TÜRK KİMLİĞİNİN HARCI TÜRKÇENİN ÖZELLİKLERİ

11 Şubat 2025 11:32 Prof. Dr.Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Okunma
62

TÜRK KİMLİĞİNİN HARCI TÜRKÇENİN ÖZELLİKLERİ
Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ

Milletlerin hayatında bir kültür vasıtası olarak dil, en başta gelen unsurdur. Millet denilen sosyal varlığın temelini de aynı dili konuşan insanlar teşkil ederler. Bunun yanı sıra Türk milleti, tarihte birtakım zaruri şartlardan dolayı bazan birbirinden idari ve siyasi bakımdan çok uzaklarda kalmıştır. Ayrıca bu insanlar sınır boylarında ya da çeşitli sebeplerle göçtükleri yeni coğrafyalarda pek çok yabancı kültür ve halklarla temasta bulundukları halde beşbin yıldır, doğudan batıya, kuzeyden güneye az bir lehçe farkıyla aynı dili konuştular. Bu açıdan insanları bir araya getiren milli bir bağ olarak Türk dilinin oynadığı rolü belki diğer dillerin hiçbiri oynamamıştır, denebilir.
Türk milletinin konuştuğu dil olan Türkçenin ne zaman ve hangi şartlarda yazı dili haline geldiği hakkında kesin bir şey söylenememekle beraber, son yıllara kadar bu durum Orkun Abideleriyle tarihlendirilmekteydi. Ancak 1970’lerde Kazakistan’daki Esik (Yesik/Eşik) Kurgan’da bulunan bir tabağın altındaki yirmi altı harften meydana gelen iki sıra cümlenin zamanı M.Ö. 5. yüzyıla kadar götürülünce, Türk yazısının ve yazı dilinin çok daha eskilere dayandığı görülmüştür. Bu husus ile alâkalı tarihi belgeleri incelediğimizde daha Milattan önce 1. yüzyılda, Asya’da iken Türkleri anlatan Çince vesikalarla, onların bir bölümü batıya geldiğinde 5-6. yüzyıl olaylarından bahseden Latin-Bizans ve birtakım Süryani kaynaklarından öğrendiğimiz bilgilere göre, Karadeniz’in kuzey taraflarında yaşayan Hun-Türklerin arasında Hristiyanlığı seçenlerinin Türk dilinde kitaplarının olduğu ve dini metinleri Türkçeye çevirdikleri anlaşılıyor. Ayrıca Türklerden söz açan bazı Arap müverihlerinin eserlerinde; “onların mabetleri ve yazı yazmak için alfabeleri vardır”, dediklerini görmekteyiz. 
Bunun dışında Türk tarihine baktığımızda onların köklü bir edebiyata da sahip oldukları çok eski çağlardan itibaren bilinmektedir. Bilhassa başta bulunan Türk hükümdarları yüzlerce yıl edebiyat ile sanata öncülük ettikleri gibi, sanatçıları da kollayıp, gözetmişlerdir .
Durum böyle olunca Türkler dünyada yazısı, yani kendilerine ait bir alfabesi bulunan ender milletlerden birisidir. Harflerin konumları incelendiğinde, bunların günlük hayatta kullanılan birtakım nesnelere benzediği anlaşılır ki, çoğu tamgadır  ve alfabedeki harflerin neredeyse otuza yakını bu şekildedir. Türkler bu harf tamgaları batıya göç ederken beraberlerinde getirmişler ve onları gündelik hayatlarının pek çok yerinde kullanmışlardır. Bugün maksatlı olarak birtakım kişilerin Türk dememek için Orkun, Yenisey veya Runik Alfabe diye de adlandırdıkları bu yazı sisteminin zaman zaman başka halklardan Türklere geçtiği yolunda iddiaları var ise de, henüz bu durum ispatlanmadığı gibi, tam tersi görüş beya edenler de mevcuttur. Batılılar, Türklerin yüksek bir kültürü ve dünya medeniyetine katkılarının olmadığı saplantısından, barbar diye gördükleri bu milletin kendi alfabelerini yapabileceklerini de akıllarına getirmemişlerdir. Dolayısıyla bu yazı sitemine Türk demenin dışında, her şey onlar için doğrudur.
