Bilimin bugünkü bulguları Türklerin ne zamandan beri ayrı bir millet olarak var olduğu ve bu milletliğin hangi coğrafyada oluştuğu sorularının cevabını tam olarak verebilmekten uzaktır. Bazı eski aydınlarımız Türk’ün ilk atası olarak Hz. Nuh’un oğlu Yafes’i gösterir. Ali Şir Nevayi Muhakemetü’l-Lügateyn adlı eserinde dilleri anlatırken bazı milletlerin ata kökleriyle ilgili de bilgi verir:
“Türkçe, Farsça ve Hintçe asıl dillerin kaynağıdır. Bunlar Nuh peygamberin Yafes, Sam ve Ham adlı üç oğluna ulaşır. Durum kısaca şöyledir: Nuh Aleyhisselam tufan belasından kurtulup hayat bulunca dünyada beşer cinsinden eser ve insan türünden kimse kalmamıştı. Tarihçilerin Türk’ün atası diye adlandırdığı Yafes’i Hıtay ülkesine gönderdi, Fars’ın atası denilen Sam’ı İran ile Turan ülkelerinin ortasına vali tayin etti. Hintlilerin atası kabul edilen Ham’ı da Hindistan tarafına gönderdi. Bu üç peygamber çocuğu adı geçen ülkelerde çoğalıp yayıldılar.”
Bu satırlar bize Türk’ün ilk atası ve ilk vatanı ile ilgili eski kaynaklardaki rivayetleri aktarmaktadır. Tarihî kaynaklarda yer alan bu rivayetlerin aydınların ve halkın zihninde yerleşmiş olması, insanların buna inanması, bu durumun gerçek olup olmamasından önemlidir. Çünkü millet varlığını sürdürmek isteyen bütün toplumlar her şeyden önce kendilerine köklü bir tarih ararlar. Başları dara düşen toplumlar tarihlerinden ilham ve cesaret alarak sıkıntılarını atlatmaya uğraşırlar, atalarının yapabildiği şeyleri kendilerinin de yapabileceğine inanır ve bu yolda önlerine birtakım hedefler koyma gücünü bulurlar. Tarihî başarısı olmayan, tarihte herhangi bir varlık gösterememiş, insanlığa bir katkı sunamamış, başka toplumlarla fazlaca etkileşmemiş, destanları olmayan, yazılı bir edebiyat oluşturamamış, bir hukuk geliştirememiş, millî bir saza ve müziğe sahip olamamış, bütün hayatlarını başka milletlerin hâkimiyetinde yaşamış, kısaca devlet ve medeniyet kuramamış olan toplumlar da bu durumlarından kaynaklanan komplekslerinin etkisiyle kendilerine gerçeklerle ilgisi olmayan, uydurmalara dayalı bir tarih oluşturmaya çabalar. Bu durumun dikkat çekici bir örneğini son yıllarda ülkemizde yaşamaktayız. Etnik mikrobun saldırısına maruz kalmış ve bunun sonucunda bölücülük batağına saplanmış olanlar, kendilerine bir tarih oluşturmak için akıl almaz yollara başvurmakta bir sakınca görmüyorlar ve ne yazık ki bu safsatalara inananlar da çıkıyor.
Yukarıda belirtilenlere sahip olamamış halklar bu eksiklerini gidermek için bir aşağılık duygusuna kapılarak bazen başkasının bir şarkısını, bazen bir yemeğini, bazen bir tarihî kahraman veya şahsiyetini, bazen bir hikâye veya masalını bile sahiplenebilir. Büyük milletin fertleri ise bu olup bitenleri bazen eğlenerek, bazen de hayret ederek seyreder.
Ali Şir Nevayi’de ve başka kaynaklarda gördüğümüz yukarıdaki rivayet gibi pek çok tarihî kayıt ve olayla Türk’ün tarihi varlığını ilişkilendirmek ve konu üzerinde birtakım şeyler söylemek mümkündür, ancak asıl konumuz bu değil.
