Bu yazıda sonsuza kadar yani bengü kalması ve Türk soyunun okuyup öğüt alması için yazılıp dikildiği belirtilen Orhun anıtlarından neler anladığımızı paylaşmaya çalışacağız. Bir başka deyişle, sonsuzluğa seslenen bu eserleri yorumlamaya bunları yazan insanların neler düşündüklerini anlamaya gayret ederken söyledikleri yanında söyleyemediklerini ya da söylemeye gerek görmediklerini de kendimizce tespit etmeye çalışacağız.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Türkler birbirlerini biraz daha yakından tanımaya başladılar ve pek çok alanda kısa zamanda hayal edilemeyen gelişmeler yaşandı. 1990 öncesini bilmeyenler ya da yaşları müsait olsa bile Türklük diye bir meselesi hiçbir zaman olmamış olanlar; olan bitenin ne anlama geldiğini anlayamazlar ve âfâkî yorumlar yaparlar, ancak hayatlarının merkezine Türk dünyası kavramını yerleştirmiş olanlar durumu daha sağlıklı değerlendirirler, ancak bunlar da olanla yetinmez, her şeyin bir insan ömrü içerisinde istedikleri sonuca ulaşmasını arzularlar. Bunların ihmal ettikleri nokta, yeterince emek verilmeden elde edilen kazancın değerinin de yeterince bilinemeyeceğidir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının konumuzla ilgili olan yönü; hemen her yanı tarihi ve çağdaş Türk yurdu olan ülkelerin birbirine açılması ve bu arada bilim araştırmalarının ortak yapılma imkanlarının doğması, Türkiye’den giden bilginlerin bütün Türk coğrafyasını araştırma fırsatını yakalamış olmalarıdır. Bu araştırmalar; o güne kadar hemen tamamı batıdan nakledilen sınırlı bilgimizin artmasını sağlamak yanında, bu bilgilerin gerçek zemine oturmasını da sağlamıştır. Ayrıca alana açılan bilginlerimizin ufku genişlemiş ve Türklük Bilimi kitaplara sıkışıp kalmış bir bilgi alanı olmaktan çıkıp adeta bir alan araştırma bilimi zenginliğine de kavuşturmuştur.
Alanda yapılan araştırmalarla 19. yüzyılın sonlarından beri haberdar olduğumuz sınırlı sayıdaki metin dışında yüzlerce farklı metinle buluştuk ve bu metinlerin yazıldığı Türk alfabesinin, Türklerin yaşadığı hemen her coğrafyada kullanılmış olduğunu öğrendik. Bu durum bize Türklerde yazı kültürü ve alışkanlığının bilinene göre çok daha eski ve çok daha yaygın olduğunu da öğretmiş oldu.
Türk bilginleri, Türk coğrafyasını inceleme ve araştırmaya devam etmekte ve kültür tarihimiz açısından son derece değerli yeni keşifler yapmaktadırlar. Türk araştırmacıların Kaşgarlı Mahmut’tan bugüne aynı bilinçle ilk defa Türk coğrafyası ile Türk halklarını araştırdıklarını söylemek abartılı olmayacaktır. İçinde yaşarken çok da fark edilemeyen bu durum, sonraki zamanlarda elbette yeterince değerlendirilip saygıyla anılacaktır.
Orhun Anıtları pek çok kaynakta Türkçenin ilk yazılı metinleri olarak kaydedilmiştir, ancak bu eserler, üzerinde çalışma yapan pek çok bilgine göre Türkçenin ve Türklerin olgunluk çağı eserleridir.
Bu abidelerde Türklerin tarihi, dili, kültürü, dini, devlet anlayışı ve benzeri konularda bilgi edinebileceğimiz gibi o devir Türk insanının zihin yapısını gösteren bir takım bilgilere de ulaşabilmekteyiz.
Bu yazıda Bilge Tonyukuk için dikilmiş iki yazıt ile Köl Tigin hatırasına dikilmiş olan yazıttan örnek cümleler alınarak yorumlanmaya çalışılacaktır. Bilge Kağan yazıtı Köl Tigin yazıtının hemen hemen aynısı olduğu için değerlendirme dışı tutulmuştur.
Bu abidelerin muhtevası; merhum Hüseyin Nihal Atsız tarafından hiç şüphesiz Türk edebiyatının en muhteşem tarihi romanı olan Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtların Dirilişi adlı eserlerde romanlaştırılmış; ayrıca son yıllarda Köktürk tarihi konusunda Türk bilginleri, özellikle Prof. Dr. Saadettin Gömeç ve Prof. Dr. Ahmet Taşağıl, ciddi araştırmalar yayınlamışlardır.
BİLGE TONYUKUK YAZITI
Tonyukuk; adına diktirdiği yazıta “Bilge Tonyukuk ben.” cümlesiyle başlar ve benzer şekilde adını başka birkaç cümlede de tekrar eder. Bizce bu cümle; yalnızca Tonyukuk’un kendini takdim cümlesi değil, bir meydan okuma da içermektedir. Ben Bilge Tonyukuk’um biçiminde aktarabileceğimiz bu cümle, devletin kuruluşunda ve istiklal mücadelesinde çok etkili rol oynayan bilge bir devlet adamının hem çağına, hem de geleceğe seslenirken takındığı hâkim tavrı gösterir. Bilge Kağan’ın kayın pederi de olan bu büyük devlet adamı, tarihimizde çok örneği olmayan, ancak Köktürklerde sık görülen bir şey yapmış, anıt diktirip hatıralarını yazdırmıştır. Böyle bir hatıratın eski devirlerden günümüze ulaşan pek fazla örneği yoktur.
