Pek çok sosyal bilimci millet tanımı yaptı ve yapmaya da devam etmekte. Bu yazının amacı bu tanımlar üzerinde durmak değil, daha ziyade Türk aydınları, aydınların milliyetçilik karşısında takınmış olduğu tavır ve Türk milliyetçiliği ile ilgili bazı konular üzerinde durmak, birtakım düşünceler ortaya koyup tartışılmasını talep etmektir.
Halkları tarihte yaşanılan ortak hatıraların, bu hatıraların kuşaktan kuşağa nakledilmesini sağlayan ortak dillerin, bu hatıraların yaşandığı coğrafyaların, hatıralarla coğrafyanın birlikte yoğurarak oluşturduğu davranış ve duyuş biçimlerinin, kısaca ortak kültürün millet seviyesine yükselttiği bilinen ve tekrar edilegelen bir husustur.
Milliyet duygusunun bir yanı yaratılışla ilgiliyken önemli bir yanı da insanın idrak seviyesi yükseldikçe ve ortaklıklar konusundaki bilinçlenme geliştikçe oluşan ve olgunlaşarak bir tefekkür konusu durumuna ulaşan duygu birikmesiyle ilgilidir. Bu duygunun yaratılışla ilgili olan yanında kişinin herhangi bir müdahalesi söz konusu olamaz. İnsan olağan hâliyle bir aile içine doğar ve doğuştan itibaren mensubiyet hissi gelişir, kimlik belgesi, okul kaydı vb. kayıtlarla vatandaşlık mensubiyet sağlanır ve aileden, sokaktan, okuldan edinilenlerle de duygu mensubiyeti oluşarak geniş anlamıyla “kimlik” edinilmiş olur.
Kişinin biyolojik yani genlerle ilgili ilişkilerinin fizik özelliklerinde, sağlığında, hatta bir kısım duygularının dışavurumunda etkili olduğu pek çok araştırmayla ortaya konmuştur, ancak kişinin “insan varlığı”nı içine doğup büyüdüğü kültür ortamı belirleyip belirginleştirmektedir. Bir kişinin farklı bir etnik mensubiyeti olabilir, ancak kendini içine doğduğu ve içinde büyüdüğü kültürel mensubiyete göre tanımlaması şaşılacak ya da abes görülecek bir durum değil, aksine sık karşılaşılan bir şeydir. Çünkü insanın dili beyninin emrindedir ve beyninin ürettiklerini söz dünyasına aktarma aracıdır. Bir insanın kimliğine de hareket ve sözleriyle karar verilir. Hareketler de sözler de beynin üretimidir. Beyin ise kültürel beslenme kaynaklarıyla uyumlu çalışır ve o kaynaklara uygun aktarmalarda bulunur. Yani bir kişinin kültürel aidiyetini, daha açık bir deyişle kim olduğunu belirginleştiren, onun beynini besleyen duyup dinlediği, okuduğu, etkilendiği kültür unsurlarıdır. Bu durumu biraz özelleştirerek şöyle örneklendirebiliriz: Milliyet duygusunun ve din hassasiyetinin etkili olduğu bir ev içine doğan ve mesela milletinin tarihî kahramanlıklarına dair hikâyeleri, dinî hikâyeleri, tarihî olayları, milletiyle ilgili başarı hikâyelerini, milletinin rol-model tabir edilen büyük kişiliklerinin hayatlarını, milletinin sazlarını ve millî müziğini doğal ortamında dinleyen, bu sayılanlardan zevk alma seviyesine ulaşan, devam ettiği okullarda ailede görüp dinledikleriyle çatışan değil de onları destekleyen ve bilgi dağarcığını disipline bağlayarak daha da geliştirip zenginleştiren bir eğitim alan kişi, ideolojik olarak kendini nasıl tanımlarsa tanımlasın bütün hayatını “milliyetçi” olarak yaşayacaktır ve bir milliyetçinin davranışlarını sergileyecektir. Bir de ülkemizde çok sık olmasa da görülen ve yukarıda söylenenlerin tam tersi diyebileceğimiz durumu düşünelim: Bir kişi Türk anne ve babadan olmuş, ancak evinde