Türk milletinin tarihini ve coğrafyasını incelemeye kalkıştığımızda çok önemli iki zorluk söz konusudur. Bunlardan birincisi yukarıdaki rivayetin gösterdiği üzere insanlık tarihiyle yaşıt denebilecek bir tarih derinliği, ikincisi ise Eski Dünya olarak adlandırılan Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının önemli bir bölümünü, hatta bazı görüşlere göre Amerika kıtasını da içine alan bir coğrafya genişliği. Tarihî derinlik kendiliğinden oluşmuş bir durumdur, ancak coğrafya genişliği Türk’ün hareket yeteneğinin ve hâkim olma arzusunun bir sonucudur. Bu iki temel unsurun Türk zihninde nasıl oluştuğuna ve somut kaynağına dair düşüncemiz şöyledir: Türkler, yaşadıkları coğrafyada bulunan birtakım madenleri çok erken devirlerde işlemeye başlamış ve bunlardan günlük hayatlarını kolaylaştırıcı araçlar, süs eşyaları ve silahlar yapmıştır. Demir, kömür, altın, gümüş gibi maden adlarının Türkçe olması bu durumun bir göstergesi olarak düşünülmelidir. Kömür yakarak demir dağı eritme biçiminde destana da yansıyan bu durum, Türk coğrafyasında keşfedilen başka birtakım maddi unsurlarla da kanıtlanmaktadır. Demir ve benzeri madenlerin işlenmesi bir anlamda silah üretimi demektir. Anlaşıldığı kadarıyla Türkler, çevrelerindeki diğer halklara göre daha erken dönemlerde ve onların ellerindekine göre daha etkili silah üretmeyi başarmıştır. Devrin, her şeyin insan gücüne ve zekâsına dayalı olan şartları dikkate alındığında komşulardan daha etkili silahlara sahip olmak elbette ayırt edici bir durumdur. Ancak bunun yanında ve bunu tamamlayıcı diyebileceğimiz oldukça değerli ikinci bir husus daha vardır ki o da devrin en hızlı ulaşım aracı olan atın ehlileştirilmesi ve hayatı etkileyecek biçimde kullanılmasıdır. Türk kültüründe silahın ve atın namusla ilişkilendirilmesi düşünüldüğünde bu söylenenler daha anlaşılır olacaktır.
Demirden üretilmiş silahlara ve devrin en hızlı ulaşım aracına sahip olan konargöçer bir toplum doğal olarak çevresindeki halklara ve tabiata hükmetme isteği duyacak ve bunun yollarını bulacaktır.
Tabiatta kendini koruma ve beslenme ihtiyacı için üretilen silah, zaman içerisinde kendiliğinden hâkimiyet aracına dönüşür. Hele hele bu silah tabiatla iç içe yaşayan, sürülerinden dolayı kendini bir mekâna bağlı hissetmeden kolayca yer değiştirebilen ve bu yer değiştirmeler sırasında mücadele etmek zorunda olan bir kişi ya da toplumun elinde ise daha etkili bir biçimde kullanılır ve sahibini de hükmedici konuma yükseltir. Yeni mekânlarda sürü otlatmak için öncelikle o mekânın boşaltılması ve oraya hâkim olunması gerekir. Bu hâkimiyetin ilk şartı da oradakileri kovma, ya da boyun eğdirmedir. Türk tarihinde bu iki durumun örneği de bol miktarda vardır. Dünyadaki büyük kitleler halindeki insan hareketlerinde Türk rolü oldukça fazladır. Bu büyük insan hareketleri, halkların oluşumunu ve yeni milletlerin doğumunu da hazırlamış önemli etkenlerdendir.
Mekân değiştirme ve yurt tutma mücadelelerinde hızlı ulaşım aracı da son derece gerekli ve etkili bir unsurdur. Gerek saldırıda, gerekse savunmada hasmından daha hızlı bir hareket yeteneğine sahip olmak, her devirde çok önemli bir üstünlük olmuştur. Türklerin bu kadar geniş bir coğrafyaya dağılmalarında ve bu geniş coğrafyada bin yılları bulan hâkimiyetlerinde Türk atlarının payı sön derece büyüktür.
