Türk kelimesinin ilk yazılı metinlerimizdeki anlamı belirgin değildir. Farklı kavramları karşılayacak biçimde kullanılan bu sözün, zamanla töre ve kanun sahibi anlamlarını da yüklenerek Türkçe konuşan toplulukların genel adı durumuna geldiği söylenebilir. Yani kelimenin anlam çerçevesinde töre/hukuk ve dil birliği söz konusudur. Bilindiği üzere hukuk; devletin, dil ise milletin varlık kaynağı ve süreklilik şartıdır.
Türk tarihini, Türk birliği açısından değerlendirdiğimizde karşımıza çıkacak durum şudur: Eski devirlerde doğrudan doğruya Türk birliğini amaç edinen bir devlet anlayışının varlığından söz etmek çok da mümkün değildir, ancak Hunlardan itibaren bir “cihan hâkimiyeti” düşüncesinin varlığından söz edilmektedir.
Türkler, izlenebilen zamanlardan bugüne sınırları belli bir coğrafyada değil, sürekli hareket hâlinde ve oldukça geniş bir coğrafyada yaşamış bir millettir. Yani Türklerden bütün olarak bahsedilecekse ilk husus, derin bir tarih ile geniş bir coğrafyanın söz konusu olmasıdır. Bu iki durum; Türklerin bütünüyle ilgili olarak yapılacak her türlü çalışmanın en önemli zorluğudur. Bu zorluklardan dolayı Türklük bilimi çalışmaları da henüz istenilen düzeye ulaşamamıştır.
Tarih bize zaman zaman Türk birliğinin büyük oranda gerçekleşme imkânı bulduğunu gösterir, ancak bu gerçekleşmelerde amaç Türk birliği midir, yoksa hanedanların hâkimiyet düşüncesi midir? Bu soru herhâlde ağırlıklı olarak hâkimiyetle ilgili olarak cevap bulacaktır. Bu sorunun cevabı ne olursa olsun, gerçekleşen durumun millete yansıması; genel olarak bir hâkim olma ve büyüklük duygusu olmuştur. Yani bu düşünce millete geniş bir ufuk açmıştır. Milletin zihnine yerleşen bu duygu; yetenekli devlet adamları elinde adaletli/tüz bir yönetimle birleşince büyük devletlerin kurulması sonucu doğmuştur ve bu da karşılıklı bir beslenmeye yol açmıştır. Yani devletin büyüklüğü zihinleri beslemiş, zihinlerdeki duygu ise hep büyük devlet ister olmuştur. Sıradan insanların zihninde hep büyük devletin ya da hükmedilen değil de hükmeden bir devletin yurttaşı olma tasavvuru olagelmiştir. Büyük devleti; ufku geniş, bilgiyle beslenen amaçlara sahip, tarihî hafızası dolu, geleneklerini göz ardı etmeyen ancak geleceği yönetme düşüncesine sahip milletler kurabilirler. Türk milletinin büyük kitlesinde bu sayılanlar bakımından bir sorun olmamakla birlikte aydınlarda zaman zaman bir uyumsuzluk gözlenebilmiştir. Komşu kültürlerle ilişkilerde Türk aydınının büyük çoğunluğunu edilgen bir pozisyonda görmekteyiz. Başlangıçta “Bize bir şey olmaz.” diye bir tavır sergileyen aydınlar, durumu fark ettikten sonra ise “Bizden bir şey olmaz.” havasına hemen kapılıvermektedirler. Bu duyguya karşı mücadele edip eserler bırakan aydınlarımız ise ölümsüzleşmektedirler.