Tonyukuk ilk cümlede kendini tanıttıktan sonra doğum yerini kayda geçer ve “Türk budun Tabgaçka körür erti.” cümlesiyle de doğduğu yıllarda Türklerin Çin esaretinde olduğunu belirtir. Birinci Köktürk devletinin yıkılışından sonra 50 yıllık bir esaret dönemi yaşanmış ve Çinliler, Türklerin önde gelen, insanları derleyip toparlayacak aile ve insanlarını kontrol altında tutmak amacıyla Çin içlerine götürmüşlerdir. Çin’de gözetim altında tutulan Aşina soyunun mensupları defalarca isyan etmişler, ancak Kutluk’un isyanı başarıya ulaşabilmiştir. Tonyukuk bu durumu Türklerin hanlarının kıymetini bilmemelerine bağlar ve şöyle bir tespitte bulunur: “Tanrı şöyle buyurmuş: han verdim, hanını bırakıp tutsak düştün, tutsak düştüğün için Tanrı öldürdü. Türk milleti öldü, bitti, yok oldu.” Burada Türklerin zihni bir özelliği olarak devlete bağlılıklarının yeterli olmadığı tespiti yanında her şeye hâkim olan bir Tanrı inancına sahip oldukları da anlaşılmaktadır. Bu durum, gerek Tonyukuk yazıtının ilerleyen cümlelerinde gerekse Köl Tigin yazıtında tekrar tekrar kaydedilecek ve üzerinde durulacaktır.
Köl Tigin yazıtında Kutluk’un 17 erle Çin’den kaçıp isyanı başlattığı daha sonra 70 kişi oldukları kaydedilmiştir. Tonyukuk’ta ise kişi sayısıyla ilgili ilk rakam 700’dür ve bu durum şöyle kaydedilmiştir: “Ormanda, dışarıda kalmış olanlar toplanıp yedi yüz oldular. İki bölüğü atlı idi, bir bölüğü yaya idi.” Bu cümlelerde ilk dikkati çeken şey yedi rakamıdır. Arka arkaya sıralanan on yedi, yetmiş, yedi yüz sayıları, rastgele değil, tercih edilmiş sayılardır. Kişi sayıları bu belirtilenlerin altında veya üstünde olabilir, ancak özellikle yedili sayılar tercih edilmiştir, çünkü Türk kültüründe üç, yedi, dokuz, kırk sayıları diğerlerine göre farklı telakki edilen sayılardır. Bu cümledeki ikinci dikkat çeken durum da Tonyukuk’un on yedi ve yetmiş sayılarını anmadan yedi yüz sayısıyla başlamasıdır. Bu durum, belki de Tonyukuk’un harekete sonradan katılmasıyla ilgilidir. Çünkü tarihi kayıtlara göre de Bilge Tonyukuk, isyan hareketinin başlangıcında yoktur ve Çin’den ayrılıp harekete katılması, Çin’in sürekli baskısı ve gözetim altında tutmasıyla biraz zor olmuştur. Ormanda ve dışarıda kalmış olanların toplanması ibaresinden ise yönetici kitle dışında kalanların bozkırda dağınık ve birbirinden habersiz olarak yaşadıkları anlaşılır. Ayrıca bunlar o kadar perişan bir durumdadırlar ki binecek birer atları bile yoktur ve yedi yüz kişinin ancak üçte ikisi atlıdır. Bozkırda bir kişinin at sahibi olamaması herhalde büyük bir yoksulluğun da göstergesi olmalı.
Tonyukuk bu cümlelerin devamında yedi yüz kişinin teşkilatlanması ve devlet yapısının oluşturulması üzerinde durur ve kendi rolünü de özellikle belirtme gereği duyar: “Yedi yüz kişiyi idare edenlerin büyüğü şad idi, danışman ol dedi, danışmanı ben oldum, Bilge Tonyukuk.” Burada şad olarak sözü edilen kişi, isyanın başında bulunan ve devletin kuruluşundan sonra ilteriş ünvanını alacak olan Kutluk’tur.
Kut kavramı, kültür tarihimizin en önemli kavramlarından biridir. Ağırlıklı olarak manevi âlemle ilişkilendirilen bu kavramın yeterince araştırıldığını söylemek henüz mümkün değildir. İlteriş ise, ülkeyi derleyip toplayan anlamıyla kullanılan bir unvandır. Bu cümlelerde Tonyukuk gayet açık olarak Kutluk’un han seçildiğini, kendisinin de ona danışman olduğunu kaydetmiştir.
“Kağan mı yapayım diye düşündüm. Arık boğa ile semiz boğa arkada oldukça; semiz boğa mı, arık boğa mı bilinmezmiş diye düşündüm. Bunun üzerine, Tanrı akıl verdiği için onu ben kağan yaptım.” Bu cümlelerde de Bilge Tonyukuk’un yukarıda değinilen özgüveni ile gücünü görmekteyiz. Günümüz demokrasilerinin bile zor hazmedeceği bu cümleler, Köktürk çağında söylenebilmiş, üstelik taşlara kazınmış ve geleceğe bırakılmıştır. Bu sözleri söyleten güç, bütün dinler ve kültürlerce övülen, ancak siyasetin çok da tahammül edemediği ve genellikle mesafeli durmayı tercih ettiği şahsiyet sahibi bilgelik ile bu bilgelikten kaynaklanan cesaret, bir başka deyişle dünyayı elinin tersiyle itebilme erdemidir. Günümüz Türkiye’sinde bile bir kişi çıkıp cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı veya herhangi bir yöneticiyle ilgili olarak onu ben bulunduğu makama getirdim deme cesareti gösterse, o makam sahibi, bu sözü söyleyeni hazmetmekte epeyce zorlanır. Ancak Bilge Tonyukuk, adeta meydan okurcasına Kutluk Şad’ı kağanlık makamına çıkardığını ilan etmekte ve bunun bir sorun çıkardığına dair bir bilgimiz de bulunmamaktadır.
“Arık boğa ile semiz boğa arkada oldukça; semiz boğa mı, arık boğa mı bilinmezmiş…” ibaresi Bilge Tonyukuk’un kullandığı mecazlı cümlelerden biridir. Cümlenin kullanılma yerine bakılınca Tonyukuk sanki “Ben de kağan olabilirdim, ancak Şad’ı uygun gördüm ve böylesi daha akıllıca idi.” demektedir. Şad’ı kağan yapmasına sebep olarak da Tanrı’nın kendisine akıl vermesini göstermektedir. Yani Tonyukuk konuyu enine boyuna düşünmüş, istiklal mücadelesi başlamışken bir ikilik çıkarmanın tehlikeli olacağını görmüş ve tabi olmuş, devlet için canla başla çalışmış, ancak hiçbir zaman da kişiliğinden taviz vermemiştir.
