR VAR
Aydın, şu anda TBMM’de terör örgütü PKK’nın uzantısı bir partinin olduğunu hatırlatarak, şöyle devam etti:
“Onların sıklıkla dile getirdiği bütçe görüşmelerinde zaman zaman geçmişle gelecek arasında bir bağ kurarak bazı ifadelerini kullanacağım. 12 günlük yoğun bütçe maratonu süresince klişe olarak sürekli kullandıkları ifade şu: ‘Bu bütçe savunma bütçesi, bu bütçe savaş bütçesi, bu bütçe silahlanma bütçesi böyle bir bütçe olamaz.’ Burada tarih bilinci çok önemli. Özellikle gençlere tavsiyemdir. Tarih şuuru olan bir millet kolay kolay aynı delikten ikinci kez ısırılmaz. Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz. Bu bize Peygamber›imizin çok ilkesel olarak emanet ettiği veciz bir ifadedir. O zaman aynı yerden ikinci defa ısırılmama adına çok güçlü bir tarih bilincine sahip olmamız lazım. 
Nedir tarih bilinci? Geçmişte yaşananları çok iyi bilip çok iyi etüt edip onu geleceğe matuf birtakım hamlelerde rehber edinmektir. Bu kadar basit. Şimdi biz, ne yaşadık. Tarih bilinci perspektifinden baktığımızda Meclisteki artık ellerindeki o söylemin sufle olarak birileri tarafından verilmesinden bahsediyoruz. Ogün Sevr›e 433 madde hâlinde zerk edilen hususların hepsinin bugün tekrar ısıtılıp yeniden önümüze konulduğunu görüyoruz. Bunu demokratik bir ortamda yapıyorlar.
Ortam farklı olabilir ama söylem aynı, hedef aynı, amaç aynı. Tekrar Türkiye›yi o sırtlanlar kavşağı dediğimiz, zor coğrafya dediğimiz kader edindiğimiz bu topraklarda bize reva görülmemesi tekrar bizi burada daha küçük parçalara, daha küçük lokmalara ayırma projesinin tezahürüdür ve devamıdır.  O gün hatırlarsanız maddelerden bir tanesi ordunun terhisi idi, silahların teslimi idi, ağır silahların olmaması idi. Sayı olarak hatırlıyorum. Ne demişlerdi? 35 bin jandarma, 15 bin de sivil, 700 de padişahı koruyan özel muhafız. Toplam 50 bin 700 askerin dışında bütün askerler, düşünebiliyor musunuz bir cihan imparatorluğunun düşürülmek istenilen duruma bir bakın. 50 bin 700 kişi dışında hiçbir askerî gücünüz kalmayacak ve ağır silah hiç bulunmayacak. Bugün Meclis›te söylenen ondan farklı mı? ‘Bu savunma bütçesi, bu savaş bütçesi.’ diyorlar. Hâlbuki çiçeklerden, böceklerden, çevre dostluğundan, kadın hareketi savunuculuğundan aklınıza gelebilecek en post-modern kavramları dayatarak, ön plana çıkartarak bunları söylüyorlar. Yani elma şekerine bandırılmış bir zehirden bahsediyorum. Söylemler o kadar naif o kadar iyi niyetli ve masumane ki ama içinde tarih bilinciniz olduğu için bakıyorsunuz ki o gün söylenenlerle bugün söylenenler arasında müthiş bir paralellik var. Yani Lozan›da, Sevr›de aktörler farklı olmasına rağmen söylenenler bugün Türkiye Cumhuriyeti›nin Meclisinde de yine birileri tarafından çok rahat bir şekilde dile getirilmektedir. Biz vaz mı geçeceğiz? Hayır. Bu coğrafyada var olmak için çok üstün bir çaba sarf etmek lazım. Uluslararası ilişkilerde iki temel esas vardır: Birisi refah, diğeri de güvenliktir. Güvenlik ve refah. Birisi ekonomik boyutlu bir kalkınma diğeri ise ona özellikle zemin hazırlayacak bir emniyet, güvenlik. Hatta bilim adamları ve ünlü teorisyenler der ki, ‘Eğer ikisi arasında bir öncelik söz konusu olacaksa güvenlik önce gelir. Çünkü refahın teminatı güvenliktir.’ Güvenliğin teminatı refah değildir. Size biraz önce çok güçlü bir yapıya evrilen dünya gerçeğinden bahsettim. Bana söyleyebilir misiniz? Çin kalkınmışlık noktasında büyük bir sıçrama yapıyor ama askerî hiçbir teknolojisi yok. Silahlanma konusunda hiçbir öngörüsü ya da gelişmişliği söz konusu değil. Bakın uzun menzilli füze yapımında en güçlü ülkelerden birisi Çin'dir. Ordu yapısı olarak öyle. Peki Amerika öyle mi? Dünyada en yüksek savunma harcamaları olan ülke Amerika. Hâlâ AR-GE ile berber üretim noktasında en büyük bütçeye sahip. Peki, yaşadığı coğrafya olarak çok mu risk taşıyor? Hayır. Yukarıda Kanada, aşağıda Meksika ile bir sınırı var.