Türk’e ve Türklüğe dair hiçbir şey yok, dinle ilgili herhangi bir sohbetten bile söz etmek mümkün değil, anne ve baba çocukla iletişimini başka bir dille sağlıyor, eğitim için yabancı okullar tercih ediliyor, örnek alınacak kahraman olarak Türk olmayanlar, belki de Türk düşmanları gösteriliyor, Türk sanatı ve müziği bütünüyle yasaklı, bir Türk sanatının olma ihtimali bile çok rahatsız edici bir düşünce olarak algılanıyor. Böyle yetiştirilen insan, doğal olarak kendini bu ülkeye ve millete mensup hissetmeyecek, bu ülkede yaşıyor olmaktan büyük bir rahatsızlık duyacak ve eline geçen ilk fırsatta özlemini duyduğu ve mutlu olacağını düşündüğü yere göç etmeyi arzulayıp bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır. Bu tip insanlar sayı olarak belki de çok fazla değil, ancak ülke yönetimindeki ve sosyal hayattaki etkileri sayılarıyla kıyaslanamayacak ölçüde yüksektir. Mankurtlaşma diye niteleyebileceğimiz bu durum, çoğunluğun sandığı gibi son devirlerle ilgili değil, belgelerle izlenen Türk tarihinin ve kültür hayatının hemen her döneminde ve her Türk coğrafyasında karşılaşılan ve sürekli ciddi sorunlara yol açmış olan bir vakıadır. Beslenme kaynaklarının farklılığı bakımından ortaya çıkan bir başka insan tipimiz de kendini din ile tanımlayan ve dinin millet gerçeğini kabul etmediğine inanan kişilerdir. Değişik bir biçimde mankurtlaşan bu tiplerin bir kısmı başka bir etnik kimlik mensubudur ve kendi mensubiyetlerine sıkı sıkı sarılırken aynı şeyi Türk’e yasak görmeyi tutarsızlık olarak düşünmezler. Bunların beslenme kaynakları genellikle bin yıldan fazla bir zaman içerisinde bir dinin ötesine geçmiş ve bütün hayatı kuşatmış olan Türk Müslümanlığı, İmam-ı Azam anlayışı, İmam Maturidi akaidi değil, son zamanların zihnî kargaşa yaşayan ve eserlerini salt bir din duygusunun ötesinde birtakım tepkilerle ortaya koymuş ya da birtakım merkezlerce özel olarak yetiştirilmiş bazı Arap ve Acem düşünce adamları olmuştur. Bu kişilerin çoğu millet kavramına yabancıdır ve daha üst bir kavram olarak düşündükleri ümmet mensubiyetine ait olduklarını iddia ederler, kendilerini bu ülkeye ve bu millete mensup hissetmezler, esasen milleti küçümserler ve onu kendi anlayışlarına göre “Müslümanlaştırmaya” çalışırlar, meselelerimize bir yabancı mantığıyla ve uzaktan bakarlar, tabiri caizse bazen bir Batılı Şarkiyatçı ile farksız olabilirler. Milliyetçilik düşüncesi ve milliyetçiler bunlar için son derece “kerih”tir, ancak sosyalist, komünist, kapitalist, bilhassa liberal ve bölücülerle sürekli yan yana dururlar; insan hakları ve muhtaçlara yardım kisvesi altında yaptıkları etkinlikler ve kurdukları örgütlerin faaliyet alanında kesinlikle zulüm gören ve haksızlığa uğrayan Türkler yer almaz. Günümüz için “Batıcı” olarak niteleyebileceğimiz tiplere göre daha samimiyetsiz ve riyakâr olan bu kişilerin hareket noktalarının ve beslenme kaynaklarının din olduğunu iddia etmelerine rağmen pek çoğunun her türlü sahteciliği çok rahat yapabildikleri gözlenmiş ve gözlenmektedir. Yani dini bir hayat düsturu olarak değil de hayatlarını idame ettirmek için yararlanılacak ve kullanılacak bir kaynak olarak gören bu tiplerin büyük çoğunluğunda bir fikir namusundan ve ahlaktan söz etmek mümkün değildir.