Kutluk Şad, kağan olup İlteriş ünvanını almış, Bilge Tonyukuk ise Boyla Baga Tarkan olmuştur. Şu cümle durumu özetler niteliktedir:”İlteriş kağan olunca, Bilge Tonyukuk Boyla Baga Tarkan ile İlteriş, güneyde Çinliyi doğuda Kıtay’ı, kuzeyde Oğuz’u çok öldürdüler. Danışmanı, yardımcısı ben idim.” Görüldüğü üzere Bilge Tonyukuk, her fırsatta kendinden söz etmektedir. Bu durum belki de abidenin yazıldığı zamanın yöneticilerine bir sitem olarak da düşünülebilir. Değerinin yeterince bilinmediğini ya da yeterince saygı görmediğini hisseden ve kağanın kayın pederi de olan Tonyukuk, rahatsızlığını belirtme gereği duymuş olabilir.
“Çogay’ın kuzeyi ile Kara Kum’da oturuyorduk. Geyik yiyerek, tavşan yiyerek oturuyorduk. Milletin karnı tok idi. Düşmanımız çevremizde ocak gibi idi, biz ateş idik.”
Bu cümleler bizi öncelikle bir mekandan, bir coğrafyadan haberdar etmektedir. İsyan yavaş yavaş başarıya ulaşmaktadır ve isyancıların belirli bir mekânları vardır, yani kurulacak olan devletin doğum yeri artık belli olmuştur. Ancak henüz bütün çevre düşmandır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da beslenmenin henüz tam düzene girmediği ve ağırlıklı olarak avlanmaya dayalı olduğudur. Her ne kadar milletin karnı tok deniyorsa da bu tokluk geyik ve tavşanla yani av hayvanlarıyla sağlanmaktadır. Kalabalık bir kitlenin sürekli bu şekilde beslenmesi elbette mümkün olmayacak, daha etkili ve sürekli el altında bulunacak tarım ve hayvan kökenli beslenme kaynaklarına gerek duyulacaktır. İbarenin sonundaki “Düşmanımız çevremizde ocak gibi idi, biz ateş idik.” cümlesi, son derece keskin ve etkili bir mecazlı ifadedir. Bu; devir Türkçesinin anlatım gücünü ve gelişmişliğini göstermek bakımından da ilgi çekici bir örnektir. Bilindiği üzere açık alandaki ocak, arka ve iki yanı kapatılıp ön tarafı açık bırakılarak kurulur ve içerisinde ateş yakılır. Bu ocağın içerisinde yakılan ateşin alevleri önce üç tarafı çeviren taşlara dokunur ve üzerindeki kazanın da altını yalayarak açık olan ön taraftan dışarı çıkar. Bilge Tonyukuk, o andaki durumlarıyla ilgili olarak müthiş bir benzetme yapmış ve durumu herkesçe çok iyi anlaşılabilecek biçimde ortaya koymuştur.
“Böyle otururken Oğuz’dan casus geldi.” cümlesi, devletin henüz kuruluş aşamasında bir haber alma örgütünün oluşturulduğunu ve bu örgütün çalışmaya başladığını göstermektedir. Nitekim casusun getirdiği haber, hayati öneme sahiptir ve Köktürkleri kuruluş aşamasındayken yok edecek bir ittifak söz konusudur. Tonyukuk oluşumdan haberdar olmuş ve gerekli tedbirleri alarak öncelikle Oğuzları etkisiz hale getirmiş ve Oğuz ordusu boyun eğip Köktürk ordusuna katılmış ve bu durum yazıtta “iki bin idik, iki ordumuz oldu.” cümlesiyle kaydedilmiştir.
Kendilerine karşı Oğuz, Kıtay ve Çin’in ittifak yapacağı bilgisini alan Tonyukuk endişeli durumunu, “O haberi işitince gece uyuyasım gelmedi, gündüz oturasım gelmedi.” cümlesiyle ifade eder ve bu üç düşmanla ayrı ayrı savaşmanın çaresini arayıp bularak istediği sonucu elde eder. Durumu yine mecazlı ifadelerle anlatır: “Yufka iken delmek kolay imiş, ince iken koparmak kolay. Yufka kalın olsa delmek zor, ince yoğun olsa koparmak zor.”
Bilge Tonyukuk savaş planını hazırlayıp İlteriş Kağan’a sunar o da durumu anlayıp Tonyukuk’a gönlünce yani planladığı şekilde yapmasını söyler. Bunun üzerine Tonyukuk orduyu Ötüken ormanına doğru yürütür ve bu esnada Oğuzlarla karşılaşırlar ve Köktürklerin 2000 kişilik ordusu Oğuzların 3000 kişilik ordusunu yener.
Köktürklerin bu zaferi, onların Ötüken’e yerleşmeleri ve bundan haberdar olan pek çok Türk boyunun onlara tabi olması sonucunu doğurmuştur. Tonyukuk bu durumu şöyle anlatır: “Ondan sonra Oğuz tamamıyla geldi. Türk milletini Ötüken yerine, beni, Bilge Tonyukuk’u Ötüken yerine yerleşmiş diye işiten güneydeki millet, batıdaki, kuzeydeki, doğudaki millet geldi.” Bu cümlelerde de Tonyukuk’un bütün Türk boyları tarafından tanınan ve saygı duyulan bir kişi olduğunu, onun İlteriş Kağan’la birlikte olmasının Türk boylarının Köktürklere bağlanmasında büyük etkisi olduğunu anlıyoruz. Bilge Tonyukuk, tabiri caizse “Beni duyan herkes geldi.” diyebilecek kadar önemli bir kişidir. Buradaki bir diğer konu da Ötüken’in özellikle vurgulanmış olmasıdır. Ötüken, adeta bir semboldür ve oraya hükmeden, doğal olarak Türklerin de hakimi konumunu elde etmektedir.