Tramp’ın seçim kazanmasına sebep olan en önemli meseleleri neydi?  Göçmen tavizi. Meksika sınırından bir sürü göçmen gelecek. Şimdi bu kadar risksiz coğrafyada dahi kalkınmışlığını güvenlikle teminat altına alan bir ülkeden bahsediyoruz. Dört tarafı ve üç denizi de risk taşıyan, güney sınırında 911 kilometrelik sadece terör yapısı ve bir iç savaş yaşayan bir devletle sınırı olan Türkiye gibi bir ülkeden bahsediyoruz. Boylu boyunca güney sınırımızı düşündüğümüzde 1400 kilometrelik bir yapı ve risklerini de siz günlük yaşamdan ve yaşanan olaylardan takip ediyorsunuz. “

BİZİM İÇİN ASLOLAN ÜLKENİN BEKASI, BİRLİĞİ, BERABERLİĞİ, EGEMENLİĞİ VE MİLLÎ ÇIKARLARI
Prof. Dr. Kâmil Aydın, “40 yıllık başımıza musallat olmuş bir terör belası var.” hatırlatmasında bulunarak, şunları kaydetti:
“Ne yaptık bugüne kadar? Palyatif ve günübirlik çözümlerle zaman zaman sınır ötesine yasak savucu birtakım harekâtlar yaparak bitti zannettik ama hiçbir zaman bitmedi. Tam tersine direnç kazandı ve palazlandı. Ama artık öyle değil. Dolayısıyla kimse bize özellikle gençler noktasında burada hassasiyetimi ifade etmek istiyorum. Güvenliği olmayan, emniyeti olmayan hiçbir varlık hayatını idame ettiremez. Devletleri de canlı organizmalar gibi düşünün.
Eğer siz güvende değilseniz, vücudunuz güvende değilse varlığınızın hiçbir önemi yok. Devlet de öyle millet de öyle. Eğer güvenliği öncelemezseniz ekonomik kalkınmadan söz edilemez. Bugün baktığımızda çok güçlü bir yönelim söz konusu ise hepsini tek tek incelediğinizde hepsinin en önemli ayağı savunma politikalarıdır. Güvenlik ağırlıklı yaptıkları atılımlar ve üretimlerdir. Dolayısıyla biz de artık dedik ki ‘Çok ısırıldık. Artık yeter. Bizim de artık ayakları yere basan, kendi imkânları ile ayakta duran öz varlığına, öz imkânlarına dayalı, sufle almadan, hiçbir talimat dinlemeden, amiyane ifade ile kendi göbeğini kendi kesen bir ülke olma zorunluluğumuz vardır.’ Gerçekten de artık buna doğru evrildik.
Bu ne zaman oldu? Biz de her on yılda bir askerî müdahaleler olurdu değil mi? Genç Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığınız zaman 96 yıllık geçmişi olan bir ülkeden bahsediyoruz.  Demokrasi âşığıyız, demokrasiyi çok seviyoruz.
Cumhuriyet’le demokrasi ayrılmaz bir ikilidir. İkisi kardeştir. Mustafa Kemal de zaten bu düşünceyle Cumhuriyet’i kurdu ve demokratik bir sisteme geçişi sağladı. Ama bu üç günde, beş günde, beş on yılda olacak bir iş değil. Ne yaptık? Eğer Batı demokrasileri ile bir mukayese etmek gerekirse bir bakarsınız en eskilerinden birisi İngiliz demokratik parlamenter sistemi.
Ta 1215’lere kadar götürürsünüz. 800 yılda gele gele bu noktaya getirirsiniz. Lordlar Kamarası ve Avam Kamarasından oluşan gelenek olmuş bir yapıdan bahsediyoruz. Bizim 96 yıllık. 800 yılla mukayese ettiğiniz ve 96 yıl bir biyolojik yaşam skalasından baktığınız zaman bir bebeklik dahi sayılmıyor değil mi? Sanki emekleme dönemi. Böyle bir genç Cumhuriyet’iz, demokrasiyiz. Dolayısıyla kolay kolay bu gençliğimizi, bu emekleme döneminde olan Cumhuriyet’imizi feda edemeyiz. Denemeleri oluyordu zaman zaman. İşte her 10 yılda, 12 yılda müdahaleler, şunlar, bunlar. Ama bir yere kadar. Ne zaman ki ‘Biz artık ısırılmayacağız biz artık demokrasimizden vazgeçmeyiz.’ dediysek o zaman bütün göstergeler tersine döndü. O tarih ve o dönüm noktası 15 Temmuz 2016’dır. Bunu siz başardınız, bunu yüce Türk milleti başardı. Çünkü muhtaç olduğu kudretin ve asil kanın damarlarında olduğunun farkına vardı.
Biz aynı yerden bir daha ısırılmayacağız. Bize kimse talimat vermeyecek. Hiç kimseyi alaşağı edip istedikleri adamı kukla bir yönetim olarak getirip koyamayacaklar. ‘Biz artık hür ve bağımsız, kendi göbeğimizi kendimizin kesme zamanı geldi.’ dedik ve iyi bir hayra vesile oldu. Kötü komşu ev sahibi yapar ya da bazen musibetler hayra dönüşebilir. O gece yaşadığımız büyük bir musibetti. Büyük bir trajediydi, belaydı. Sonuçları çok ağırdı. Ve 251 şehidimiz 2 bin 190 küsur da gazimiz vardı. Ama bir hayra vesile oldu. O gün bu millet şuna karar verdi: ‘Bizim için aslolan ülkenin bekası, birliği, beraberliği, egemenliği, millî çıkarları.’ Buna karar verdi ve gerçekten bu Yenikapı’da ete kemiğe bürünerek bir mutabakat hâline getirildi.”