Silahı da atı da insan kullanacaktır. Yani eğer insan gerektiği gibi eğitimli ve cesur değilse silahın ve ulaşım aracının ne ve nasıl olduğunun pek bir önemi olmaz, ayrıca beklenen sonucu da hâsıl etmez. Her devir için geçerli ve gerekli durumlardan birincisi, belirtildiği üzere insanın gerektiği gibi eğitilmesi ve cesur olmasıdır. Eğitim, planlanıp programlanarak insanlara birtakım özellikler kazandırabilecek bir olgudur, ancak cesaret farklı bir duygu ve cesur olma farklı bir durumdur. Bu duygu, eğitimle belki geliştirilebilir, ancak korkak bir adamı ya da toplumu eğitimle cesur hâle getirmek çok da imkân dâhilinde bir durum değildir. Bu duygunun bir yanı genlerle ilgiliyse diğer yanı da kişinin ya da toplumun yaşamış olduğu hayatla yani tarihle ilgilidir. Bütün tarihini başkalarının gölgesinde yaşamış, ömründe herhangi bir cesaret belirtisi gösterme gereği duymamış bir kişi ya da toplumdan pek çok şey beklenir ama cesaret beklemek doğru olmaz. Türklerin ya da bütün olarak bozkır insanının hayat tarzı ve hayatın onlara getirmiş olduğu zorluklar, karşılaşma ihtimali olan tehlikelerin çeşitliliği ve büyüklüğü düşünüldüğünde diğer insanlara göre ister istemez bir farklılık olacaktır.
Sabit bir mekânda yaşayan tarım kuşağı insanının hayatı belirli kurallar çerçevesinde sürüp gider ve bu kuralları da büyük ölçüde yaşanılan coğrafyanın özellikleri belirler. Sürekli yer değiştiren bozkır insanı ise her coğrafyada farklı şartlara uyum sağlamak gibi bir zorlukla karşı karşıyadır. Dolayısıyla bozkır insanı hayatı daha cesur ve atılgan yaşamak zorundadır, bu yüzden de insanlık tarihi sıklıkla kuzeyden gelen halkların orta kuşak yani tarım kuşağı halkları üzerindeki baskılarından ve onları yağmalamalarından söz eder. Güneyden kuzeye yönelik uzun süreli istila hareketi hemen hiçbir devirde pek söz konusu olmamıştır ancak aksi durum süreklidir.
Konargöçer hayat sürdüren toplumlarda sınırları belirli bir toprağa, yani sınırlı bir vatana bağlılık duygusu fazlaca gelişemez. Çünkü yaşadığı hayat dolayısıyla sürekli yer değiştirecek ve toprağı vatan yapan hatıralar, sınırları belirli bir toprak parçasına değil, daha geniş coğrafyalara dağılacak ve belirli bir vatan algısından ziyade “Gök çadırımız, güneş bayrağımız.” biçiminde ifadesini bulan sınırsız bir vatan algısı söz konusu olacaktır. Orhun Yazıtları’nda Bilge Kağan tarafından vatanın sınırları “Doğuda güneşin doğduğu, batıda güneşin battığı, kuzeyde gece ortası …” biçiminde çizilmiştir. Oğuz Kağan’a atfedilen “Gök çadırımız, güneş bayrağımız.” ile torunu Bilge Kağan’ın vatan anlayışı tam olarak örtüşmektedir. Belki de bu yüzden Eski Türkçede sınır anlamına gelen bir kelime yoktur ve tarım kuşağına inip de başka halkların yurtlarını vatan tutan ve başka devletlerle sınırdaş olan Türkler, bu kavramı karşılayacak kelimelere gerek duydular ve sınır kelimesini Rumcadan, hudut kelimesini de Arapçadan ödünç aldılar.
Türk’ün yaşamış olduğu hayat tarzı, onda çok erken devirlerde hükmetme duygusunu geliştirmiştir. Türkler bu duygunun bir sonucu olarak başka milletlere göre oldukça erken zamanlarda devlet fikrine ulaşmıştır. Bu fikre ulaşmak demek, her şeyden önce örgütlenme ve birlikte iş yapma bir başka deyişle ortak bir takım özellikleri geliştirme ve ortak hedeflere sahip olmak demektir.