Milliyetçilik fikrinin Fransız İhtilali’nden sonra yeryüzüne yayıldığı söylenegelen ve bir miktar gerçekliği de olan bir durumdur, ancak bu durumun her millet için aynı düzeyde etkili olduğu kabul edilemez. İspanya kralının Papa’nın huzurunda İspanyolca konuşmasını büyük bir olay olarak gören Hristiyan dünyası ile hiçbir devrinde böyle bir bağnazlık yaşamamış olan İslam dünyasını, konuya bakış yönünden elbette aynı değerlendirmemek gerekir.
Türkler barış zamanlarında milliyet gerçeğini çok fazla dillendirmeden, sessiz ve sakince, başkalarını rahatsız etmeden, çoğunlukla da dinleriyle birleştirip, hatta bazen dinlerinin içerisinde eriterek yaşamışlardır. Uzun zamanlar boyunca sıkıntısızca iç içe yaşayageldikleri bazı milletlerin kendi kimliklerini tabiri caizse gürültülü bir biçimde ilan etmeleri, bununla yetinmeyip silaha sarılmaları dolayısıyla Türkler de “Ne oluyoruz?” noktasına gelip duruma müdahil olmuşlar, milliyetçi düşünürlerin sakin zamanlarda arada sırada duyulan cılız sesleri de yer yer bir haykırışa dönüşmüştür. Pek çok kişi için anlaşılması oldukça güç olan bu durum ne yazık ki gerçeğin ta kendisidir.
Türk soyunun hayatı, yani Türk tarihi, bütün olarak sınırlı bir mekâna bağlı olmadığından, daha doğru bir ifadeyle aynı zaman diliminde bile farklı coğrafyalarda büyük siyasî varlıklar olarak sahnede görüldüğünden Türk tarihini bir zaman ve mekân birliği ve bütünlüğüyle algılamak çoğu zaman mümkün olmamakta, milliyetçilik iddiasındaki aydınların zihninde bile konuyla ilgili çok farklı düşünceler oluşabilmektedir. Bunu gidermenin ve zihinleri berraklaştırmanın yolu; hâlâ etkili olduğu görülen, hatta 20. yüzyıl başlarına göre daha da etkili olan, “boyculuk” düşüncesini zayıflatmak, mümkünse yok etmek, boylarla ilgili sınırlara takılmamak, tarihteki Türk kağanlarının aralarındaki iktidar mücadelelerini “kutsal savaşlar” olarak telakki etmemek, mezhep ve hatta din farklılıklarını gündeme getirmemek, herkesin inancına saygıyı temel düstur olarak kabul etmek ve en önemlisi de tarihî Türk yurtlarının haritasını temel eğitim araçlarından biri olarak kabul edip yetişmekte olan Türk çocuklarına geniş bir ufuk sunmak, onların tarihe yön veren bir milletin mensubu duygusuyla yetiştirirken küçüklük kompleksine hapsolmaktan alıkoymaktır. Bu konuda da en büyük sorumluluk Türkiyeli Türk milliyetçilerinin üzerindedir. Çünkü zamanımıza en yakın büyük devletimizin vârisi Türkiye’dir ve büyük devlet mensuplarının da ufku geniş olur. Diğer Türk halklarında da ufku son derece geniş aydınlar elbette her zaman ve zeminde çıkmış ve çıkacaktır, ancak meselenin doğal hâli sorumluluğu bize yani Türkiyelilere yüklemektedir. Türkiyeli bir Türk aydınının ilk vasfı toparlayıcılık ve birleştiricilik olmak durumundadır.
İçerisinde devlet kurma iradesini çıkarabilmiş olan Türk milliyetçiliğinin bu başarısını elbette yalnızca silah gücüyle açıklamak imkânı yoktur. Belki de bu başarıda silah gücünün etkisi son derece sınırlıdır. Uzun savaş yılları dolayısıyla bütün sosyal sınıflar yorgun ve bitkin hâldeyken, Türk milliyetçileri farklı şeyler söylemiş ve pek çoğu hayatı pahasına verdikleri mücadeleyle başarıya ulaşmayı bilmiş bir kutlu nesil olarak milletin hafızasına kazınmış ve tarihe geçmişlerdir. O devirdeki aydın ayrışmasına bakıldığında da yukarıda işaret edilen bütün tiplerin var olduğu ve her birinin kendi meşrebince tavır takındığı görülecektir. Millî Mücadele sırasında Batıcı, İslamcı, sosyalist ve milliyetçi aydınlardan söz edebiliriz. Bunlardan milliyetçi olanlar hemen bütünüyle mücadelenin içinde yer almış, diğerlerinin ise çok azı bu mücadeleye katılmıştır. Yani Millî Mücadele aydınlar için ne yazık ki toplu bir mücadele olmamıştır.