NATO MÜTTEFİĞİ OLMAMIZA RAĞMEN MÜTTEFİKLERİMİZ HASIMLARIMIZA DESTEK SAĞLIYOR
Aydın, 15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra Türkiye’nin bir anda inisiyatif almaya ve itiraz etmeye başladığına dikkat çekerek, şu değerlendirmelerde bulundu:
“Her ne kadar bunu görmemezlikten gelenlere rağmen ya da bunu hafife alıp itibarsızlaştırmaya çalışanlara rağmen bunu yurt içinde ve yurt dışında görüyoruz. Korkunç bir kitle rahatız oldu. Dışarıda aynı savunma paktı üyesiyiz. NATO’nun en eski müttefikiyiz. En güçlülerinden biriyiz. İkinci büyük orduya sahibiz. 1980 öncesi Sovyetler Birliği’nin yayılmasının önlenmesinde en büyük katkıyı sağlayan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Büyük riskler alarak doğuda bir sınır koyduk. Allah korusun işgal edilmeyi, aynı delikten belki ısırılmayı riske ederek dedik ki ‘Biz Türk milletiyiz, sözümüz özümüz birdir, ağzımız neyse yüreğimiz de odur.’  Ta Kore’de ecdadımızın yaptığı gibi sözümüzde durarak ahlaklı bir müttefiklik dayanışması içerisinde olduk. Ama bugün geldiğimiz noktaya bir bakın Allah rızası için. Peki, o gün Sovyet riski vardı ama Türkiye üzerine düşeni yaptı. Doğuda sıcak denizlere inmeyi önledi. Bugün Sovyetler Birliği’nin eski büyüklüğü olmamasına rağmen bir Rusya gerçeği karşısında Allah aşkına o müttefiklik hukukumuzla içinde olduğumuz NATO niçin Gürcistan’daki işgale bir şey yapamıyor? Ukrayna’da, Kırım - Tatar Özerk Cumhuriyeti’nin işgali. Baktığımızda çıt yok. Demek ki Türkiye NATO’da caydırıcı bir kuvvetmiş. Şimdi benim ihtiyacım olduğu zaman uluslararası ilişkiler diyoruz. ‘Mütekabiliyet’ diye bir kavram var. Yani karşılıklılık. Aynı ittifak içerisindesiniz aynı ailenin bireylerisiniz. Allah aşkına aile içerisinde kakafonik sesler olur mu?  Olmaz, olmamalı. Bunlar zaten uluslararası anlaşmalarla teminat altına alınmış. Baktığınız zaman hem BM kararlarında var hem NATO’nun aldığı kararda var. 5 ve 51. maddelerde var. Bu maddelerde deniliyor ki ‘Üye ülkelerinden birisine içeriden ya da dışarıdan varlığına ve güvenliğine yönelik bir tehdit unsuru oluşturacak herhangi bir yapı karşısında diğer NATO üyesi ülkelerin de o ülke yanında yer alması ve tehdidi kendine yönelik görmesi lazım.’ Bu çok açık ve uluslararası toplantılarda bunu konuşuyoruz. Ama Türkiye söz konusu olunca kâğıt üzerinde kalıyor. Bizim güney sınırımızda terör diye bir belamız var. İŞİD, PYD, YPG, PKK var, şu var, bu var. Biz 40 yıldır bunun mücadelesini veriyoruz. Gelin bizimle birlikte hareket edin. 
Orada oldubitti, bir vekâlet, bir prefabrik yapı oluşmasın. İkinci bir İsrail’in kurulmasına müsaade etmeyin. Yanımızda durun çükü biz NATO müttefikiyiz. Uluslararası anlaşmalarda var bu ve kayıt altına alınmış. Ama yalnız bırakıldık. Buna hepiniz tanıklık etmediniz mi? Ne oldu? Bırakın yanımızda durmayı karşımızda hasım bellediğimiz, tehdit olarak gördüğümüz yapılara her türlü silah ve lojistik desteği sağladılar. Hâlâ da sağlıyorlar. Durum bu. Avrupa Birliği kapısında artık ben doğdum bu hikâye vardı biz neredeyse 60 yaşımıza merdiven dayayacağız hâlâ hiç sonu gelmeyen bir hikâye. Bize gelince niçin böyle?
Aynı riskler bugün de devam etmekte. Artık benim talimat alma vaktim geçti. Karadeniz tekrar kaynamaya başladı. Biz sadece Akdeniz’de değil biz üç denizde de rahat değiliz. Biz Karadeniz’de rahat değiliz şu anda. Niçin? İşte Gürcistan’a ve Ukrayna’ya olanlar ortada. Bulgaristan ve Romanya’nın AB üyesi olmasından sonra artık suların iyice kaynadığına tanıklık etmekteyiz. Montrö ile iyi kötü idare ettiğimiz bir Boğazlar Anlaşması var. Ama her an her şey olabilir. Ama bu Kanal İstanbul’dan doğacak olan riski kastetmiyorum. Tam tersine zaafa düşüp kendi geleceğimizle ilgili bir an dalalet içerisinde olup karar almadığımız an inanın en ufacık bir tökezlemede sırtımıza binecekler. Şimdi biz İHA ve SİHA’larla ilgili bakım için talepte bulunduğumuzda İsrail’in olumsuz yanıt verdiği günlerden geliyoruz.”

ÜLKESİNİ VE MİLLETİNİ ÖNCELEYEN BİR SİYASİ HAREKETİN TEMSİLCİSİYİZ 
Prof. Dr. Kâmil Aydın, “Niçin çok şehit veriyorduk? Niçin sürekli baskın yiyorduk? Niçin Ankara’da ve İstanbul’da bombalar patlıyordu?” sorularını dile getirerek, “Yolda yürüyemiyorduk artık. Güneydoğu’ya tayini çıkan bir evladımızı gönderemiyorduk. Unuttuk mu bunları? Niçin? Çünkü kendi iç güvenlik noktasında da hâkim değildik. Geleneksel olarak bugüne kadar bize öğretilenleri tekrar ettik. Ne zamana kadar? 15 Temmuz’a kadar. O gün baktık ve eyvah dedik. Bir gecede anahtar teslim bir ülke. Ertesi gün yok olacaktık. Bir anda bağımsızlığımızı ve hürriyetimizi kaybedecektik. Bundan daha büyük bir risk olabilir mi? ‘Artık hamle yapma zamanı ve titreyip kendimize gelme zamanı.’ dedik.” ifadesine yer verdi.