Pek çok bilginin belirttiği gibi devletler kuruluş aşamasında belirli bir soya aittir, ancak devlet genişleyip geliştikçe farklı soylara mensup insanlarla da muhatap olmaya başlarlar. Devleti kuranların geleneğinde farklılıkları hazmetme ve onları bir arada barındırma yetenek ve alışkanlığı varsa genişlemeler daha rahat ve az sorunlu olur. Eğer bu yetenek ve alışkanlık yoksa farklılıklar her an ciddi sorunlar çıkarıp devleti sarsma potansiyeline sahiptirler. Böyle durumlarda devletler iki yoldan birini seçmektedirler. Birinci yol; farklılıkları yok etmek için kaba, yerine göre kan dökücü bir benzeştirme (asimilasyon) politikası gütme, ikinci yol ise; çağımızın tabiriyle, demokrat bir tavır sergileyip farklılıkların üzerine gitmeden yaşamalarına izin verme. İkinci yolu seçen devletlerde zaman geçtikçe kendiliğinden bir benzeşmenin yaşandığına tanık olunur. Yani birinci yolla kısa zaman içerisinde ve zorla elde edilmek istenilen sonuç, ikinci yolu seçerek uzun zamanda fakat kendiliğinden ve sorunsuz olabilir. Bu iki seçeneğin örneklerini günümüz dünyasında da görmekteyiz.
Türk milletinin büyük devlet oluşturma yeteneği değerlendirildiğinde tarihin bize sunduğu manzara şöyledir: Türkler, son iki bin yıllık insanlık tarihinin en etkili kavmidir. Bu etkin olmanın yalnız savaşla, savaşçılıkla izahı mümkün olamaz. Savaşçılığın payı göz ardı edilemese de asıl etken olarak teşkilatçılığı ve farklılıkları bir arada yaşatabilme yeteneğini kabul etmek gerekir. Bu yeteneğe sahip olan milletler, büyük devlet kurma başarısını gösterirler.
Pek çok kavim gibi Türkler de oklar/boylar hâlinde bölünmüşler, bu oklar zaman zaman bir araya gelerek güçlü birlikler oluşturmuş ve büyük devletler kurmuşlardır. Tarihte kurulan bu büyük devletler, geniş bir coğrafyaya dağılan Türklerin büyük bir çoğunluğunu, seyrek de olsa bir devlet çatısı altında toplayabilmişlerdir. Bozkır insanının boyun eğmeyen karakteri ve dik başlı tavrına rağmen gerçekleşen bu siyasi birlikler; devlet teşkilatındaki herhangi bir zaaf anında tekrar dağılmıştır. Türk devletlerinin çöküş süreçleri incelendiğinde karşılaşılan durum ise çökme ve yıkılmanın genellikle iç sebeplerden kaynaklandığıdır. Yani Türk tarihini büyük oranda Türklerin birbirleriyle mücadelelerinin tarihi olarak tanımlamak çok da abartılı olmayacaktır. Bu mücadeleler, bir yandan devletin yıkılması gibi bir sonuç doğururken diğer yandan da toplumun sürekli canlı olmasının da sebebi olmuştur. Osmanlı’yı bu genel durumun dışında değerlendirmek gerekir. Bu söylenenlerden anlaşılacağı üzere Türk birliğinin önündeki birinci engel, Türk’ün bizzat kendisidir. Bu, tarihî kökleri çok eski devirlere giden bir tarihî gerçektir.
Yukarıda belirtildiği üzere oklar ya da boylar tabir edilecek biçimde bir teşkilat yapılanmasına sahip olan Türklerin, bozkır insanına has olan dik başlılık karakteri de devreye girince, hâkim iradeye isyan etmek bir kıvılcıma kalmakta ve bu pek sık vücuda gelmektedir. Selçukluları zayıflatıp çöküşe götüren bu durumu iyi kavrayan Osmanlı, pek çok insanın kanını dökmeyi göze alarak devleti uzun süre yaşatabilmenin sırrını çözmüş ve boyları dağıtma esasına dayalı bir iskân politikası izlemiştir. Bu yüzden de Osmanlının yıkılma sebebi diğer Türk devletlerine göre farklıdır.