Tonyukuk, Ötüken’e hâkim olduktan sonra yapılan seferlerden ve o güne kadar hiç gidilmeyen yerlere gidildiğinden söz eder: “Türk milleti yaratılalı, Türk kağanı tahta oturalı Şantung şehrine, denizine ulaşmış olan yok imiş. Kağanıma arz edip ordu gönderdim. Şantung şehrine, denize ulaştırdım.” Türk milleti yaratılalı ibaresi, Tonyukuk’un tarih bilgisiyle ilgili ipucu veren bir ibare olmasının yanında bugüne kadar yapılmayanlar benim sayemde oldu anlamına gelen siyasi bir söylemdir. “Usın bunda ıtu, yurtda yatu kalur erti.” (Uykusunu burada bırakıp çadırda yatıp kalkarlardı.) cümlesinde de yine bir sanatlı ifadeyle durum anlatılmış ve askerin fedakârlığı kayıtlara geçirilmiştir.
Daha sonra On Oklar, Kırgızlar ve Çinliler’in Köktürkler’e karşı bir ittifakı söz konusu olmuş ve yine Tonyukuk’un akılcı siyasetiyle bu tehlike de atlatılmıştır: “Üçümüz birleşip üzerine yürüyelim, hepsini yok edelim.” diyen düşman kuvvetleri, daha önceki ittifakta olduğu gibi çabuk davranılmak suretiyle tek tek bertaraf edilmiş ve güçlerin bir araya gelmesi engellenmiştir.
İttifaktan haberdar olan Türgiş kağanı: “Benim milletim dardadır demiş, Türk boyu yine karışıklık içindedir. Oğuz yine dardadır demiş.” Bu cümleler Türgişlerin Köktürkler tarafında yer aldığını ve sıkışık durumda onlara yardım ettiklerini, ayrıca bilinçli bir milli tavrı göstermektedir.
Sonraki cümlelerde ittifakı dağıtmak üzere zor şartlara rağmen Kırgızlar üzerine yapılan sefer, biraz da ayrıntılı olarak anlatılmıştır. “Gece gündüz dörtnala olarak gittik. Kırgızları uykuda bastık, uykularını süngüyle açtık.” Burada yine “uykuyu süngüyle açmak” gibi etkili anlatım sağlayan bir deyim görüyoruz ki Tonyukuk sık sık buna başvurmaktadır.
Bozkırda dostun ve düşmanın sık değiştiğini gösteren şu ifadeler de dikkat çekmektedir: “…Türgiş kağanından casus geldi. Haberi şöyle idi: Doğudan kağana sefer edelim. Biz yürümezsek onlar bizi, kağanı yiğit, danışmanı bilgili olduğu için eninde sonunda mutlaka öldürecek, demiş.” Birkaç satır önce Köktürkler için endişelendiği belirtilen Türgiş kağanı, Köktürklerin Kırgızları yenmesinden sonra Köktürklere karşı ittifak arayışına giriyor ve onlar da gerekli tedbirleri alıyorlar. Yine bu ibarelerden anlaşıldığı kadarıyla yiğit kağan ile bilgili danışman düşmanda korku ve endişe uyandıran iki temel unsurdur.
Bütün bunlar olup biterken kağanın eşinin ölüm haberi gelir ve Kağan, orduyu İni il Kağan ile Bilge Tonyukuk’a bırakıp eşinin cenaze törenine katılmak ve yuğ törenini yaptırmak üzere gider.
Tonyukuk’un birinci bengü taşının sonunda Kağan ile aralarında bir güven meselesi olduğuna dair ifadeler yer almakadır. Bu ifadelere göre yuğ töreni için ordunun başından ayrılan kağan Tonyukuk’a farklı, Apa Tarkan’a farklı haber göndermiş, hatta Tonyukuk hakkında “kötü, kindar, yanılır” ifadelerini kullanmıştır. Bu durum, siyasetteki ayak oyunlarına işaret olduğu gibi, Tonyukuk’un gücünü bir başka göstergesi olarak da değerlendirilebilir.
Tonyukuk’un ikinci taşında da bir takım seferlerden söz edilmekte gidilememiş olan yerlere gidildiğinden ve pek çok ganimet alındığından bahsedilmektedir.
Bu abidede İlteriş Kağan’la ilgili son cümleler şunlardır: “İlteriş Kağan, bilgisinden dolayı, yiğitliğinden dolayı Çin ile on yedi defa savaştı. Kıtaylarla yedi defa savaşı. Oğuzlarla beş defa savaştı. Bu savaşlarda da danışmanı hep ben idim. İlteriş Kağan’a, Türk’ün bilgili kağanına.”
Bilge Tonyukuk, Kapgan Kağan’la birlikte de çalıştığını “Kızıl kanımı dökerek, kara terimi akıtarak işimi gücümü hep ona verdim” biçiminde belirtiyor.
“Tanrı korusun, bu Türk milleti içinde silahlı düşman dolaştırmadım, damgalı at koşturtmadım.” Bu cümleler de Tonyukuk’un gücünü gösteren ifadelerdir. Ayrıca mecazlı anlatımlar yine anlamı güçlendirmek üzere kullanılmıştır. Silahlı düşman ibaresi anlaşılabilir ancak damgalı at ibaresi bugünün okuyucusuna çok bir şey söylemez. Buradaki “damga” bir kültür kelimesidir ve Türk boy sistemiyle yakından ilgilidir. Anadolu’da halen seyrek olarak rastlanan damga ya da en, artık gün geçtikçe hayatımızdan çıkmaktadır. Damga, esas olarak her aile ya da sülalenin kendi hayvanına ateşle veya kesici bir aletle uyguladığı bir işarettir. Kızgın demirle dağlamak suretiyle hayvanın sırtına vurulan işaret, bazen de bıçakla kulağa yapılır. Çevredeki herkes bir damganın kime ait olduğunu bilir ve yabancı bir hayvan hemen tanınır. Buradaki damgalı attan kasıt, yabancı bir aile veya boyun damgasını taşıyan attır.