Millî Mücadele’ye benzer bir bölünmüşlük durumu, komünizmle mücadele sırasında daha ağır olarak yaşanmıştır. Bu mücadelede her sosyal sınıftan milliyetçiler, canları da dâhil olmak üzere hemen bütün varlıklarını ortaya koymuş ve yine başarılı olmuşlardır. Ülkemizde milliyetçilerin vermiş olduğu sivil mücadele olmasaydı, şüphesiz ki komünizm maskeli Rus emperyalizminin hedefi Afganistan’dan önce Türkiye olacaktı. Tarihteki bütün yayılmacılığını Türkler aleyhine ve Türk topraklarında yapan Rus emperyalizmi bütün gücüyle tek bağımsız Türk devletini hedef almış yutmaya çabalarken, milliyetçilerin dışında hemen hiç kimsenin en ufak bir itirazı olmadığı gibi pek çok kişi, grup, dernek, parti, sendika emperyalist hareketin yanında yer almış ve açıkça emperyalistlerden aldıkları emirleri Türkiye’de uygulamaya çalışmışlar, bunu da alay edercesine “Bağımsız Türkiye” sloganı atarak yapmışlardır. Bu emperyalist saldırı karşısında büyük bir mücadele veren Türk milliyetçilerinin içerisinden bazıları yapılan mücadelenin ne anlama geldiğini tam olarak idrak edememişler ve yapılan aksi propagandanın etkisinde kalarak mücadelenin gereksizliğini ya da kullanıldıklarını söyler duruma gelmişlerdir.
1940’ların sonlarından itibaren ülkede açıkça hissedilen ABD emperyalizminin yılmaz destekçileri de tuhaf bir biçimde komünist eşkıyanın yanında yer almış, kısaca Türk milliyetçileri dışında kimin ne olduğu anlaşılmaz bir durum ortaya çıkmıştır, ancak zaman elbette bu iş birliğiyle ilgili bir şeyler ortaya çıkaracak ve hükmünü verecektir.
Sultan Gali, Molla Nur Vahit, Tuırar Rıskul gibi çarlığın yüzyıllar süren zulmünden kurtulmak umuduyla komünistlerin yanında yer alan ve Rusya’da komünizmin başarılı olmasında büyük katkıları olan, daha sonra ise Stalin tarafından yok edilen Türk kökenli sosyalist önderlerin adını dahi duymamış, öldürülen ve sürgüne gönderilen yüz binlerce aydından habersiz, topluca sürgün edilen ve toplu katliamlara maruz kalan halklarla ilgili hiçbir bilgiye sahip olmayan Türkiyeli komünistler, Türkiye’yi de bu milletler hapishanesinin içine sokabilmek için mücadele ederken, karşılarında yiğit bir sivil ses olarak yalnız Türk milliyetçilerini bulmuşlardır. Meselelere millî bir bakış açısıyla yaklaşan çok az sayıdaki sosyalistin Türkiye’deki sol hareketler içerisinde ne yazık ki hiçbir etkisi olamamıştır.
Komünistler Türkiye’yi Sovyet blokuna dâhil etme mücadelesinde garip bir biçimde kapitalist ve liberallerle birlikte hareket etmişler, hatta zaman zaman kendini İslamcı olarak sunan “Müslümancı” aydınlarla da iş birliği yoluna gitmişlerdir.