Söz konusu alfabenin “Runik/Runic” diye isimlendirilmesi, eski İskandinav yazılarını çağrıştırmasından kaynaklanmaktadır ki, Runik sözü Baltık ve Germen halklarının dillerinde “sır, esrar, gizem” manalarına gelir . Her ne kadar Avrupalılar “Gothic” tarzı dedikleri bu uslûbu kendilerine mâl edip, Türk yazısına da “Runic”, yani “esrarlı oyma yazı” adını verseler de , Gotlarla ilişkilendirilen bu durumun ortaya çıkışında Türk tesirini yok sayamayız. Muhtemelen Hunlar çağında söz konusu alfabe çeşitli Baltık topluluklarıyla beraber Germen ve Grek gibi halkları da etkiledi. Belki bu harflerin çok eski bir şekli Etrüskler (Türük?) yoluyla Roma’ya girdi. İşte o yüzden biz anlatmaya çalıştığımız bu yazının Türklerden başka halklara da geçtiğini düşünmekteyiz.
Türk Alfabesi dediğimiz bu yazı Türkçedeki bütün sesleri göstermesi bakımından son derece ilginç olup, sessiz harflerin kalın, ince ve nötr şekilleri söz konusudur. Bu harfler yine Türkçenin ses uyumuna göre hazırlanmıştır . Bunun yanısıra Bilge ve Köl Tigin Yazıtlarında otuzsekiz harf karşımıza çıkarken, Avrasya coğrafyasındaki diğer kitabe ve mezar taşlarını da göz önünde bulundurduğumuzda bu sayı elli kadar olur . Herhalde alfabe Kök Türk Kaganlığı çağında en son halini aldı. Bu yazı siteminde sekiz ünlü dört işaretle gösterildiği gibi, ık-kı ( ), iç-çi ( ), ok-uk-ko-ku ( ), ök-ük-kö-kü ( ) şeklinde yanına ünlü gelen sessiz harflerin mevcut olması bir tarafa nç ( ), nt ( ), ng ( ), ny ( ), lt ( ), rt ( ) benzeri iki sessiz harfi belirten işaretlere de rastlamaktayız. Dolayısı ile yirmi kadar harfin ince ve kalını mevcut iken yedi tanesi nötürdür.
Bununla birlikte Orkun’daki kitabeler hiç şüphesiz edebi bir dil ile taşlara kazınmıştı. Bir yazının edebil dil haline gelebilmesi için ise binlerce yıl geçmesi gerektiğini göz önünde bulundurduğumuzda, Türk yazısı ve edebi dilinin ne kadar köklü olduğu ortaya çıkar. Ayrıca Bizans kronikleri İstemi Yabgu’nun İskit (Türk)  harfli bir mektubunu, Arap kaynakları yine Uygur, Kırgız ve Kimekleri anlatırken onların bir alfabelerinin varlığından bahseder ki, bu herhalde Türk yazısının derinliğine işarettir. Dolayısı ile Orta Avrupa’dan Çin’e kadar bu alfabeyle yazılmış binlerce belge söz konusudur. Hatta bazan Yenisey’deki Türk alfabeli taşların Orkun’dakilerden daha eski olduğu söylenmiştir. Ancak Güney Sibirya’daki bu kalıntılar daha çok mezar kitabesi olduğundan, bunlarda çok fazla edebi üslup ve ayrıntılı tasvirlerin bulunmaması Kök Türk devlet kitabelerinden daha eski olduklarını göstermez. 
Tarihleri boyunca Türklerin kendi milli alfabeleri dışında Çin, Sogd, Arap, İbrani, Latin-Bizans vs. milletlerin yazılarını kullandıklarını da biliyoruz. Ama bunlara bazan harfler ekleyip, bazan çıkardılar. Bunun gibi Uygur Türkleri de Sogd menşeili olduğu belirtilen bir alfabeyi geliştirdiler ve kendilerinin dışındaki birtakım toplulukların da kullanmasına aracı oldular. İşte bunlardan Mogollar, Uygurlara son vermekle beraber, onların kuvvetli kültürlerinden etkilenerek Uygur yazısını aldılar. Nihayet öyle bir zaman geldi ki, Uygur katipleri ve devlet adamları bütün sivil idareyi ellerine geçirdiler. Çingiz Han’ın torunları devrinde Maveraünnehir, Horasan ve Irak’taki defterdarlar ile devlet adamlarının çoğu Uygurlar ve diğer Türklerden ibaretti. Bugün Mogol milletinin alfabesi hâlâ milli Uygur Türk yazısıdır. Ayrıca çağlarına göre muhteşem bir atılım gösterip, kitap basımında çok ileri giden Uygurların kağıtları Çinlilerinkinden farklı olup, onların değişik kağıt imal şekillerinin bulunduğu gerçektir. Bunun dışında Uygurlar 9. ve 10. yüzyıllarda Çinlilerin blok baskı ile çoğaltma tekniğinden ayrı bir baskı sanatı keşfetmişler, sert ağaçtan tek tek hareketli Uygur harfleriyle kitap basmayı ilk kez onlar başarmışlardır. Türkistan’daki çeşitli kazılar sonucunda torbalar içerisinde böyle harfler ele geçirilmiştir . Kısacası Uygur Türklerinin bu şekilde kağıt ve matbaa usullerindeki yenilikleri, insanlığın ilerlemesinin vasıtalarındandır. 