 “İşte o günden bugüne açık konuşuyorum. Ben MHP Genel Başkan Yardımcısı’yım. Ülkesini ve milletini önceleyen siyasi bir hareketin temsilcisiyiz.” diyen Aydın, anlatımlarını şöyle sürdürdü:
“Bizim 50 yıllık şerefli mazimiz hep böyle olmuştur. Cumhur ittifakına evet derken de bu düşünce ile dedik. ‘Önce ülkemiz ve milletimiz sonra partimiz ve biz.’  Mısır, Suriye, Irak ayrı bir ders oldu bize. Benim istiklalim, benim bağımsızlığım,  benim güvenliğim ve bunların üçünün birleşkesi olan benim beka sorunu yaşadığım bir yerde akademiyanın bir önemi kalır mı? İlmin, irfanın, ekonominin, sanatın, edebiyatın, siyasetin bir anlamı var mı?  Bekanın olmadığı bir yerde, bağımsızlığın, istiklalin olmadığı bir yerde inanın dinin ve diyanetin bile bir ehemmiyeti söz konusu değildir. Böyle bir yapı içerisinde ne yaptık? Dedik ki ‘Önce ülke ve milletimiz. Önce vatanın birliği, dirliği ve bekası.’ Ve hamleler geldi peşinden. ‘Terörle artık ben istediğim gibi mücadele edeceğim.’ dedik.
Dünya bunu böyle yapıyordu çünkü. İsrail risk gördüğü bir yapıyı ta dünyanın öbür ucunda takip edip etkisiz hâle getiriyordu. Rus ta İngiltere’de eski casusunu takip edip orada etkisiz hâle getiriyordu. Terörle mücadele konsepti nedir? Tacize ve tecavüze uğradığı yerde savunma hâlinde refleks gösterme değil, hamle yapmaktır. Proaktif davranmak. Trump, benim ülkemin güvenliği sınırların ötesinde başlar diyor. Merkel’e sorarsanız eğer Kuzey Denizi’nden başlatır. Çünkü oradan başlar risk onun için. Kapıya gelene kadar değil, mahalleden, ta dış kapıdan başlatacaksınız. İşte biz ağır bedeller ödeyerek bu inisiyatifi kazandık ve dedik ki ‘Beni tehdit eden herhangi bir terör unsuru çıktığı yerde görüldüğü yerde etkisiz hâle getirilmeli.’ İşte bu bağlamda sınır ötesi operasyonlar yapıldı. Bunlar fantezi şeyler ve boşuna alınmış kararlar değildi. Bunlar bir kısrak başı gibi hilenin ve desisesin olduğu yere hançeri sokmaktır. İlk defa yaptık Allah’a şükür. O gün dahi bir ezilmişlik psikolojisi ile hâlâ devam edenler kâğıt üzerinde, lafta en büyük Türk milliyetçileri, vatanseverler, Atatürkçüler, söz konusu vatan savunması olduğu zaman barış meleği kesiliyorlar. Yenilmişlik psikolojisi ile aman adım atmayalım.”

VATAN SAVUNMASI OLUNCA ŞEHİTLER ÜZERİNDEN DUYGU SÖMÜRÜSÜ YAPIYORLAR
Aydın, TBMM’de bütçe görüşmeleri yapılırken CHP’yi temsilen yapılan konuşmaları değerlendirirken, şunları söyledi:
“Bütçe görüşmelerini takip ettiniz. CHP’nin dış işlerinden sorumlu bir genel başkan yardımcısı diyor ki, ‘Bu bir risk, oturalım ve bekleyelim. Libya’da bizim ne işimiz var? Bizim Akdeniz’de ne işimiz var?’ Hâlbuki aynı ağız geçen yıl ne diyordu biliyor musunuz? ‘Adalar işgal altında Yunanistan silahlanıyor neredesiniz, niçin bir şey yapmıyorsunuz?’  Yapmadığınız zaman pasif olmakla suçlanıyorsunuz, yaptığınız zaman da ya kuzgun leşe ya devlet başa diyorsun. ‘Devlet hamle yapsın, risk gördüğü yerde proaktif davransın.’ dediğinizde de diyor ki ‘Bu bir fantezi, bu romantik bir şey, ülkeyi bataklığa götürüyorlar.’ Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarında bunu söylediler. Bunu Mecliste grubu olan partilerin üçü bir arada söyledi. Hiç unutmuyorum. ‘Orada Mehmetçik’i götürüp bataklığa saplayacaklar. Fakir fukaranın evlatlarını şehit ettirecekler.’ Bir de böyle şehitler üzerinden duygu sömürüsü yapıyorlar. Allah aşkına biz hangi kültürden geliyoruz? Gazi Mustafa Kemal Libya’ya gittiğinde arkasına mı baktı? Erzurum Kongresi için geldiğinde apoletlerini söktüğünde arkasına mı baktı? Atatürkçülükle geçinmeyeceksiniz.  Atatürk’ün mirasına ve ideallerine sahip çıkacaksınız. Burada bizim amacımız o. Onun ülkülerini ve ilkelerini ebet müddet yaşatmaktır. O da nedir? Vatanın, milletin, devletin birlik, berberlik ve bekasının öncelenmesidir. Bu kadar net.