Siyasi bakımdan belki de bütün Türk tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden biri olan on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başları, Türk birliği düşüncesi bakımından son derece bereketli ve canlı bir dönemdir. Bu dönemde Türk dünyasının hemen her yerinde kültürel anlamda ciddi bir canlılık görülür. Bütün dünyayı etkileyecek büyük olayların arifesine rastlayan bu dönemde siyasi olarak yeterince güçlü olunmadığı için istenen sonuçlar elde edilememiş, hatta eskiyi aratır zamanlar yaşanmıştır.
Bugünden geriye bakarak yirminci yüzyıl başlarını değerlendirdiğimizde manzara şöyledir: Askerî ve siyasi açıdan bütün Türk ülkeleri yoğun bir saldırı altındadır ve bu saldırıların sonucunda Türk dünyasının hemen her yerinde büyük katliamlar yaşanmış, aydınlar tam bir kırıma uğratılmış, toplu sürgünler ve ölümler görülmüştür. Bilim açısından; Türklük bilimi, dünyada en çok ilgi gören bilim dallarından biridir. Yapılan araştırma ve çalışmaların sonuçları Türk aydınlarına heyecan ve yön verecek bulgular içermektedir. Türk dünyasının hemen her yerinde oldukça mücadeleci ve topluma yön verme yeteneğine sahip, iyi eğitim almış, doğuyu ve Batı’yı tanıyan, güçlü bir aydın tipi doğmuş ve bunlar, tabiri caizse uyumakta olan bir toplumu uyandırmışlar ve ona bağımsızlık ruhu ve heyecanı aşılamışlardır. Bu ruh, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlamış, yeterli ve gerekli hazırlığı olmayan Türk coğrafyalarında ise benzer sonucu doğuramamış, ancak gönüllerde bağımsızlık ve birlik duygusunun yerleşip kökleşmesini sağlamıştır.
Her biri çok iyi yetişmiş, dünyada olup bitenleri izleyip yorumlama yeteneğine sahip olan bu aydınların hayatlarını hiçe sayarcasına yapmış oldukları fedakârca mücadeleler, Türk ülkelerinin hiçbirinde henüz yeterince değerlendirilememiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş harcını karan bu aydınlar ve yaptıkları büyük mücadele, ne yazık ki, pek anılmaz olmuştur. Millî hafızanın zayıflığı bu konuda da hükmünü icra etmiştir. Türk aydınındaki hafıza zayıflığı Türkçenin ilk metinlerinden itibaren dikkat çekilen bir durumdur. Aydın zaafı olarak niteleyebileceğimiz bu durum, zaman zaman oldukça kötü sonuçlar doğurmuş, ancak milletteki yaşama ve yeniden kurma yeteneği ile her sıkışık zamanda ortaya çıkan kurucu irade sayesinde tehlikelerin önüne geçilmiştir. Burada Türk birliğinin iç engellerinden birincisi olarak bu zaaf hâlini söylemek hiç de yanlış olmayacaktır.
Bu devir aydınlarının hemen hepsi eğitim ve dil üzerinde çokça durmuşlar ve düşledikleri Türk birliğinin öncelikle birbirini anlamaktan geçtiğini ortaya koymuşlar, bütün imkânlarını zorlayarak ortak bir edebî dil oluşturmaya gayret etmişlerdir. Devrin basınına yansıyan tartışmalara bakıldığında bir kısım aydınların bu meselede karşı tarafta yer aldıkları ve Türkçü aydınlara karşı çok ciddi bir muhalefet yaptıkları görülür. Ortak edebî dil ya da dilin sadeleşmesi arzusuna karşı çıkan aydınlar yalnız Osmanlı coğrafyasında değil, diğer Türk ülkelerinde de görülür, ancak en şiddetli tartışmalar Osmanlı aydınları arasında yaşanır.