Atı çok eski çağlarda evcilleştirerek, onun üstüne binip, uçsuz-bucaksız coğrafyalara uzanan Türkler, gittikleri yerlere pek tabidir ki, alfabe ve dillerini de götürdüler. Yukarıda da değindiğimiz üzere Asya ve Avrupa’da kullanılan (Etrüsk, Roma, Germen, Got, İskandinav, Mogol vs.), hâlâ yaşayan veya ölmüş bazı yazı sistemlerinin Türk harflerinden bir kısmını aldığını düşünmekteyiz. Dolayısıyla ilmin yayılmasında bu derece önemli bir yere sahip olan Türkler, asla göz-ardı edilemez. Büyük medeniyetler ve kültürlerin temelinde de yazı bulunduğuna göre, Türkler bu açıdan oldukça şanslı bir millettir. 
Türkler, tarih boyunca çok değişik kültür ve medeniyet çevreleriyle irtibatta bulunmuştur. Özellikle girdikleri dinler ve bu inançlardan dolayı hâkim olan kültürler Türk milletinin alfabe ve sayı sistemini zaman zaman değiştirmiş  ise de; Türk yazı dilinin hususiyetleri veya gramerinde pek oynama görülmez. Komşu kültürlerden ve sosyal hayatlarında etkili olan dinleri anlatan kaynaklardan yapılan çeviriler, hatta kendi milli kültürlerinin dışındaki konularda ortaya konan muhteşem eserleri de vardır. Ama bunların hiçbirisi milletin tamamını ilgilendirmedi. Buna en güzel örnek, bir zamanlar saray ve bazı yüksek tabakalarda geçerli olan Divan Edebiyatı’dır. Bunun yanısıra onların da destanları, halk hikâyeleri, şiirleri, türküleri ve buna bağlı olarak kendilerine has edebiyatları mevcuttu. Milletin acı-tatlı hatıralarında meydana gelen destanları, halk ozanları kopuzlar ve kavallar eşliğinde günlerce söylüyorlar ; sanatçılar düğün ve eğlencelerde şiirler okuyup, tiyatrovari eserler sergiliyorlardı. Mesela Attila’nın (Ata İllig) sarayı hakkında bilgi veren Latin-Bizans kaynaklarına baktığımızda; bazı günlerde, özellikle başta Attila olmak üzere kahramanların yiğitliklerini ve kazandıkları savaşları öğen sazlı-sözlü şiirlerin, şarkıların okunduğunu; bunları dinleyenlerin büyük bir haz aldıklarını, kimilerinin o muhteşem günleri anarak, gözlerinin dolduğu veya ağladığını öğreniyoruz .
Türk göçlerinin özellikle batı yönünde olması ve buralarda mecburen farklı siyasi teşekküllerin kurulması, yeni Türk kültür çevrelerinin de ortaya çıkmasına sebep olduğu bilinen bir gerçektir. Bu durum Türk sosyal hayatına birçok yenilikler getirdiği gibi, dillerine de önemli istikametler verdi. Yazı dili ile beraber gayet normal şekilde Türk boyları arasında yaşayan konuşma dilindeki mevcut şive hususiyetleri yavaş yavaş bu yeni merkezlerin diline de girmeğe başladı. Ayrıca Türkler değişik coğrafyalarda beraber yaşamak zorunda kaldığı halklardan bazı şeyler aldığı gibi, onlara da pekçok şey kazandırdı. Farklı kültür çevrelerinin tesiriyle Türk şivelerinin ortaya çıkması üzerine bunlar ses ve morfoloji gibi hususiyetler bakımından tasnif edilmeye çalışılmıştır. Dilciler, Türk şive gruplarını coğrafi yönlere göre şu şekilde sıralamaktadırlar:
1- Güney-batı Grubu (Türkiye, Kafkasya, Azerbaycan, Kırım ve Balkanlar sahası).
2- Güney-doğu Grubu (Türkistan sahası).
3- Kuzey-batı Grubu (İdil-Ural çevresi)
4- Kuzey-doğu Grubu (Güney ve Kuzey-doğu Sibirya alanı)