Tonyukuk’un son cümleleri ise şöyledir: “İlteriş Kağan kazanmasaydı, onun ardından ben kazanmasaydım il yine, millet yine yok olacaktı. O kazandığı için, ardından ben kazandığım için il yine il oldu, millet yine millet oldu. Ben artık yaşlandım, kocadım. Her hangi bir yerdeki kağan sahibi bir millette benim gibisi olsa ne sıkıntıları olabilir?”.
KÖL TİGİN YAZITI
Bilge Kağan’ın ağzından yazılan Köl Tigin anıtına Kağan’ın kendini takdiminden sonra en yakınlarından başlayarak bütün soyuna ve milletine hitap cümlesi yer alır ve arkasından da hâkimiyetin coğrafyası çizilir. Çizilen coğrafyanın belirgin sınırları yoktur. Gün doğusu, gün ortası, gün batısı, gece ortası gibi sınırsızlık ifadeleriyle bir sınır gösterilmiştir. Sınırları bu şekilde belirlenen coğrafyanın merkezi Ötüken’dir ve ülkenin sıkıntıya düşmemesi için de Türk kağanının burada oturması şarttır. Bilge Kağan yaptığı seferler dolayısıyla pek çok yeri gördüğünü, ancak Türkler için il tutulacak yer olarak Ötüken’i seçtiğini “il tutsık yir Ötüken yış ermiş.” ibaresiyle özellikle belirtme gereği duymuştur. Kendisi de burada oturmuş ve Çin ile antlaşmalar yaparak sıkıntısızca yaşamıştır.
Bu bölümde Bilge Kağan Çin yönetiminin etrafındaki kavimleri nasıl hâkimiyetine aldığına dair bir tahlil yapmış ve Çinlilerin tatlı sözle yumuşak ipekle insanları aldattığını, aldanıp Çin’e yaklaşanların ise yok olacağını özellikle belirtmiştir. “…Yaklaştırdıktan sonra kötülük yayılırmış. Çok bilgili kişiyi, çok yiğit kişiyi yürütmezmiş. Bir kişi yanılıp aldansa soyunu ve kavmini beşiğine kadar yok edermiş.” Bu şekilde tehlike haber verildikten sonra Türk milletiyle ilgili de bir tespit yapıldığını görüyoruz. Bu tespite göre; Türkler, Çinlilerin bu hilelerine sürekli aldanmışlar ve sonuçta hep zararlı çıkmışlardır. “Tatlı sözüne, yumuşak ipeklerine aldanıp Türk milleti, çok öldün!” Burada yine bir coğrafya vurgusu dikkat çekmektedir. Ve Türk milletinin kendi yurdunu yani bozkırı terk edip Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım derse ölecektir. Hâlbuki kendi yurdunda kalıp Çin ile ticaret yaparsa sonsuza dek yaşayacak ve ülke sahibi olacaktır.
Türklerin günlük yaşadığını, geleceğe dair çok fazla plan yapmadığını ifade eden “Bir doysan artık açlık düşünmezsin.” cümlesi, Türk milletinin hafızasının güçlü olmadığının tespitidir. Bu Türk tarihini anlamaya çalışırken de göz önünde bulundurulması gereken bir tespittir. Bu tespit, Bilge Kağan’ın bir idareci olarak idare ettiği kitleyi iyi tanıdığını da göstermektedir. “Böyle olduğu için seni beslemiş olan kağanın sözünü dinlemeden her yere gittin. Oralarda hep mahvoldun yok oldun. Geriye kalanlar, hep ölüp biterek şuraya buraya yürüyordunuz.” Bu cümleler bize bozkır insanının karakteriyle ilgili ipuçları verir. Bozkır insanının bir otoriteye baş eğmesi kolay olmamakta, en ufak bir sıkıntıda ya kavga etmekte ya da mekân değiştirmektedir. Toprağa bağlı olmadığı için de mekân değişikliğinde çok tereddütlü davranmamaktadır. Tarım kuşağı insanı doğal olarak çiftçidir ve ekip biçtiği tarlalara sahiptir. Yani doyumluğunu yanında götüremez. Bu yüzden yer değiştiremez ve baş eğmeyi tercih eder. Ancak bozkır kuşağı insanı; hem daha mücadelecidir hem de çabuk ve kolay yer değiştirir. Dolayısıyla tarih sık sık kuzeyden gelen kavimlerin hikâyelerini anlatır.
Bilge Kağan, kağan oluşunu Tanrı’nın bir bağışı olarak görmekte, ayrıca “kut” sahibi olmasının da bunda rolü olduğuna inanmaktadır. Bilindiği üzere Türk devlet geleneğinde “kut” son derece önemli bir kavramdır ve ilahi kaynaklı olduğu kabul edilen “kut”, kağan olmanın da gereklerindendir.
Kut sahibi olduğu için Tanrı’nın bahşetmesiyle kağan olan Bilge; yok yoksul milleti kalkındırmış, az milleti de çoğaltmıştır. Az milleti çoğaltma da üzerinde durulması gereken bir anlayıştır. Devlet otoritesi ortadan kalktıktan sonra hem Çin’in politikalarıyla hem de yukarıda belirtilen sebeplerle millet darmadağınık olmuştur. Otorite yeniden sağlandığında ise dağılanlar yeniden toparlanmış ve istikrara kavuşan toplumun nüfusu doğal yollarla da artmıştır.
Bilge Kağan, abidenin güney yüzünün sonlarında milletin yanılmaması ve eski yanlışlara tekrar düşmemesi için şiddetli uyarılarda bulunmuş ve “Bugün itaat eden boylar olarak mı yanılacaksınız?” biçiminde Türkçede bugün de sık kullanılan soru cümlesiyle hayreti ifade etme yolunu seçerek durumu bir kez daha vurgulama gereği duymuştur.