Gazi Erzurum’a geliyor. Apoletlerini söküyor toplantı yapacak ama Kâzım Karabekir’in de geleceğini duymuş. İstanbul hükûmeti talimat vermiş. ‘Git tutukla.’ diyor ki hayatımda en korktuğum andı. ‘Korkum canımı kaybetmekten dolayı değil, acaba başlattığım bu harekât akamete uğrar mı yarım kalır mı?’ İşte Türk milletini sevmek, Atatürk’ü sevmek böyle ülkü ve ilkelere sahip olmaktan geçer. Bu kadar net.  Mustafa Kemal, Libya’ya tebdili kıyafetle gitti. Çünkü orası ecdat yadigârı bir topraktı.  Hâlâ kâğıt üzerinde Osmanlının toprağı idi. Hâlâ bizimdi orası, hâlâ umut vardı. Mustafa Kemal ve Enver Paşa oraya milis olarak gittiler. Yerel halkı lojistik destekle taktik ve teknikle çalıştırıp İtalyan işgaline karşı başkaldırmak için organize ettiler ve öyle de çıkıp geldiler. Gelirken de Mustafa Kemal aynen şunu söyledi: ‘Sakın teslim olmayın. Bağımsızlık sizin hakkınız. Buraya sömürgeci bir devlet girerse bir daha çıkmaz. Ölünceye kadar mücadeleye devam edin.’ En onurlu mücadelelerden biri Libya’da yapıldı. Diğer coğrafyalarda maalesef bunu göremedik. Bugün göremiyoruz ki o gün görelim. Dolayısıyla baktığımızda aynı bugün de bir yapay Atatürkçülükten geçinme kisvesi altında birtakım hamlelere tanıklık ediyoruz. ‘Aman orası bataklık ne işiniz var?’ Şimdi bakın 100 yıllık projeyi bozduk. Sykes-Picot’ta geçiyor, Sevr’de geçiyor. Sevr’de vadedilen ve gerçekleşmeyen iki şey var. Hatta Lozan’a da zorla sokmaya çalıştıkları. İki tane büyük yapay prefabrik devlet kurdurmak. Birisi Büyük Ermenistan, diğeri de yine Batı kontrolünde Büyük Kürdistan hayali.”
BU KADAR ALÇAKLIK YAPANLARA SÖYLEYECEK BİR LAFINIZ YOK MU?
Prof. Dr. Kamil Aydın, “Bugün 100 yıl geçmesine rağmen hâlâ bu hayallerinden vazgeçmiş değiller.” hatırlatmasında bulunarak, konuşmasına şöyle devam etti:
 “O zaman benim biraz önce değindiğim yüksek tarih şuuru ile buna müsaade etmemem gerekir. Orada İsrail’e kalkan olacak bir yapıya müsaade edemeyiz. Onun için Fırat Kalkan’ı dedik ve hançer gibi araya girip engelledik. Şimdi ne oldu? O gün bataklık deyip çocuklar üzerinden sömürü yapanlar bugün gidip o çocukları öperek fotoğraf çektirdiler. Medyada paylaştılar. Bu bir zaferdir Mehmetçik’in zaferidir. O tankın üzerine çıkıp ‘Ben Kızılelma’ya gidiyorum.’ diyen o çocuklara o zaman niçin inanmadın? O serdengeçtilere niçin inanmadınız? Onlar sizin evlatlarınız. Mustafa Kemal’e inanmadığınız için onlara da inanmadınız. Sadece orayı geçim kaynağı yapmışsınız. Ama inanın söylemleri tamamen terör ağzı. HDP’ye ‘Terör örgütünün siyasi uzantısı.’ diyemiyor. Hadi ona diyemiyorsun bari PYD’ye de, PKK’ya de bari. Bir dilin dönsün. Dönmüyor. Kâğıt üzerinde altı okun dördünü kırmış.  Elinde kalmış bir devrimcilik bir de laiklik. Nerede milliyetçilik? Nerede devletçilik? Nerede cumhuriyetçilik? Emanet edilen Cumhuriyet’i böyle mi savunacaksınız? Daha da küçülterek ‘ana dilde eğitim’ diyerek saldırıyor sana. Niçin sesin çıkmıyor? Aynı gemiye biniyorlar karşımızda duruyorlar. Gittiğimiz uluslararası platformlarda da yalnız kalıyoruz Çok açık söylüyorum. PKK’lı milletvekili dışarda sokakta çok iyi organize edilmiş Londra sokaklarında avazı çıktığınca bağırıyor. Her 24 Nisan geliyor aynı sıkıntı. Türkiye ne zaman bir hamle yapsa ısıtılıp önümüze konulan üç tane sıkıntı var. 20. yüzyılın ikinci yarısında sürekli olarak bizi siyaseten uluslararası hamle yapmamız konusunda önümüze konulan üç önemli husus var. Bir tanesi Kıbrıs, onların ifadesine göre işgalciyiz. 1974’ün hâlâ hazımsızlığını yaşıyorlar. İkincisi sözde soykırım tasarısı. Üçüncüsü de bugün Suriye’deki Kürt bölgesinin işgali. Allah›tan korkun bu nasıl işgal? Biz oraya gittik 300 bini aşkın Kürt kardeşimiz yuvasına döndü. Afrin’de yuvasından etmişsiniz Kürt kardeşlerimizi. Üç beş tane terörist orada her türlü etnik ve inanç grubunu zapturapt altına almış. Vefalı Türk gitmiş oraya. Asistanlık yıllarımda. 1985’leri çok iyi hatırlıyorum. Todor Jivkof zulmünü çok iyi hatırlıyorum. O dönemi yaşadık. Bir anda milyonlarca soydaşımız isimleri değiştirilmeye, sürgüne, tacize, tecavüze ve ölüme terk edildi. Ta Erzurum’a kadar göçler geldi. Ben biliyorum. Beraber aynı mahallede oturduk. Düşünebiliyor musunuz göçün ne kadar etkili olduğunu, ta Erzurum’a kadar gelmiş. 2000 kilometre neredeyse. Biz bunları biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, necip bir millettir. Kime kapısını kapattı ki? Böyle bir necip millete siz nasıl iftira atarsınız? İşgalci ve soykırımcı diye. Soyu kırılanın yaşaması mümkün mü? Var olması mümkün mü? Nüfus artmış ve hâlâ Türkiye Cumhuriyeti’nin maaşını alıyor, her türlü imkânlarından faydalanıyor, VIP uçağına biniyor, ama dışarıya gittiği zaman diyor ki ‘Bu Türkiye Cumhuriyeti Devleti 100 yıl önce Ermenileri kesti şimdi de Kürtleri kesip soykırıma tabi tutuyor.’ Bu kadar büyük alçaklığı yapanlara söyleyecek bir lafınız yok mu?”