Türk milliyetçileri bu mücadele sırasında en fazla hareket noktalarının İslam olduğunu iddia edenlerin davranışlarına şaşırmışlar ve onları anlamakta zorlanmışlardır. Çünkü en büyük hedefi din duygusunu yok etmek olan bir ideolojinin karşısında yer alması gerekenler, öncelikle dini bütün değerlerinin merkezine koyduğunu iddia edenler olmalı idi, ancak tam aksi bir durum ortaya çıktı. Bu anlayamama durumu hâlâ sürmektedir dersek yanlış olmaz. Onlar kendi içlerinde milliyetçiliği ve kendilerini doğal müttefik olarak düşünen milliyetçileri hep “din dışı” görmüş, kendileri için de bir tehdit olarak algılamışlar, ırkçılıkla suçlamayı da ihmal etmemişlerdir. Milliyetçiler onlar için hep ihtiyaç duyulduğunda ön cepheye sürülecek, hayatlarının çok değeri olmayan, gerektiğinde kendilerine hizmet etmesi gereken, ancak asla birlikte olunamayacak insanlardır. Bu söylenenler elbette sıradan insanlar için değil, hareket noktasının din olduğunu iddia eden cemaatleri ve partileri yöneten ve yönlendirenler içindir. Bunlar içerisinde de samimi olan ve hakkı teslim etmeyi bilen kişiler zaman zaman çıkmıştır, ancak büyük çoğunluk hep mesafeli durmayı ve yer yer de kin kusmayı seçmiştir.
Bu manzarada Millî Mücadele dönemini hatırlatan benzerlikler dikkat çeker. Hatırlanacağı üzere o dönemde de kurtuluşu dışarıda arayan, milleti tanımayan ve ona güven duymayan liberal veya İslamcı olarak niteleyebileceğimiz bir kısım aydın vardır. ABD veya İngiltere mandasını isteyen bu aydınlar, benzer tavrı hep gösteregelmiştir. İslamcı olarak nitelendirilenler arasında “Türk’e hiç kimsenin horozlanmasına tahammülüm yoktur.” diyen ve Millî Mücadele’nin bir ölüm kalım meselesi olduğunu düşünerek hayatını ortaya koyan Mehmet Akif gibi abide şahsiyetler olduğu gibi, Yunanistan’a sığındıktan sonra Türklükten istifa ettiğini gazete ilanıyla duyuracak kadar kin dolu olan Osmanlının son şeyhülislamı Mustafa Sabri gibi örnekler de vardır, ancak komünizmle mücadele yıllarında ne yazık ki İslamcı aydınlar içerisinde milliyetçilerin yanında yer alan ve onlarla birlikte mücadele eden bir yiğit ses çıkamamış ve Türk milliyetçileri bu mücadeleyi neredeyse tek başlarına yapmışlar, yaptıkları bu mücadelenin ödülünü (!) ise uğruna mücadele ettikleri devletleri çok gaddarca vermiş, bir kısmını idam etmiş, bir kısmını yıllarca cezaevlerinde süründürmüş, pek çoğunun hayatını söndürmüştür. Türk milliyetçilerinin yeterince tahlil edemediği konulardan biri de bu durumdur. Konunun en garip yanı ise yukarıda değinildiği gibi komünizmin en büyük düşman olarak tanımladığı ve hedef aldığı kapitalist ve liberaller yoğun bir biçimde komünistleri desteklemiş, milliyetçilerin karşısında mevzilenmişlerdir. Milliyetçilerin toplum dışı, sanattan habersiz, şiiri ve romanı olmayan, sinemaya bütünüyle yabancı, tiyatro konusunda cahil, “köylü”, kaba saba insanlar olduğu algısı ülke aristokrasisinin zihnine bu liberaller ile kapitalistler marifetiyle yerleştirilmiş, milliyetçiler ise buna karşı bir tedbir ne yazık ki geliştirememişlerdir.