Köl Tigin yazıtının doğu yüzü “Üze kök tengri asra yagız yir kılındukda ikin ara kişi oglı kılınmış.” cümlesiyle başlar. Bu cümle Kök Türkler devrinin din anlayışının temelini göstermesi bakımından etraflıca değerlendirilmesi geren bir cümledir. Burada gök, yer ve insanın yaratılmış olduğunu kabul eden bir din ile karşı karşıyayız. Yani Kök Türkler’in inancına göre evren ve içindekiler yaratılmış (mahlûk)tur. Cümlede geçen “kök tengri” sıfat tamlaması üzerinde de özellikle durmak gerekir. Çünkü konu ile uzaktan ilgilenen pek çok kişi bu ibareyi “Gök Tanrı” olarak aktarmakta ve Kök Türklerin çok tanrılı olduğu yanlış anlaşılmasının yerleşmesine yol açmaktadır. Hâlbuki bu ibare “mavi gök” anlamındadır ve “mavi gök” de yaratılmış, yani mahlûktur. Bu yanlış anlamanın sebebi de “Tengri” kelimesinin hem gök hem de yaratıcı olmak üzere iki ayrı anlama sahip olmasıdır. Bu yapı; tengri ismiyle onu niteleyen kök kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlamasıdır. Uygur metinlerinde de benzer kullanımlarla karşılaşılır, ancak İslam dönemi metinlerinde ilk andan yani Kutadgu Bilig’den itibaren Tengri, daha sonraki devirlerde Tanrı kelimesi, yalnız İslam’daki Allah kavramına karşılık olarak yaygın bir biçimde, tereddütsüzce kullanılmıştır. Bu tamlamada dilciliğin çalışma alanına giren bir takım anlam olayları yaşanmıştır. Tengri kelimesi başlangıçta muhakkak ki tek anlama sahipti ve bu anlam da muhtemelen “gök” idi. Gök anlamlı kelime zamanla yaratıcı anlamında da kullanıldı ve ikili bir durum oluştu. Kelimelerde genellikle yeni anlamlar eski anlamları unuttururlar, bu kelimeye has olmak üzere işin içine bir de kutsallık girince özelikle İslam sonrası “gök” anlamı bütünüyle unutuldu ve kelime yalnız kutsal alanla sınırlı kullanılır oldu. Çağatay metinlerinde karşılaşılan doğruluk anlamında “tingrilik” ibaresi de yine kutsalın bir tezahürü olarak kullanılır.
Yaratılış ve varlık anlayışının ortaya koyulduğu ilk cümleden sonra ise Türk’ün hâkimiyet anlayışını gösteren şu cümle ile karşılaşmaktayız. “Kişi oglında üze eçüm apam Bumın Kagan, İstemi Kagan olurmış.” Burada Bumın ve İstemi Kağanların hâkimiyetinin sınırı ifade edilmiştir ve o sınır kişioğlu yani bütün olarak insanoğludur. Hâkimiyet, Türklerle veya çevre halklarla sınırlı tutulmamış, bütün insanlığı içine almıştır. Bu cümle; cihan hâkimiyeti ülküsünün açık ifadesidir. Bu ifadenin bize gösterdiği bir başka durum da Birinci Köktürk devletinin hatıralarının bu devirde canlı olarak yaşamasıdır.
Bu metnin üçüncü cümlesi insanlık için çok önemli olan bir başka konuya dikkatleri çeker. “Olurupan Türk budunung ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş.” Tahta oturup Türk milletinin ülkesini tutup, kanunlarını da düzenleyivermiş olarak anlamlandırabileceğimiz bu cümle; hâkimiyetin iki temel unsuru olan ülke ve kanun ile ilgilidir. Tarihin bilinen devirlerinden bugüne insanlar bir takım idari yapılar oluşturmuşlar, bu yapıların devam etmesi için kurallar koymuşlar ve kurallara uyulmasını sağlamak üzere de kurumlar oluşturmuşlardır. Devletlerin koyduğu yazılı kuralların yanında toplumlar da dünyayı ve hayatı algılayış biçimlerine göre iyi-kötü ayrımı yapmış ve bir takım ahlaki ölçüler getirmişlerdir. Bu cümlede gördüğümüz ili tutmak ibaresi, ülkeyi elde tutmak olarak düşünülürse töreyi itmek de töreyi yani hukuku düzenlemek ve bütün ülkede hâkim kılmak olarak anlaşılmalıdır. İl ve töre ibarelerinin sık sık birlikte kullanılması; Türklerin zihninde bu iki kavramın, yani ülke ve kanun kavramlarının bir bütün oluşturduğunu göstermektedir. Hatta töre yani hukuk o kadar önemlidir ki kaynaklarımızda “İl gider, töre kalır.” şeklinde bir atasözü kayıtlıdır. Kısaca bu iki kavram Türkler tarafından birbirinin bütünleyicisi olarak düşünülmüştür ki bu da ileri bir medeniyetin göstergesidir.
Takip eden cümlelerde yapılan seferler ile savaşlardan ulaşılan başarılardan söz edilirken “Başlıya baş eğdirmek, dizliye diz çöktürmek” gibi Türkçe harikası olan bir deyim kullanıldığını görüyoruz.
Ülkenin ulaştığı doğu ve batı sınırları belirtildikten sonra yer alan “İkisi arasında pek teşkilatsız Köktürk öylece otururmuş.” cümlesini nasıl anlamalı? İlk bakışta bir olumsuzluk gibi anlaşılacak “idi oksuz” (pek teşkilatsız) ibaresi bizce şöyle anlaşılmalıdır: Belirtilen sınırlar içerisinde devlet ve kanun hâkimiyeti o derece sağlanmıştır ki bu coğrafyada yaşayan insanların herhangi bir tedirginlik ve endişe duymaları için hiçbir sebep kalmamıştır. Ayrıca devlet, vatandaşların bütün sıkıntılarını giderecek kadar güçlüdür ve ne baba oğla, ne de oğul babaya muhtaçtır. Bu yüzden insanlar rahat ve endişesiz olarak darmadağınık yaşarlar.
