CUMHURİYET’İN 100. YILINDA ATATÜRK VE MİLLÎ EĞİTİM
Türklerin tarih içerisinde kurduğu tüm devletleri birbirinin devamı olarak kabul edip; parçalanmış bir tarih anlayışı yerine bütüncül bir biçimde, uzun soluklu ve kesintisiz bir Türk tarihini kabul etmemiz gerekir. Türk tarihini kesintisiz bir çizgi olarak görmek; farklı milletlerin tarih içerisindeki varlığını Türklerin varoluşuyla açıklamayı gerektirecektir. Bu açıdan bakıldığında Türkleri diğer kavimlerden ayıran önemli bir unsur şudur ki; milletler tarih içerisinde bir figür iken Türkler tarihin kendisine yön veren asli unsur olmuşlardır. Türk tarihini bütün bir çizgi olarak ele aldığımız takdirde, Oğuz Kağan ile Alparslan’ı; Fatih Sultan Mehmet ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü de birbirinin devamı olarak okuyabilme becerisine sahip oluruz. Bu doğrultuda başarılarıyla olduğu kadar hatalarıyla tüm Türk tarihini ve Türk büyüklerini hak ettikleri ölçüde sahiplenebilme becerisi ve millî kimliği içselleştirme yetisine sahip oluruz. Cumhuriyet’imizin 100. yılıyla Ergenekon’dan çıkışı aynı millî benlikte içselleştirdiğimiz takdirde, aynı ruh ve inançla binlerce yıl sonra da başımıza gelebilecek her türlü millî belaya karşı ortak bir tavır sergileriz. Burada bahsettiğimiz temel unsur, Türk Tarihini millî bilinç ile bütüncül olarak değerlendirebilmektir. Türk tarihini bu açıdan yorumlayabilen Türk genci, aynı zamanda Türk eğitim tarihini de ya da daha geniş ifadeyle Türk’e dair olanların tamamını aynı çizgi içerisinde değerlendirebilir. Türklerin tarih içerisindeki başarılarını yalnızca askerî üstünlük bağlamında değerlendirmek, kahraman bir millet olarak bizleri her daim gururlandırmakla birlikte; kendi tarihsel potansiyelimizi ve dünya tarihine olan katkımızı minimize etmemize yol açar. Türk, yalnızca cephede savaşan değildir; insanın olduğu hemen her alanda sayısız başarısı olan, dünya tarihine faydalı hemen her alanda katkıda bulunmuş olan aziz bir milletin ismidir. Bu açıdan Türkler yüzyıllar boyunca ilim ve bilim alanında diğer milletler içerisinde başat konumda olmuştur. Özellikle Selçuklular Dönemi’nde başlayan ilmî yükseliş, Osmanlılar Dönemi’nde artarak devam etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte daha ileri seviyeye ulaşmıştır. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus süreç içerisinde daima daha iyiye doğru ilerleyen çizgi içerisinde geçmişin bakiyesiyle geleceğin kazanımlarının aynı aziz millet tarafından bütüncül şekilde anlamlandırılmış olmasıdır. Yüzyıllar boyunca göçebe bir hayat tarzını benimseyen ve bu doğrultuda başarılarının büyük bölümünü kahramanlıklarına ve savaşçı özelliklerine dayandıran Türkler, özellikle Selçuklular Dönemi’yle birlikte yerleşik hayatın içerisinde de önemli başarılara imza atmışlardır. Büyük Selçuklular Dönemi’nin ünlü veziri Nizamülmülk tarafından kurulan ve ismiyle anılan Nizamiye Medreseleri, Türk tarihi açısından olduğu kadar dünya tarihi açısından da önemli bir gelişmedir. İlki Selçukluların başkenti Nişabur’da kurulan medreseye birlikte dönemin önemli ilim adamları, bu medreselerde toplanmış, derler vermiş ve ilmî çalışmalar yapmışlardır. Nizamiye Medreselerinde oluşan ilmî atmosfer, Selçuklar, Osmanlılar ve Batı’ya yön vermiştir. Nizamiye Medreseleri yalnızca ilim alanında başarılar kaydetmekle kalmamış; devletin mevcut siyasi yönelimi doğrultusunda Türklüğün korunmasına hizmet etmiş, bilgi siyasal bir misyonu da omuzlarında