EY TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN KURUCU PARTİSİNİN MENSUPLARI, NEREDESİNİZ?
Konuşmasında, “Ey Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesinin partisinin mensupları, neredesiniz?” diyerek CHP’lilere seslenen Aydın,  şu değerlendirmelerde bulundu:
“Niçin bizi hafife alıyorsunuz? Artık biz kendi uçağımızı yapma aşamasına gelmiş bir milletiz Allah’a şükür. Savunma Komisyonu üyeliğini yaptım 26. Dönemde. Şimdi de Dışişleri Komisyon üyesiyiz. Bizim bu kadar hedefe alınmamız, tehdit ve taarruzlara muhatap olmamızın sebebi inanın dışarıda ve içeride büyümemiz, artık talimat almaktan talimat veren bir duruma gelmemizdir. Onun için bizim cumhur ittifakı mantığı içerisinde önceliğimiz budur. Vatanın milletin birliği ve beraberliği. Kenetlendik ve bir hedefe odaklandık. 2023 Lider Ülke Türkiye Vizyonu. Allah’ın izniyle o 100. yılda ülkenin artık Çin gibi, Hindistan gibi yine bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin olmasıdır. Bu nihai hedeftir. Karadeniz’i anlattım, Ege Adaları ile ilgili hâlâ sıkıntılar var. ‘Deniz kıta sahanlığı’ diye bir şey var. Yasal bir hak bu. Uluslararası denizcilik sözleşmelerinde bu çok açık. Kıta sahanlığı. Yani ana kara parçadan 200 deniz mili uzaklıktaki mesafe alanı sizin etkinlik alanınızdır. O alanda ticari alan da ilan ettiğinizde suyun atındaki varlıktan siz sorumlusunuz. Şimdi böyle bir yasal hakkımız var. Biz Akdeniz’de 1800 kilometrelik kıyı şeridi olan bir ülkeyiz. Yani en uzun kıyı şeridi olan ülke biziz. Ama şu son bir iki ayda hatta bir kaç yılda olanlara bir bakın Allah aşkına. ‘Biz Akdeniz’de macera arıyoruz, biz Akdeniz’de niçin sorun yaratıyoruz? Niçin burnumuzu her işe sokuyoruz?’ söylemlerine bir bakın Allah aşkına. Peki kardeşim ne yapalım? Biz müstemleke miyiz? Biz teslim mi olalım? Hakkımızdan mı vazgeçelim? Yunanistan orada hak iddia edecek, Mısır hak iddia edecek, İsrail bir avuç iken bugün bir yumruk hâline gelmiş. BM’deki haritaları hatırladınız değil mi? Ben o toplantıda vardım. 1947’deki İsrail’i hatırlıyor musunuz? 1947 ve 1967’deki haritalarına bakın. İsrail küçücük bir toprak parçası hâlinde görülüyor. Oysa Filistin çok daha büyük. Ama bugün tam tersine. Buna söyleyecek bir lafın yok mu senin arkadaş?  Bu İsrail Akdeniz’de ‘Hidrokarbon arayışında benim de hakkım var.’ diyor ama senin sesin çıkmıyor. Beni niçin orada pasif duruma getirmeye çalışıyorsun? Benim orada kıyı şeridim çok uzun. Ben ne yaptım? Ben orada hamle yaptım. Aynen Fırat Kalkan’ının inanın sınır ötesinde yapılışının denizde yapılmış hâlidir. Şu anda bizim Libya ile imzaladığımız anlaşmanın açık ifadesi budur. Bizim başımıza örülecek olan çorabı engelledik. Karada güney sınırımızda başımıza örülecek çorabı Barış Pınar Harekâtı ile inanın Akdeniz’de de başımıza örülen bu tuzağı, bu komployu Libya ile yaptığımız ticari ve askerî anlaşmalarla bozduk. Neydi bu anlaşmanın özü? Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum kesiminin ikisi de AB üyesi, biz AB üyesi değiliz. Kafalarına göre çalıp oynuyorlar. Kuralları koyuyorlar, oyunu başlatıyorlar.”

NEDEN KORKUYORSUNUZ? NEDİR SİZİN BU MUHALEFET ANLAYIŞINIZ?