Kağan ve yöneticilerin iki temel vasfı olan bilgelik ve yiğitlik sık vurgulanmaktadır. Pek çok başarı ve güzelliğin sebebi de bu iki meziyetle ilgili gösterilmiştir. Ülkenin ve halkın selameti için bu iki meziyetin yanında beylerin ve halkın da adaletli ve dürüst olmaları üçüncü bir gereklilik olarak sayılmıştır.
Devletin çöküşü anlatılırken sıralanan sebepler de oldukça dikkat çekicidir. Çöküşün ilk sebebi olarak; ağabeyin yerine geçen küçük kardeş ile babanın yerine tahta oturan oğlun ağabey ve baba gibi yaratılmamaları gösterilmiştir. Konunun yaratılışla yani Tanrı ile ilgili kısmını değerlendirirken devlet anlayışını hatırlamak gerekir. Türk devlet anlayışına göre kağan olan kişiler Tanrı tarafından onlara bağışlanmış bir kut sahibidirler. Oğlun babası gibi yaratılmaması demek, Tanrı tarafından babaya verilmiş olan kut, oğula verilmemiş demektir.
Kağanın bilgisiz ve kötü olması, vezirin aynı şekilde bilgisiz ve kötü oluşu, ayrıca beyler ile halkın da adaletten ayrılmaları ve dürüst olmamaları çöküşün sebepleri olarak gösterilmiştir. Bu sayılanlar içeri ile ilgilidir, dış sebep olarak da Çin’in hileci ve aldatıcı olması, kardeşi kardeşe düşürmesi, beylerle halkın arasını açması yani ülkeye fitne sokması gösterilmiştir. Bütün bu sayılanların sonucunda Türk milleti büyük bir felaketle karşı karşıya kalmış, devletini ve yöneticilerini kaybetmiştir. Bu durumun en acı sonucu ise bey olacak erkek çocukların Çinlilere köle; hanım olacak kız çocukların ise cariye olmasıdır. Birinci Köktürk Devleti’nin yıkılmasının doğurduğu sonuçlar bu sayılanlarla sınırlı değildir. Türk beyler Türk adını bırakmış, Çin’deki beyler Çin adı alarak Çin kağanına hizmet etmişlerdir. Elli yıl süren esaret döneminin sonuçlarından biri de Çinlileşme diyebileceğimiz ve ad değiştirme olarak yazıtlara yansıyan durumdur. Yazıtlarda bey olarak adlandırılan kişiler, muhtemelen topluma yön verme güç ve yeteneğine sahip olan aydınlardır. Aydınları dürüst olan bir toplum için herhangi bir tehdit ve tehlike çok da etkili olmaz, ancak aydınları, adaletten uzaklaşmışsa, yazıtlardaki tabiri ile “tüzsüz” ise toplumun geleceği karanlık demektir. Aydınlar Türk adını bıraktı cümlesini ilk önce bunlar; Türkçe olan adlarını değiştirip Çince adlar aldılar, ikinci olarak da Türkçeyi unutup Çince konuşmaya başladılar biçiminde anlamak gerekir. Bilge Kağan’ın yakındığı bu durum, günümüz de dahil olmak üzere tarihimizin hemen her devrinde sıkça gördüğümüz bir durumdur. Türk aydınının kendi değerlerine sırt çevirmesi ve dışarıya gereğinden fazla açık olması, bazı aydınlarca zaman zaman eleştirilmiş, ancak durum çok da değişmemiştir. Çöküş dönemlerinin aydınları milli bilinci işleyip öne çıkararak kurtuluşta pay sahibi olmuşlar, ancak kısa bir süre sonra tekrar yabancılaşma ve yabancı değerleri üstün görme hastalığı nüksetmiştir.
Çin esareti yıllarında sık sık isyanlar ve bağımsızlık teşebbüsleri olduğu bilim adamlarınca ortaya konulmuştur. Ayrıca Bozkurtlar zamanının temel konularından biri olan Kür Şad ihtilali de bu dönemdeki isyanları anlatır. Bu esaret dönemi yazıtların da ana konularından biridir. Bir süre esir yaşayan halkın; “İl sahibi bir millet idim, ilim şimdi hani? Kağan sahibi millet idim kağanım şimdi hani?” diyerek isyan ettiği ve bu teşebbüsün başarısız olması üzerine Çinlilerin “Türk milletini öldüreyim, kökünü kurutayım.” dediği ve neredeyse yok edeceği kaydedilmiştir.
Türk milletinin yok olmasına razı olmayan Türk’ün Tanrısı ve Türk’ün kutsal vatanı; İlteriş Kağan ile İlbilge Hatunu yukarı kaldırmıştır. Yukarı kaldırma yani gökte olma da yine hâkimiyet konusu ve devlet anlayışıyla ilgili durumlardır. Burada dikkat çeken bir diğer husus da kağanla birlikte hatunun da anılmasıdır. Kut sahibi olma ve devlet idaresinde hatun da kağan ile beraberdir.
Bu bölümün devamında İlteriş Kağan’ın mücadelesiyle ilgili satırlar yer almaktadır. Abidelerdeki dikkat çekici benzetmelerden birini de bu satırlarda görürüz. Bilge Kağan; babasının askerini kurda, düşmanın askerini ise koyuna benzetir, ancak bunun da sebebi Tanrı’nın verdiği güçtür. İlteriş Kağan’a dair son cümle ise “Babam kağan, öylece ili ve töreyi kazanıp ölmüş.” biçimindedir. Burada yine il ve töre yani ülke ve hukukun birlikte anılması dikkate değerdir.