Dil meselesinde ortak edebi dil ya da dilde sadeleşme yanlısı olanlar da, bu meselenin karşısında olanlar da konunu yalnızca bir dil meselesi olmadığını, dilin, bütün bir düşünce sisteminin başlangıç aşaması olduğunun farkındadır. Burada milletler çağı olarak kabul edilen yirminci yüzyılda milleti esas alanlarla, daha eski bir anlayış olan ümmeti esas alanların mücadelesi söz konusudur. Osmanlı hâkimiyetindeki Türk olmayan Müslüman milletlerin de diğer unsurlar gibi bağımsızlık peşine düşmeleri, millet merkezli düşünenlerin haklılığının kanıtı olmuştur.
Türk birliği düşüncesinin birinci karşıtı, Türk’ün millî hafızasının zayıflığı ise; bir diğeri de aydınların kuruluştan sonra kısa sürede doygunluk psikolojisine kapılmaları ve bütün hedeflere ulaşılmış gibi bir havaya girmeleridir. Türk aydını, devletin desteği ve yönlendirmesi olmadığı takdirde önüne uzak hedefler koyma gereğini çok duymamakta, hatta eğer millet geleceğiyle ilgili uzun vadeli amaçları dillendirenler varsa büyük çoğunluk bunlara karşı olmaktadır. Bu durum, bütün olarak Türk milletinin devlet anlayışı ile ilgili düşünülmelidir. Devletin bir kısım uygulamalarıyla mücadele edenler bile farkında olmadan bu anlayışın etkisinde davranırlar ve devletin uzak durmayı tercih ettiği uygulamalardan ve fikirlerden uzak dururlar, hatta bu fikirleri tehlikeli görürler. Rahatlarının kaçmaması gibi çok basit gerekçeleri olanlar da uzun vadeli amaçlardan rahatsız olurlar. Çünkü artık amaca ulaşılmıştır ve yeni maceralar(!) aramaya gerek yoktur. Hâlbuki “Kızıl Elma” bir Türk idealidir ve tarihteki Türk devletleri yapabildiklerince bunu izlemişlerdir. Bu idealin unutulması veya unutturulması ise konunun bir başka yönüdür. Türkiye Cumhuriyeti’nin, bilhassa Atatürk’ün ölümünden sonra, uyguladığı eğitim politikaları, bu idealin unutturulması ve bunun yerine başka düşüncelerin yerleştirilmesi üzerine bina edilmiştir. Nitekim bu ülkede Türkiye dışında da Türklerin varlığından söz edilmesi devletin uygulamalarıyla suç gibi algılanır olmuş ve bu konuyu gündeme taşımaya çalışanlar sürekli “ırkçı, kafatasçı” iftiralarıyla hem devlet, hem İslamcı, hem sosyalist, hem de liberal aydınlar tarafından horlanmışlardır. 1990 yılında Sovyetler Birliği dağılınca bunun sonuçları acı bir biçimde görülmüş ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti son derece şaşkın bir tavır sergilemiştir. Atatürk’ün uyarısına rağmen “o gün”e hazırlanılmamış, konuyla ilgili herhangi bir kurum oluşturulmamıştır. Türk milliyetçisi aydınların son derece kısıtlı imkânlarla yürütmeye çalıştıkları faaliyetler olmuşsa da yetersiz kalmıştır. Türk birliği düşüncesinin gelişememesinin önemli sebeplerinde biri olarak devletin böyle bir endişesinin olmamasını ve eğitim sisteminin bu konuya bütünüyle ilgisiz kalmasını gösterebiliriz.