Türk milliyetçiliği hareketinin bir aksiyon olarak başladığı dönemleri gözden geçirdiğimizde milliyetçilerin bütün olarak toplumu yönlendirecek, her alanda söyleyecek sözü olan, sanat ve edebiyatın en önünde, dünyayı tanıyan ve gelişmeleri yorumlayacak kapasiteye sahip, ülkede gündem oluşturma potansiyeli olan iyi yetişmiş insanlar olduğu görülecektir. O dönemin Türk milliyetçisi aydınları; sanat ve bilimle beslenmeyen bir fikir hareketinin başarılı olamayacağını, zaman içerisinde yozlaşıp bağnazlaşacağını ve topluma yararlı bir şeyler sunamayacağını bilen ve bu alanlarda eksik gördüklerini tamamlamak için gecesini gündüzüne katmış insanlardır. Tek başına bir İsmail Gaspıralı’nın, Hüseyinzade Ali Bey’in, Abdurrauf Fıtrat’ın, Ahmet Baytursun ya da Ziya Gökalp vb. Ülkücülerin yaptıkları düşünüldüğünde iyi yetişmiş, ülküleri olan ve başkaları için yaşamayı göze alma erdemine sahip bir insanın neleri başarabileceğine hayret etmemek mümkün değildir. Daha sonraki zamanlarda milliyetçilerin bu vasıfları koruyamadığı ve milliyetçilik düşüncesinin “şehirli” bir düşünce hareketi olmaktan çıkıp “kasabalı” bir hareket durumuna düştüğü görülmektedir. Bu durumum oluşmasındaki en büyük pay, özellikle 1940’lı yıllardan itibaren Türk milliyetçiliği düşüncesini değersizleştirmek ve itibardan düşürmek için takındığı tavırdan dolayı, devlete aittir. Devleti yönlendiren ve devletin tavrına göre vaziyet alan okuryazarların gözünde değersizleşen milliyetçilik düşüncesinin itibarını koruması için milliyetçi aydınlar da özellikle 1980’lerden sonra gereken gayreti gösteremediler. Böyle bir hareketin de Türkiye gibi çok değişik özelliklere sahip bir ülkenin gündemini belirlemesi, yönlendirmesi ve yönetmesi çok kolay olmasa gerek. 1980 İhtilali’ni yapanların birtakım uygulamalarının kasıtlı olarak milliyetçi uygulamalar biçiminde sunulması da bu düşüncenin aleyhine oldu. 80 ihtilalcilerinin Türk milliyetçilerine karşı takınmış oldukları tavır, bu kitleyi büyük bir şaşkınlığa uğrattı ve milliyetçiler uzun süre bu şaşkınlıktan kurtulamadı, bu durumun izleri yer yer hâlâ görülmektedir.
Bugünkü şartlarda milliyetçilerin öncelikle kendilerini sorgulamak gibi bir zorunlulukları olduğu açıktır. Bilgi ve sanat üretemeyen, bilgi ve sanattan beslenmeyen, basın-yayında etkisiz kalan, iş hayatında hiç olmayan, kadını sürekli ihmal eden bir hareketin dünyanın hiçbir yerinde başarı şansı olamayacaktır, bu yüzden öncelikle şu soruları en azından kendi kendimize samimiyetle cevaplama zorunluluğumuz vardır:
-Kendinizi yeterince samimi buluyor musunuz?
-Milletinizi ve ülkenizi gerektiği gibi sevdiğinizi düşünüyor musunuz?
-Ülküleriniz uğruna ne ölçüde fedakârlık yapabilirsiniz?
-Ülke ve milletinizle ilgili hayalleriniz ve hedefleriniz var mı?
-Milletinizin ve ülkenizin geleceğiyle ilgili endişeleriniz sizi rahatsız edecek boyutta mı?
-Kendinizi ülkenize borçlu mu hissediyorsunuz, yoksa ondan alacağınız olduğunu mu düşünüyorsunuz?
-Kendinizi düşüncelerinizin gerçekleştirilmesi noktasında gerekli donanıma sahip görüyor musunuz?
-Türk milliyetçilerinin ülke gündemini belirleyebildiğini düşünüyor musunuz?
-Türk milliyetçilerinin bilimde ve sanatta yeterli olduğunu düşünüyor musunuz?
-Türk milliyetçilerinin basın-yayında gerektiği ölçüde etkili olduğunu düşünüyor musunuz?
-Bir sorunla karşılaştığınızda başkalarına yükleyip rahatlıyor musunuz, yoksa o sorundaki payınızı mı düşünüyorsunuz?