Bilge Kağan, babası öldükten sonra kendisi ve kardeşi küçük olduğu için devletin başına geçirilen amcası Kapgan Kagan’ın yaptıkları ile kendisinin görevlerinden de söz etmiştir. Bu bölümde yine yapılan sefer ve savaşlardan, elde edilen başarılaranlatılmıştır. Burada anlatılanlara göre devletin gücü doruk noktaya çıkmış ve bunun sonucu olarak da zengin bir toplum oluşmuştur. Bu zenginlik şöyle anlatılır: “O zamanda kul, kul sahibi; cariye, cariye sahibi olmuştu. Kardeş ağabeyini, oğlu babasını bilmezdi.” Burada karşımıza çıkan en yakın akrabaların birbirini bilmemesini nasıl anlamak gerek? Bilmeme; tanımama, saygı göstermeme anlamıyla düşünülürse isabetli ve töreye uygun olmaz. Türk töresinin temel esası bilindiği üzere büyüğe saygı, küçüğe sevgidir. Bu “bilmeme”yi; insanlar o kadar zenginleşti ki hiçbir şeye ihtiyaçları kalmadı ve hiçbir şey için en yakınlarının bile kapısını çalmaz oldular biçiminde anlamak metne uygun olacaktır.
Yazıtın bu bölümünde “Türk Oğuz beyleri, millet işitin!” diye başlayan muhteşem ve insanı heyecanlandıran bir hitap ile yine insanın tüylerini ürperten “üstte gök çökmese, altta yer delinmese senin ilini ve töreni kim bozabilecekti?” meşhur cümlesi yer almaktadır. İmkânsızlığı anlatmak üzere kullanılan göğün çökmesi ve yerin delinmesi gerçekten de müthiş bir söz sanatıdır. Bu hitap Türk milletinin aklını başına toplaması uyarısıyla sürer ve ahmakça davranışlarıyla nasıl kötülüklere sebep olduğu acı bir şekilde anlatılır. Bu yapılan hataların sonucu olarak Türk milleti darmadağınık olup dört bir yana gitmiş gittiği yerdeki kazancı da kanının su gibi akması, kemiğinin dağ gibi yığılması, yukarıda da söylendiği gibi beylik erkek çocuğunun köle, hanımlık kız çocuğunun da cariye olmasıdır.
Bilge Kağan, kendisinin kağan olmasını da Tanrı’nın bağışı olarak görür, ancak bu bağışın sebebini de “Türk milletinin adının ve sanının yok olmaması” olarak kaydeder. Bilge Kağan, kağan olduğunda şartların nasıl olduğuna dair bir durum tespiti yapar. Buna göre o, sıkıntıları çok olan bir toplum üzerine kağan olmuştu ve babası ve amcasının oluşturduğu yapının dağılmaması için kardeşi Köl Tigin ile gece gündüz çalışmışlardır.
Bu bölümün devam eden satırları, Köl Tigin’in kahramanlıklarına ayrılmıştır. Bu satırlarda kağanın kendisi için en büyük yardımcı olan yiğit bir kardeşin ölümü üzerine hissettiklerini ve acısını görüyoruz.
Abidenin kuzey yüzünde de Köl Tigin’in kahramanlıkları anlatılmış, savaşlarda göstermiş olduğu yararlılıklar tek tek sayılmış ve böylece Bilge Kağan pek çok şey borçlu olduğu bir yiğit kardeş için yapılabilecek en güzel işi yapmış ve bu yazıtla onu ölümsüzleştirmiştir.
Şu satırlar; hem bu yazıtları sanat eseri haline getiren, hem de Bilge Kağan’ın duygularını çok güzel ifade eden Türkçe harikası satırlardır: “Kardeşim Köl Tigin vefat etti. Ben düşündüm. Görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu. Düşündüm. Ebedi olarak Tanrı yaşar, kişioğlu hep ölümlü yaratılmış diye düşündüm. Gözden yaş gelse engel olarak, gönülden çığlık gelse geri çevirerek düşündüm. İyice düşündüm…”
Abidelerde ölüm kavramını karşılamak üzere, aynı bugünkü gibi, yakınlar için ölüm kelimesi kullanılmamakta; uçmak, uça barmak, kergek bolmak gibi sözler tercih edilmektedir. Uçmak ve uça barmak tabirleri kolay anlaşılan tabirlerdir, ancak kergek bolmak tabiri tartışılmış ve bunun da bir kuş ile yani uçmakla ilgili olduğu kabul görmüştür. Ölümle uçmak arasındaki ilişki ise ruhun bedenden kurtulup göğe yükselmesi inancı dolayısıyla kurulmuştur. Bu inanma bugün de görülür.
Türk tarihinde tiginlerin devlet için birlikte gayret gösterdiklerinin örneği ne yazık ki çok nadirdir. Tarihimizde, kardeşler genellikle taht kavgası yapmışlar ve bu kavgalar yüzünden Türk tarihinin içe dönük mücadeleleri çok ciddi bir sıklıkta karşımıza çıkar. Bilge Kağan ve Köl Tigin’in ilişkisi bu bakımdan son derece dikkat çekici ve özeldir. Bu ilişkinin bir örneği Tuğrul ve Çağrı Beylerin ilişkisidir. İki kardeşin anlaşarak devlet idaresinde rol alması, her iki örnekte de hiç şüphesiz millet ve devlet lehine çok önemli sonuçlar doğurmuştur. Tarihimizde taht kavgalarıyla ilgili pek çok örnek gösterilebilir ki bunların sonucunda da hep kardeş kanı dökülmüştür.
Kırk yedi yaşında ölen Köl Tigin’in yuğ töreni, çevredeki bütün devlet temsilcilerinin katıldığı görkemli bir tören olmuştur. Törene kimlerin katıldığı da yazıtta tek tek açıklanmıştır.
Köl Tigin’in ölüm tarihi ve yuğ töreni tarihi de kaydedilmiş ve onun için sadece mezar ve yazılı taş yapılmadığı, bir külliye oluşturulduğu kaydedilmiştir.
Yazıtın son cümlelerinde ise bu yazıların Köl Tigin’in yeğeni olan Yollug Tigin tarafından yirmi günde yazıldığı belirtilmiş ve “Gökte de hayatta olduğu gibi (yaşayınız)” duasıyla yazıt tamamlanmıştır.