Türk milliyetçiliği düşüncesinin Türkiye Cumhuriyeti’ndeki macerasını inceleyecek olursak karşımıza şöyle bir manzara çıkacaktır: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda çok ciddi katkısı olan Türk Ocakları 1930’lu yıllarda kapatılmıştır. Aynı işlevi görmek üzere başka kurumlar oluşturulmuşsa da hiçbiri Türk Ocaklarının işlevini icra edememiştir.1944’te yaşananlar herkesçe bilinmektedir. 1951 yılında Milliyetçiler Derneği kapatılmıştır. 1960’ta ihtilali yapanlar içerisindeki 14’ler olarak tarihe geçen milliyetçi kanat tasfiye edilmiştir. 1980 yılındaki ihtilalde de Türk milliyetçileri devlet eliyle çok büyük bir zulme uğratılmışlardır. 1990’lı yıllarda Türk milliyetçiliği Millî Güvenlik Kurulu kararıyla devlet için tehdit olarak ilan edilmiştir. Son yıllarda ise Türk ve Türkiye Cumhuriyeti ibarelerine bile tahammül edilemediği değişik uygulamalarla karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca “Bütün milliyetçilikleri ayaklarımın altına alıyorum.” sözü öyle rastgele söylenmiş bir söz değil, dini çağrışımları da olan ve milliyetçiliği “put” olarak değerlendiren, Hz. İbrahim’in veya Hz. Peygamber’in putları kırmasına yapılan bir göndermedir. Bu zihin yapısına göre milliyetçilik, Cahiliye Dönemi putlarındandır ve tapılan putlar gibi parçalanıp ayaklar altına alınması gerekmektedir. Bu sayılanlar bizde devletin milliyetçiliğe bakışını göstermek bakımından yeterli kanaati oluşturacaktır. Tabiri caizse milliyetçilik yasaklı bir düşünce, milliyetçiler ise tehlike saçan insanlar derecesine indirilmiştir. Milliyetçilerin konumu böyle olunca onların uzak hedefi olan Türk birliği de devlet adamları nezdinde dillendirilmesi bile tehlikeli sayılan bir düşünce olmuştur.
Türkiye dışındaki Türk ülkelerinde, daha doğru bir deyişle, eski Sovyet coğrafyasındaki Türk topluluklarında 1930’lu yıllarda yaşanan “Kızıl Kırgın” bir milliyetçi aydın kırımıdır ve Türkler üzerindeki her türlü olumsuz etkisi kolay atlatılacak gibi değildir. Gidip geri gelmeyen aydınların hikâyelerini dinleyerek yetişen insanların açıkça o aydınlar gibi davranmaları, onların düşüncelerine sahip çıkmaları beklenemezdi. Sovyet coğrafyasında kanun nezdinde de büyük bir suç olan milliyetçilik düşüncesi, yerini sürekli teşvik edilen kabileciliğe bırakmış ve birleştirici milliyet duygusu yerine ayrıştırmacı kabilecilik hâkim olmuştur.
Türk birliği düşüncesinin Türkiye’deki dikkate alınması ve üzerinde durulması gereken bir grup karşıtı da ümmet esaslı düşünen aydınlardır. Bu kitle bugün de varlığını devam ettirmekte ve bu düşünce akımının siyasi kanadı şu anda devleti yönetmektedir.
Konulara ümmet esaslı bakanlar; İslam dininin milliyetçiliği yasakladığını düşündükleri için din meselesinde, kendisini Türk milliyetçisi olarak vasıflandıranlara hep şüpheyle yaklaşmışlar ve bazen da onları dinsizlikle itham ederek tekfir etmişlerdir. Hâlbuki Türk milliyetçiliğinin önderlerinin hemen tamamı samimi birer Müslüman olarak dine karşı daima hürmetkâr bir tavır sergilemişlerdir. Hüseyinzade Ali Bey’in şu satırlara yansıyan düşünce ve görüşleri, esasen Türk milliyetçilerinin ortak görüşü niteliğindedir:
“Müslümanlar ve bilhassa Türkler, her nerede olursa olsun, ister Osmanlıda, ister Türkistan’da, ister Baykal Gölü’nün etrafında ya Karakum civarında olsun yekdiğerlerini tanıyacak, sevecek, Sünnilik, Şiilik ve daha bilmem nelik namlarıyla taassub-ı mezhebiyi azaltıp Kur’an-ı Kerim’i anlatmaya gayret edecek, esas-ı din Kur’an olduğunu bilecek olurlarsa elvermez mi? Çünkü gerek dince gerek kavmiyetçe birdirler, müttehittirler (Bayat-1998, s.303).