AB ülkeleri tarafından Doğu Akdeniz’le ilgili alınan kararların uluslararası hukukta hiçbir geçerliliğinin bulunmadığına dikkat çeken Aydın, şunları belirtti:
“Girit ve Rodos burnumuzun dibindeki adalar. Orasını da ana kara parçası saydığımız zaman Türkiye’yi nereye hapsediyorsunuz?  Türkiye’yi Alanya ile İskenderun Körfezi arasında yatay bir 40 bin kilometrelik alana hapsediyorsunuz. 1800 kilometre şeridi olan bir ülke 40 bin kilometrelik bir alana Antalya ile Hatay arasına sıkıştırılmaya çalışılıyor. Biz bu kadar mıyız? Buna evet diyebilir miyiz? Buna aklıselim hiçbir Türkiye vatandaşı evet diyebilir mi? Asla diyemez. Çünkü bağımsızlık bizim karakterimizdir. Bundan asla vazgeçmeyiz. Egemenliğimiz karada da geçerli, mavi vatanda da geçerli. Denizlerimiz de bizim mavi vatanımızdır. Nasıl ki bir çakıl taşını vermeyecek isek denizde de bir damla suyumuzdan vazgeçmeyeceğiz. Ne yaptık? Bu zapturapt altına alınan, bir oldubittiye getirilmeye çalışılan bir projeyi yırttık attık. ‘Yok hükmünde’ saydık. Sevr'i yırtıp attığımız gibi altüst ettik. Biz o İspanya›da bir üniversitede hazırlanan hukuki raporu kabul etmiyoruz. BM›nin aldığı kararlar var. Dünya denizcilik hukukunda ana kara parçası esas alınarak bir mesafe temini yaptık. ‘Eğer senin orada bir petrol arama gibi bir önceliğin varsa buna ben de ortağım benim de hakkım var.’ diyerek Fatih ve Yavuz gemilerimizi gönderdik oraya. Hidrokarbon varsa benim de hakkım. Buna karşı çıkmak hangi aklıselim vatandaşın düşüncesi olabilir? Biz ezik ve psikolojik yenilgiye sahip bir zihniyete sahip değiliz. Biz de varız orada dedik. Yetmedi. Bu sefer yatay bir deniz kıta sahanlığımız vardı. Bıktık ki dördü beşi yine bizi bir araya sıkıştırma planları var. Mısır, İsrail, Güney Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan dörtlü bir anlaşma yaptı. Daha önce de Libya ile zaten bir anlaşma yapmışlar. Biz de geç kalmış belki bir hamleydi yıllar önce yapmamız gerekirdi ama olsun yaptık mı yaptık. Libya ile ikili bir ticaret ve savunma anlaşması yaptık Akdeniz üzerinden. Ne oldu? Bütün hesaplar bozuldu. Yaptığımız anlaşmanın geçtiği sınırlara bakıyorsunuz onların kulağının dibinden geçiyor. Hadi bakalım el mi yaman bey mi yaman? Şimdi görelim bakalım. Bundan çok rahatsız oldular. Dünya Türkiye’yi diplomatik bir zaferle kıskandı, Yunanistan rahatsız oldu. Libya büyükelçini sınır dışı etti, ültimatom verdi, kıyametler koptu, AB hızlı bir şekilde toplandı. Niçin? Türkiye büyük bir hamle yaptığı için. Türkiye cendereyi yırttı, tuzağı bozdu ama içeride bundan rahatsız olanlar var. Allah aşkına bundan rahatsız olunur mu? Bu Mecliste üç partinin oyları ile neredeyse reddedilecekti. Cumhur ittifakının kararlılığı olmasa, bu anlaşmanın arkasında duralım hattımüdafaa yoktur sathımüdafaa vardır, o satıh hem karadır hem denizdir deyin Allah aşkına. Bundan niçin kaçınıyorsunuz? Ama yanlış yaptığımızı iddia ederek bataklık edebiyatı yapmaya başladılar. Neden korkuyorsunuz? Üstelik Libya’da yaptığımız anlaşma resmî mutabakat hükûmeti yani legal BM’nin ve birçok devletin tanıdığı resmî hükûmet. Bunun karşısında birileri gibi illegal bir terör yapısı Hafter diye Amerikan uşağı bir adamın kontrolündeki çapulcu birliklerin ve paralı askerlerin bir arada bulunduğu yapının yanında mı olsun Türkiye Cumhuriyeti?  Neden korkuyorsunuz? Nedir sizin bu muhalefet anlayışınız? “

LİBYA İLE YAPTIĞIMIZ ANLAŞMA BİR TUZAK DEĞİL, DİPLOMATİK BİR ZAFERDİR
Aydın, “Niçin bağcıyı dövmeye çalışıyorsunuz? Bir üzümü yiyelim önce.” ifadesine yer vererek,  şunları kaydetti:
“Şu milletimizin menfaatine uluslararası bir hamle yaptık. Denizlerde ne varsa artık bizde ortak olacağız. En büyük ihtiyacımız olan inanın enerji kaynağı. Dünya şu anda en büyük mücadeleyi enerji üzerine veriyor. Almanya AB ve NATO üyesi olmasına rağmen, Amerika’nın her türlü tehdidine rağmen Rusya ile Kuzey Akımı enerji anlaşması yaptı. Niçin yaptı? Dedi ki, ‘Ben önce Alman’ım, önce Almanya’nın menfaatleri beni ilgilendirir. Onun için sen ne dersen de benim buna ihtiyacım var.’ Kuzey Denizi üzerinden Kuzey Akım enerji anlaşmasını imzaladı. Biz de Türk Akımı’nı yaptık. Önce can. Ben burada Tekirdağ’da doğal gazı bekleyip Ukrayna’daki gibi Allah korusun tek bir yere bağımlı olsaydım burada siz de tirtir titreseniz. Canları istediği zaman bize gaz verecekler istemediği zaman vermeyecekler. Bu reva mıdır Allah aşkına? Bunu bozmak, bunu engellemek kötü mü? Şimdi Doğu Akdeniz’de ne çıkacaksa bizim de hakkımız olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklar. Kıyıya şeridi olan 23 ülke var. İnanın şu anda Doğu Akdeniz’de irili ufaklı onlarca devlet var. Herkesin bir enerji hesabı var. En fazla kıyı şeridi bulunan da biziz. Bu durumda ben konuşmayacaksam kim konuşacak? Libya ile yaptığımız bu anlaşmayı niçin galebe çalıyorsunuz? Mecliste çıkıyor kelli ferli adam devlet adamı büyükelçilik de yapmış. Diyor ki ‘Orası bataklık girmeyelim. Ya Hafter gelirse ya başka bir hükûmet gelir bu anlaşmayı bozarsa.’ Çünkü olmaması için odaklanmış. Uluslararası anlaşmalara göre silah yardımı yapılmaması lazım. BM’nin böyle bir kararı var. Evet, var. BM’nin sadece bizim için değil, İsrail için aldığı karar da var. Biz oraya silah satmıyoruz ki. Diyor ki ‘Oraya Mehmetçik’i gönderemezsiniz.’ Bu karar Mehmetçik gönderme kararı değil ki. Daha önce asker gönderdiğimiz ülkeler oldu. Afganistan, Lübnan, Somali’ye gönderdik. Neye göre gönderdik? Uluslararası anlaşmalara göre gönderdik. Bizim Anayasa’mız var. Anayasa’nın 92. maddesi diyor ki, ‘Eğer Türk Silahlı Kuvvetlerinden herhangi bir birlik gönderilmesi gerektiğinde TBMM’den karar çıkarılma zorunluluğu vardır.’ Biz Barış Pınarı Harekâtı’nı da Melis’te oyladık. Hatırlayın 3 Mart Tezkeresi’nde bu olmadı mı? Göndermiyoruz dedik göndermedik. Göndereceğiz dediğimizde gider. Niçin itiraz ediyorsunuz? Bu bir asker gönderme anlaşması değil ki. Bu bir askerî ve güvenlik anlaşması. Bir ofis kurulacak orada, eğitim, donatım, malzeme, lojistik destek sağlayacak sivil personelimiz olacak. Buna bile itiraz ediyorlar. Bunu bile fitne ve fesatla engellemeye çalışıyorlar. Niçin? Çünkü bunların ipini elinde tutan o büyük güçler, bu partilerde yöneticilerini değiştiren, bu partileri kurdurtan yüksek iradeye teslimler. Onların sözünün dışına çıkamıyorlar. Onlar hangi sufleyi veriyorsa ertesi gün mecliste onları dinliyoruz. Bu çok net ve açık. Ama ben bu yüce milletin ferasetine güveniyorum. Onun için buradayız, bunları anlatacağız, paylaşacağız, konuşacağız. Libya ile yaptığımız anlaşma bir tuzak değil, Türkiye’nin diplomatik bir zaferidir. Eğri oturup doğru konuşacağız. Hakkı hak edeceğiz. Kazanımlarımızdan vazgeçmeyeceğiz. “

BU COĞRAFYADA BİNLERCE YILDIR VARIZ, VAR OLMAYA DEVAM EDECEĞİZ
MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili Prof. Dr. Kamil Aydın, “Çünkü Türkiye kabuğunu yırtıp gerçekten büyük bir güç olma arifesinde. Bu fırsatı tepmeleyim.” diyerek konuşmasının sonunda şu değerlendirmelere yer verdi:
“Burada birlik ve beraberlik içerisinde siyasi mülahazalarımız ne olursa olsun, bir partiyi temsilen en üst makamdan birisi olarak söylüyorum bunları. Bizim bakışımız bu. Cumhur ittifakı mantığı içerisinde bizim bakış açımız bu. Önce ülke, ülkü ve vatanın birliği, dirliği ve bütünlüğüdür. Niçin? Bizim bir an önce hamle yapıp uluslararası bağlamda oldubittiye düşmeden refaha çıkıp 2023’ü görüp bir an önce siyasi istikrarı sağlamak. Çünkü içeride bir sürü sıkıntımız var. Bizim bir an önce onlara odaklanmamız lazım. Yoksa Libya ile niye anlaşma yaptın? Akdeniz’e niye indin? Niye petrol arama gemisi gönderdin?  Bu tür vatana ihanet ifadelerinden olabildiğine uzak duracağız. Dün yoktuk bugün varız. Vatanın her köşesinde hür ve bağımsız. Özlemimiz bu değil miydi? Varlığımızı bu yüce milletin varlığına armağan edecek durama gelmeyi özlemedik mi bugüne kadar? Bunu çok özledik. En büyük rüyamızdı bizim. İnşallah bunu gerçekleştirme arifesindeyiz. Yeter ki bir olalım, iri olalım diri olalım. Niçin? Çünkü içeride bir sürü sıkıntımız var. Bizim ekonomik meselelerimiz var, istihdam diye bir sıkıntımız var. Genç işsizlik oranımızın yüksek olduğunu biliyoruz. Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz. Ben fakir fukara bir ailenin çocuğuyum. Kimse bize halkçılık edebiyatı yapmasın. Halkla birlikte halkın dilek ve isteklerini ifade etsin. Bu halk için yaşasın. Yaşasınlar da görelim. Onun için bizim bir an önce bizim bu güvenlik hassasiyetimizi perçinleyip sağlıklı bir zemine oturtup savunmadan, birlik ve beraberlikten taviz vermeden içe dönük bir takım artık atılımları yapmamız lazım. Belki Tekirdağ sanayi bölgesi, ülkemizin güzel bir coğrafyası, imrenilecek bir coğrafya. Ama ben inanıyorum ki Tekirdağ›da bile işsizlik ve istihdam eksikliği iliklerimize kadar hissediliyor. Bu Türkiye’nin bir gerçeği. 600-700 bin yavrumuz öğretmenlik hayali ile bekliyorlar. Biz bunların farkındayız. Bunların bir an önce gerçeklemesi için kararlı ve istikrarlı bir yapıya kavuşmamız lazım. Bu da nedir? İçeride ve dışarıda önce ülke, millet ve vatan deyip birlik ve beraberliğin idamesidir. Bunu sağladığımız sürece iç siyaset ve dış siyasetin orantılı bir şekilde ağırlığını ve önceliğini buna verdiği sürece gerisi lafı güzaftır. Biz ne yokluklar yaşadık. Geçmişte ecdadımız o kadar büyük yokluk ve sıkıntılar çekti ki, o şartlarda bile istiklalinden taviz vermedi. Hiçbir zaman öyle günübirlik menfaatler için vazgeçeceğimiz değerler değildir bekamız. Onun için kim ki bekayı hafife alıyorsa ondan şüphe edin. Beka hafife alınacak bir şey değil. Bekası olmayan milletler inanın tarihin çöplüğünde debelenip duruyorlar. Artık yoklar. Ama bu millet ebet müddet bir yapıda olduğuna kanaat ediyoruz Allah’ın izniyle. Bin yıldır bu coğrafyadayız, ağır bedeller ödedik, binlerce yıldır da varız, var olmaya da devam edeceğiz. Balkanlar’da varız, Orta Doğu’da varız, Afrika’da varız, nerede Türk’ü arayan varsa biz orada varız ve var olmaya da devam edeceğiz.”