İnsandaki hükmetme duygusu herhalde onun yaratılışıyla ilgili bir duygu olmalıdır. İnsanın yaratılıştan getirdiği pek çok duygu gibi hâkim olma duygusu da yaşanılan hayat dolayısıyla gelişebilir ya da gerileyebilir. Toprağa, hayvana, suya hükmetme yeteneğini keşfeden insan, zaman içerisinde kendisinden zayıf ya da bir şekilde eksik olan insanlara da hükmetmeyi öğrenmiş olmalı. Yaratılış itibariyle farklı yeteneklere sahip olan insanoğlu, zaman içerisinde sahip olduğu bu yetenekleri daha da geliştirmenin yollarını da bulmuştur. Önce aile, ardından boy, daha sonra ise devlet teşkilatı oluşup gelişmiştir ve Türkler bu oluşumu herhalde çok erken çağlarda tamamlamış olan halklardan biri olmalıdır. Devlet kurma yeteneğinin çok gelişmiş olması ve neredeyse sıradan bir durum hâlini alması, Türklerin pek çok badireyi başka halklara göre daha kolay atlatmasını ve nüfuslarının çok fazla olmamasına rağmen bugüne kadar kendi kimliğiyle yaşayabilmesini sağlamıştır. Türk milletinin varlığını devam ettirme konusundaki eşsiz yeteneğinin temelinde kolay teşkilatlanma bilincini aramak gerektiği düşüncesindeyiz. Türk’ün varlığını devam ettirme konusundaki yeteneği hakkında destanlarımızın aktardığı hatıralar yeterince fikir verecek durumdadır.
Kolay teşkilatlanma yeteneğinin, yıkılan devletin yerine derhâl yenisini kurabilmek gibi bir olumlu yanı varken mevcut devletin hoşa gitmeyen birtakım uygulamalarını değiştirmek ve bozulduğu düşünülen bazı kurumlarını ıslah etmek yerine devleti topyekûn değiştirme mücadelesine girmek gibi genellikle kötü sonuçlar doğuran yanı da gözden uzak tutulmamalıdır. Türk tarihinde yıkılan devletlerin büyük kısmının Türklerin birbirleriyle mücadeleleri sonucunda tarihten silindikleri düşünülürse söylenmeye çalışılanlar daha iyi anlaşılacaktır. Elbette sosyal olayları tek yönlü düşünmek ve bir sebebe bağlamak doğru değildir ancak ortaya çıkan sonuçta yukarıda anlatılmaya uğraşılan durumun payı yadsınamaz.
Büyük millet olarak kabul görmenin birinci şartı öncelikle büyük bir medeniyete sahip olmaktır. Türkler, çok geniş bir coğrafyada ve çok derin bir tarihte büyük bir medeniyet oluşturmuş, insanlığın tanık olduğu birkaç milletten biridir. Türk milletinin yeniden büyük olması ve bu durumunu devam ettirebilmesi için her bir ferdinin bunun idrakinde olması ve konu üzerinde zihin yorması gerekmektedir. Bunun yolu da elbette okuldan ve eğitimden geçecektir. Türk devleti, ciddi bir eğitimle tarih ve medeniyetiyle barışık, geçmişe körü körüne hayran değil, iyi ve kötü yönleriyle ondan haberdar ve ders çıkarabilen, gelecekte de geçmişteki büyüklüğe kavuşma azmini hiçbir zaman yitirmeyen, Batı medeniyeti karşısında düşülen aşağılık duygusundan sıyrılmış, günlük meşgalelerle boğulmayan, geleceğe dair düşünceleri olan Ülkücü insanlar yetiştirmek zorundadır. Bugünün teknolojisiyle imkân dâhilinde ve çok da zor olmayan bu durum, hem Türk milletinin hem İslam dünyasının hem de ezilen bütün halkların tek çaresidir. Çünkü insanlığın son bin yılı Hristiyan ve İslam medeniyetlerinin çatışmasıyla geçti ve on yedinci yüzyılın başlarında üstünlüğü Hristiyan medeniyetine kaptıran İslam medeniyeti mağlup oldu. Bizler yaklaşık üç yüz yıldır mağlup olmuş bir medeniyetin çocukları olarak bu durumdan kurtulmanın yollarını arıyoruz. Bu mağlubiyet Müslüman milletler içerisinde de en çok bizi etkiledi çünkü o medeniyetin öncü ve yönetici gücü Türklerdi. Türklerden başka hiçbir millet bu durumun acı ve sıkıntısını iliklerinde hissederek çekmedi, hatta pek çoğu ilk fırsatta Türk’ün aleyhinde oldu ve bağımsızlık mücadelesinde Hristiyan milletlerden geri kalmadı. Bunu da onlara çok görmemek gerek çünkü yönetici muktedir olmaktan uzaklaşırsa iktidarı tartışmalı hâle gelir. Yani medeniyet kurucu ve iktidar sahibinin zayıf olma hakkı yoktur, eğer zayıfladıysa sonuçlarına katlanacak, ya yok olacak, ya da aklını başına devşirip yeniden iktidarı ele alacaktır. Yirminci yüzyılda din kaynaklı medeniyetlerin mücadelesinden söz etmek pek mümkün değildir çünkü Hristiyan medeniyetinin karşısında mücadele edecek Müslüman ya da başka dine mensup bir siyasi güç yoktur. Yüzyılın ilk çeyreğinde asırların yorgunu olan Türk milleti, büyük imkânsızlıklara rağmen Millî Mücadele’sini kazandı ve bir süre ayaklarının üzerinde doğrulmaya çabaladı ve ayağa kalkar kalkmaz da Osmanlı zamanında başlatılan Batı medeniyetini yakalama uğraşına devam etti. Bu uğraşta Osmanlı zamanında olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de bize yanlış gelen birtakım uygulamalar olmuştur, ancak bu yanlışlıkları öne çıkararak Osmanlı ve Cumhuriyet’i birbirinin devamı değil de rakibiymiş gibi görmek, göstermek, tek tek insan hikayeleri üzerinden bir tarihi kötülemek, günümüzde olduğu gibi siyasetini bunun üzerine bina etmek, birini tutup diğerine düşman gibi davranmak, gerçeği aramak yerine zihnindekileri gerçekmiş gibi sunmak ve insanları aldatmak, etnik sıkıntılarını bu yollarla gidermeye ve Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan bu yolla intikam almaya çalışmak doğru bir tavır değildir. Böyle davranmak, insanların zihnindeki tarihî bütünlüğü yok ederken, asıl meselemiz olan medeniyet yarışını da akıllardan uzaklaştırır ve vatandaşlar arasında fitneye yol açarak düşmanlıklara sebep olur ve olmaktadır. Bu tavırlarını ısrarla devam ettirenlerin Millî Mücadele’de Türk’ün karşısında yer alanların devamı oldukları ve mağlubiyetlerinin intikamlarını almaya çalıştıkları açıktır ancak burada da gerçek niyetlerini gizlemekte ve din savunucusu kisvesiyle hareket ederek dindar insanları Cumhuriyet, bunun üzerinden de Türk düşmanlığına taşımaya çabalamaktadırlar.
Yirminci yüzyıl dinler yerine komünizm, kapitalizm gibi ekonomik sistemlerin mücadelelerine tanık oldu. Bu mücadeleler sonuncunda komünizm de sistem olarak çöktü ve insanlar tek kutuplu bir dünyadan söz eder oldular. Tek kutuplu dünya demek tam anlamıyla dünyanın Batı’ya teslim olması demekti. Bu teslim olmanın en acı tarafıyla da ne yazık ki zayıf ve parça parça olan Müslüman milletler muhatap oldular. Müslümanların yaşadığı bu zillet hâli, haysiyet sahibi her Müslüman’ı derinden yaraladı ve yaralamaya devam ediyor. Bu durumdan çıkışın çaresi de ancak ve ancak medeniyet kuruculuğunun idrakinde olan Türklerde, Türk milliyetçiliği iddiasında bulunanlardadır.