Konuya ümmet merkezli bakanların öteden beri çok takıldıkları meselelerden biri, Türkçülük akımının önder aydınlarının pek çoğunun Türk olmadıkları iddiasıdır. Dinin esas olduğunu, milletin bir önemi olmadığını her fırsatta dillendirmekten geri durmayanlar tuhaf bir biçimde gazete ve dergilerinde sürekli Türkçü aydınların Türklüğü üzerinde durmuşlar ve tabiri caizse bir nevi ırkçılık yapmışlardır. Bugün de sıkça karşılaştığımız bu duruma; Ömer Seyfettin’in aşağıdaki cevabı dikkat çekicidir:
“Sebilürreşad Mecmuası İdarehanesine
Muhterem Efendim,
375 numaralı nüshanızda bana ‘Çerkez’ diyorsunuz. Ben milliyeti ‘ırk’ diye anlamam. Milliyet ‘din, lisan, ırk’ birliğidir. Bununla beraber ‘Çerkez’ değilim. Pederim Sarıyer’de Hüseyinağa Mahallesi’nde 38 numaralı hanede mukim piyade binbaşılığından mütekait Ömer Şevki Efendi’dir. Kendisi bir kelime Çerkezce bilmez, Kafkasyalı bir Türk’tür. Gidip bizzat tahkikat yaparsınız. İstanbullu olan annem de meşhur Haseki Mustafa’nın torunudur.”
24 Teşrin-i evvel 1918
Ömer Seyfettin
Sebilürreşad, s.376, 31 Teşrin-i evvel 1334/31 Ekim 1918 (Argunşah-2000).
Devrin önemli aydınlarından biri ile ilgili olarak hiç araştırmadan böyle bir yayın yapmak hasmane, hatta düşmanca bir tavrın ürünüdür. Bir insan elbette Çerkez ya da başka herhangi bir kavimden olabilir, ancak bu durumu kendi düşüncelerinin haklılığını göstermek üzere kullanmaya kalkmak Türkiye’de öteden beri sık rastlanan bir durumdur, bunu yapanlara da İslamcı ya da başka bir şey değil ancak ırkçı denir.
Türkçü düşünürlerin hemen hiçbiri İslam diniyle ilgili olumsuz bir görüş veya İslam dinine karşı saygısız bir tavır ortaya koymadıkları hâlde, İslam dinini ideoloji seviyesine indiren ve kendilerini İslamcı olarak takdim edenler öteden beri Türkçüleri İslam aleyhtarı, hatta daha ileri giderek dinsiz göstermeye çalışmışlardır. Ömer Seyfettin’in maruz kaldığı saldırıya; yalnızca Diyarbakırlı olduklarından dolayı Ziya Gökalp ve Süleyman Nazif de uğramıştır. Ancak bu tür saldırıları yapanlar; bugün bile, dedesinin mezarı Diyarbakır’ın merkez mezarlıklarında bulunan 40-50 yaş üzeri Kürt’ün çok nadir olacağından haberdar değillerdir(!) Ayrıca bu tür saldırılara uğrayan aydınlar, çeşitli vesilelerle Türk olduklarını beyan etmişlerdir. Böyle bir konuda elbette kişilerin kendi beyanlarına itibar edilmelidir, ancak dini ideoloji hâline getirenler ve kökeni şüpheli birtakım düşüncelerini dine söyletmeye çalışanlar bu beyanları hiç dikkate almadan aynı türküyü hep söyleye gelmişlerdir.
Türk birliğine karşı olan ve baştan beri oldukça ciddi bir muhalefet yapan grup; yukarıda anlatılmaya çalışılan İslamcı(!) okuryazar takımıdır. Bunlar, Türklerin en az bin yıldır İslam için sebil ettikleri kanı anma gereği duymaz ve zaman zaman din adına açıkça Türk düşmanlığı yaparlar.