taşımıştır. Selçukluların bir devlet olarak tarih sahnesinden çekilmesi ve yerine Osmanlı Devleti’nin kurulmasıyla birlikte Türkler, devlet geleneklerini ve sınırlarını daha da ileriye taşımışlardır. Özellikle İstanbul’un Fethi’yle birlikte Türkler, sadece Doğu’nun değil Batı’nın da tek hükümdarı olma noktasında Turan hedeflerine giden yolda önemli bir merhaleye ulaşmışlardır. Bu açıdan İstanbul’un Fethi, Türklerin Batı’yla olan ilişkileri açısından olduğu kadar; cihan devleti olma mefkûresinin gelişmesi bağlamında da önemli bir duraktır. Osmanlı Devleti’yle birlikte bir cihan imparatorluğuna ulaşan Türkler, eğitim alanında da dünyada en üst basamaklara ulaşmışlardır. Selçuklu medrese geleneğinden aldıkları bakiyeyi sürekli artırarak ilerleyen Osmanlılar, eğitim alanında kurdukları medreseler vasıtasıyla dönemin en önemli bilginlerini sınırlarında barındırmış; oluşan güven ve istikrar içerisinde cihanın en önemli ilim merkezi hâline gelmiştir. Osmanlı Devleti’nin askerî başarılarına eklenen ilmî üstünlüğü yüzyıllar boyunca Türkleri tarih sahnesinde rakipsiz kılmıştır. Fakat İbn-i Haldun’un tespitinde de belirttiği gibi her devlet tıpkı canlı bir organizma gibi doğar, büyür ve sonuçta yaşlanarak ölür. Osmanlı Devleti de bu makûs tarihi yaşamış ve ihtişamlı günleri yavaş yavaş azalmaya başlamıştır. 1699 Karlofça Anlaşması’yla Osmanlı Batı karşısındaki ilk büyük çaplı toprak kaybını yaşamıştır. Gerilemenin başlangıcı olarak kabul edilmesi bakımından Karlofça Anlaşması’nın önemi büyüktür. 18. yüzyıla girerken yaşanan bu olayın ardından özellikle III. Selim Dönemi’nde devletin yaşadığı sıkıntılar üzerine düşünülmeye başlanmış ve önemli bir farkındalık oluşmuştur. Burada önemli bir nokta birçok tarihçinin kabul ettiğinin aksine Osmanlı’da gerileme dönemi Karlofça Anlaşması’ndan daha önceleri başlamıştır. 17. yüzyılda doğmuş ve devlet içerisinde görev bürokratik ya da akademik görev almış Koçi Bey, Naima, Uşşakizade İbrahim Efendi gibi önemli isimler devlet içerisindeki eksiklikleri görmüş fakat yeterince etki gösterememişlerdir. Bunun şahsımca en büyük sebebi, uzun yıllar dünyayı titrermiş bir imparatorluk yönetiminin Batı karşısında geride kalabileceği düşüncesine zihnen çok uzak olmasıdır. III. Selim ile birlikte Batı karşısında art arda alınan yenilgiler neticesinde Osmanlı Devleti Batı karşısında geride kaldığını kabul etmiştir. Yüzyıllar boyunca Batı karşısında ağır bir üstünlük gösteren devlet, alınan yenilgiler sebebiyle ilk eksikliğin askerî alanda olduğu kanaatine varmış ve bu doğrultuda bir yenileşmenin ihtiyacını fark etmiştir. Bu noktada en büyük eksiklik; doğru teşhis fakat yanlış tedavidir. Osmanlı askerinin Batı karşısında aldığı yenilgilerin en önemli sebebi şüphesiz gelişen askerî tekniktir. Aslında temel sebep Osmanlı Devleti’nin yükselme döneminde elinde bulundurduğu ilmî bilgiyi, en üst noktaya ulaştığında yavaş yavaş bir kenara itmesi ve daha da önemlisi bu ilmî verinin tekniğe aktarılamamış olmasıyla alakalıdır. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulmak için giriştiği askerî yenileşme hareketleri beraberinde Batılı tarzda askerî okulların açılmasıyla hızlanmış ve ardından mevcut ilmî dünyaya uyum sağlayabilecek tarzda tüm eğitim kurumlarının dönüşümünü beraberinde getirtmiştir. Fakat geç kalınan farkındalık ve yavaş ilerleyen çözüm arayışları Osmanlı Devleti’nin iki asır içerisinde daha da güçsüzleşmesine sebep olmuş ve Osmanlı Devleti yıkılmıştır. Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının başlattığı Millî Mücadele yıllarının ardından Türkler, yeni devletlerini yani Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Asırlar boyunca özgürlüklerinden asla taviz vermeyen Türkler, tarih sahnesindeki varoluşlarını kendi adlarıyla kurdukları gen Türkiye’de devam ettirmişlerdir. Uzun soluklu ve zor geçen yüzyılların ardından genç Türkiye’nin ve tabii ki kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önünde sancılı bir dönem başlamıştır. Bu doğrultuda unutulmaması gereken önemli bir husus, yazımızın başında da belirttiğimiz üzere Türk tarihini kurdukları farklı devletler açısından bireysel olmaktan öte; bütüncül bir gözle okumak önemlidir. Günümüzde birçok tarihçinin belirttiği üzere Atatürk’ü hem Osmanlı subayı hem de Türkiye’nin kurucusu olması bakımından değerlendirmek zannımca oldukça eksik bir tanımlamadır. Atatürk ne Osmanlı ne de Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına sığdırılabilecek bir şahsiyet değildir; tıpkı diğer Türk büyükleri gibi. Atatürk’ü, Mete Han’ı, Alparslan’ı, Fatih Sultan Mehmet’i ya da diğer bütün Türk büyüklerini bir devlet çatısı altında sınırlandırmak Türk tarihinin parçalanmasına yol açacaktır. Türk tarihini, bütüncül bakış açısından koparmak isteyenler açısından Atatürk, Osmanlı karşıtı olacağı gibi; tüm Türk büyükleri de kendilerinden sonra kurulacak olan yeni Türk devletlerinin düşmanı olarak görülecektir. Unutulmamalıdır ki Tük, her dönemde Türk’tür. Türk’ün en büyük amacı ise tüm Türklerin bağımsız, özgür ve en müreffeh seviyede yaşamasıdır. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte yaklaşık iki asırdır devam eden fakat yavaş ilerleyen eğitimde yenileşme ve çağdaş ilim anlayışını tatbik etme hususunda Atatürk’ün oldukça isabetli kararlar aldığı aşikârdır. İlk olarak belirtmekte fayda var ki, Osmanlı Devleti zamanında başlatılan ıslahatlar neticesinde mevcut ilmi ve bürokratik kadro maalesef yeniliklere ayak uyduramamıştır. Bu eksiği kapatabilmenin tek yolu olarak Osmanlı yönetimi gerek askerî alanda gerekse akademik alanda yabancılardan faydalanma yoluna gitmiştir. Özellikle Osmanlı tebaası içerisindeki Rumlar yenileşme hareketleri içerisinde etkin rol oynamış; onların yetersiz kaldığı noktalarda ise yabancı devletlerden askeri ve bürokratik anlamda destek alınmıştır. Bu noktada Atatürk, millî eğitim ve millî tarihe önem vererek mevcut yerli okulların çağdaş uygarlık seviyesine çıkarılmasına önem vererek, yabancı unsurların elinde bulunan eğitimi millileştirme çabasına girişmiştir. Bu açıdan bakıldığında Atatürk gerek eğitim alanında gerekse tarih alanında millî hassasiyetleriyle hareket etmiş ve en önemli mürşidini Türklük bilinci olarak görmüştür. Cumhuriyet Dönemi’yle birlikte eğitimde yapılan yenilikler, yabancı okulları ve azınlık okullarına daha önce başlatılan fakat başarıya ulaşılamayan- gerekli düzenlemelerle birlikte eğitimde millîleşme süreci hızlandırılmıştır. Atatürk millî eğitimi tek bir unsur olarak görmemiş; millî tarih ve Türk diline verdiği önemle bütüncül bir yapıda ele almıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Cumhuriyet ve Atatürk ile birlikte eğitimde millileşme çalışmaları hız kazanmıştır. Bu vesileyle 100. yılını kutladığımız Cumhuriyet’in kurucusu Başbuğ Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere canları Türklük için vermiş olan tüm şehit ve gazilerimizi minnetle anıyorum.