-Sorularınız “Falan işi niye yapmıyorlar?” biçiminde mi, yoksa “Niçin yapmıyoruz?” biçiminde mi? Yani dedikodu mu yapıyorsunuz, yoksa çare mi arıyorsunuz?
-Milliyetçilik düşüncesinin başarılı olması için konuşmanın ve eleştirinin dışında yeteri kadar gayret gösterdiğinizi düşünüyor musunuz?
-Bir Türk dünyası yani Turan tasavvurunuz var mı?
-Bir İslam dünyası tasavvurunuz var mı?
-Bütün olarak insanlıkla ilgili bir tasavvurunuz var?
Daha da çoğaltabileceğimiz bu sorular ağır ve zor gelebilir, ancak milliyetçilik hele de Türk milliyetçiliği oldukça ağır bir yükün altına girmeyi ve bütün bu sorulara muhatap olmayı peşin olarak kabullenmeyi gerektirir. Dünyada Türk olmak, Türkiye’de ise Türk milliyetçisi olmak, yaşanmış olan pek çok örnekten de anlaşılacağı üzere, son derece ağır bir yüke talip olmak, çok büyük haksızlıklara uğramayı ve hatta horlanmayı göze almak demektir.
Milletlerin tarihte ortaya koydukları, bugünlerini de geleceklerini de etkiler. Bu açıdan Türk milletini değerlendirecek olursak karşımıza çıkacak olan manzara şudur: Müslüman olmadan önce hemen bütün Asya ve Avrupa halklarını bir biçimde etkilemiş, Müslüman olduktan sonra ise hem diğer Müslüman milletlere hem de Müslüman olmayan milletlere pek çok şey öğretmiş, Hristiyan gücü ve medeniyetinin karşısında direnebilen tek medeniyet diyebileceğimiz İslam medeniyetinin yegâne temsilcisi ve taşıyıcısı olmuş, bin yıldan fazla bir süre boyunca Haçlı Seferlerine karşı İslam dünyasını korumak için çabalamış, bütün bunları yaparken yüzyıllar boyunca oluk oluk kanını akıtmaktan geri durmamış ve yaşadığı her karış toprağın bedelini kanıyla ödemiş, bütün bunlara rağmen her fırsatta sırtından bıçak yemiş, milletler ailesinin en mağdur ve en mazlum milleti…
-Türk milliyetçisi olmak demek; gelecekle ilgili planlarını Ankara’da, Bakü’de, Tebriz’de, Aşkabat’ta, Astana’da, Taşkent’te, Bişkek’te, Urumçi’de, Kazan’da, Ufa’da, Çeboksarı’da kurmaya azmetmek ve bunun için mücadele etmek demektir.
-Türk milliyetçisi olmak demek, öncelikle milletine güvenmek demektir.
-Türk milliyetçisi olmak demek; insanına olduğu gibi coğrafyasına, havasına, taşına, toprağına, suyuna, ağacına da sahip çıkmak demektir.
-Türk milliyetçisi olmak demek, geçmişten beslenerek yeni bir Türk-İslam medeniyeti kurmayı amaçlamak demektir.
-Türk milliyetçisi olmak demek, görmüş olduğu bütün ihanetlere rağmen İslam dünyasının koruyuculuğuna talip olmak demektir.
-Türk milliyetçisi olmak demek, bütün bir Türk tarihinin yükünü omuzlanmak demektir.
-Türk milliyetçisi olmak demek, bütün insanlığın vicdanına seslenebilmek demektir.
-Türk milliyetçisi olmak demek; dini, ırkı, rengi, cinsi ne olursa olsun, zulüm gören her insanın yanında olmak ve mazlumların ahına duyarsız kalmamak demektir.
-Türk milliyetçisi olmak demek, gerektiğinde milleti için yaşamak, gerektiğinde milleti için ölmek demektir.
-Yani Türk milliyetçiliği, iki kelimeden ibaret bir ibare değil, taşınması çok ağır bir yük, sorumluluğu çok büyük ve şerefi çok yüce bir görevdir… Bu göreve ve yüke talip olmak ise akıl, mantık, bilgi ve özellikle de bir gönül meselesidir. Unutulmasın ki büyük milletlerin büyük meseleleri olur…