Yirminci yüzyılın başlarından itibaren Türkler arasında görülmeye başlanan sosyalistlerin de büyük bir kısmı Türk birliğine karşı bir tavır ortaya koymuşlardır. Burada, sosyalist bir Turan Devleti kurma düşüncesi uğrunda mücadele eden Sultan Galiyev ile onun izinden giden aydın Türk sosyalistlerini hatırlamak ve bir yana koymak gerekir. 1917 Sovyet İhtilali’ne çok ciddi katkısı olan bu harekete ilk darbe; Molla Nur Vahit’i Menşevik ordularıyla yapılan savaşta bile bile ölüme terk etmek suretiyle Stalin tarafından vurulmuş, daha sonra Sultan Galiyev ile Turar Rıskulov’un da ortadan kaldırılmasıyla Türkçü sosyalist hareket oldukça cılız bir seviyeye inmiştir. Bu ekibin Türkiye kanadı diyebileceğimiz Mustafa Suphi ve arkadaşlarının ölümü ise Türkiye solunun hemen bütünüyle dışa bağımlı olması sonucunu doğurmuştur. Sultan Galiyev’in az da olsa Türkiye’de de takipçileri olmuş, ancak bunlar Türk solu içerisinde hiçbir zaman güçlü ve etkin bir konum kazanamamışlardır.
Yirminci yüzyılın başlarında Türkiye’deki önemli fikir akımları “Türkçülük, İslamcılık (Osmanlıcılık), Batıcılık” olarak sayılmaktadır. Kökü Osmanlının gerileme dönemlerine uzanan Batıcılık akımı, o günden bugüne güçlenerek devam etmiş ve gerek eğitim yönüyle gerek ekonomik düzey bakımından toplumun diğer kesimlerine göre daha yüksek kişi ve kurumları da içinde toplayarak âdeta devletin temel politikalarının belirleyicisi olmuştur. Yirminci yüzyıl başlarında eğitilmiş insan üstünlüğü açık ara Türkçülerde idi ancak ne yazık ki zaman içerisinde Türkçüler bu konumlarını kaybettiler. Dolayısıyla bu akımın dayanmış olduğu taban, önemli ölçüde değişti, şehirlilikten kasabalılığa kaydı. Kasabanın toplum hayatındaki etkisi ise hiçbir zaman şehir kadar olamayacaktır. Batıcılar esasen liberaller ve masonları da içeren bir ittifaktır. Devlet yönetiminde her zaman çok etkili olan Batıcılar da Türk birliği düşüncesinin başta gelen karşıtlarındandır.
Türk birliği düşüncesinin Türkler içerisindeki önde gelen engellerinden bir başkası da mezhep ve din farklılıklarıdır ki bu konu ancak yukarıda alıntılanan Hüseyinzade Ali Bey’in düşüncelerinin uygulanmasıyla bir çözüme kavuşabilir.
Kabilecilik veya benzeri parçalayıcı anlayışın pek çok Türk toplumunda devam etmesi Türk birliği düşüncesini gerçekleştirmek isteyen aydınların çözümlemesi gereken sorunlardan bir başkasıdır. Bu konu, üzerinde çok durulması, tartışılması, zihin yorulması gereken hususlardandır. Türkiye’nin kan dökerek Rum baskısından kurtardığı Kıbrıs Türk halkındaki Türkiye aleyhtarlığının sebepleri üzerinde bile yeterince durulmamıştır. Böyle bir konu gündeme geldiğinde derhâl suçlayıcı tavırlarla meseleyi basitçe izah yoluna gitmenin sorunu çözmek yerine derinleştireceğini kavrayıp ona göre bir tavır geliştirmek gerekmektedir.
Argunşah, Hülya (2000); Ömer Seyfettin Bütün Eserleri, Şiirler-Mensur Şiirler-Hatıralar-Mektuplar, İstanbul Dergâh Yayınları.
Bayat, Ali Haydar (1998); Hüseyinzade Ali Bey, Ankara Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayını.