ATATÜRK’E GÖRE BALKAN YENİLGİSİNİN SEBEPLERİ (Askerî Strateji Bakımından Bir Analiz)

24 Mart 2018 12:18 Dr.Ali GÜLER
Okunma
11302
ATATÜRKE GÖRE BALKAN YENİLGİSİNİN SEBEPLERİ  (Askerî Strateji Bakımından Bir Analiz)

ATATÜRK’EGÖRE BALKAN YENİLGİSİNİN SEBEPLERİ

(Askerî Strateji Bakımından Bir Analiz)

 

 

Yrd. Doç. Dr.Ali GÜLER

 

 

 

ATATÜRK VEBALKANLAR

Çocukluk, ilk gençlik ve mesleki hayatınınbir bölümü itibarıyla 57 yıllık ömrünün yaklaşık yarısını Balkanlar’da geçiren Mustafa Kemal Atatürk; ömrünün sonuna kadar Balkanlar’a olan ilgisini azaltmadan sürdürmüştür.

Atatürk’ün baba soyu, Anadolu’dan gelerek önce bugünkü Makedonya Cumhuriyeti’nin Debre şehrine bağlı Kocacık’ayerleşmiş, sonra buradan Selânik’e göçmüşlerdir. Atatürk’ün anne soyu da Anadolu’dan gelerek önce Selânik’le Manastır arasında yer alan Vodina Sancağı’na bağlı Sofular nahiyesine yerleşmiş, sonra Selânik ve Lankaza’ya göçmüşlerdir. Aile tarihi itibarıyla bir “Balkanlı” olan Mustafa Kemal Atatürk,1881’de Selânik’te doğmuş, ilk öğrenimine kadar hayatı Selânik’te geçmiştir.[1]

Mustafa Kemal’in eğitim ve öğretim hayatında önemli bir yer tutan ilk ve orta öğrenim hayatının önemli bir bölümü Selânik’te geçmiştir: Mahalle Mektebi (1887), Şemsi Efendi Okulu (1887-1893), Mülkiye Rüştiyesi (1894), Askerî Rüştiye (1894-1895). Lise eğitimi de yine önemli bir Balkan şehri olan Manastır’da geçmiştir: Askerî Lise (1896-1898).[2]

Şu hâlde Atatürk doğumundan (1881) lise eğitimi sonuna (1898) kadar çocukluğu ve ilk gençlik yılları, yani ömrünün 17yıllık kısmı Selânik ve Manastır olmak üzere Balkan topraklarında geçmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün meslek hayatı bakımından da Balkanlar önemli bir yer tutmaktadır. Onun; 1907’de Selânik’teki 3. Orduya tayin edilişinden, Diyarbakır-Silvan’daki 2. Orduya bağlı 16. Kolordu Komutanlığına tayin edildiği tarih olan 1916 yılına kadarki hayatı da sırasıyla Selânik (Yunanistan), Üsküp (Makedonya), Trablusgarp, Bosna, Arnavutluk,Bingazi, Derne, Topruk, Bolayır, Sofya (Bulgaristan), Belgrat, Çetine(Sofya’daki ataşe mileterliğine ek görev olarak) ve Gelibolu Yarımadası’nda geçti.[3]

Şu hâlde Trablusgarp ve Bingazi’de geçen kısa süreyi çıkaracak olursak, Atatürk, 1907’de kurmay yüzbaşılığından başlayarak 1916’daki tuğ generalliğe yükselişine kadarki süreyi de yani çoğu çok çetin savaşlar ve deneyimlerle geçen yaklaşık 9 yıllık süreyi de Balkanlar’da geçirmiştir.

Hem ailesinin hem de kendisinin“Balkanlı” olması, ömrünün yarıya yakın süresinin (toplam 26 yıl) Balkanlar’da geçmesi Atatürk’ün Balkanlar’a olan ilgisini anlamak için yeterlidir. Kaldı ki,yıkılan Osmanlı Devleti’nden genç ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni çıkaran ve bu yeni devletin “Kurucu Cumhurbaşkanı” olarak, Türkiye’nin yakın komşuları ileilişkilerini ve buna bağlı dış politikasını belirlemek görev ve sorumluluğunu üstlenmiş olması da Balkanlar’la özel olarak ilgilenmesinin nedenlerini anlamamızı kolaylaştıran bir durumdur.[4]

 

 

GENEL OLARAKBALKAN YENİLGİSİ

Askerî, mesleki hayatının önemli bir bölümünü Balkanlar’da geçiren Mustafa Kemal Atatürk Balkan Savaşı’nı ve buradaki yenilgiyi genel olarak; Osmanlı Devleti ve Türk milleti açısından“facia”, “felaket”, “eski zihniyetin çöküşü” ve “bilgisiz komutanların geri çekilişi” olarak değerlendirmektedir. Ordunun teşkilatlandırılmamasını, bir savunma planı olmayışını ve birliklerin eğitimsizliğini de savaşın kaybedilmesindeki önemli sebepler olarak ele almaktadır. Karlsbad Anıları’nda (1918yılında) şunları söylüyor:

Balkan Savaşı’na gelince, bu da Türk ordusunun savaşla kaybetmesi değildir, bir felakettir. Ancak, bu, Türk ordusunun hezimeti değildir. Türkiye’deki eski zihniyetin çöküşüdür. Türk ordusunun başında bulunan cahil komutanların geri çekilişidir. Bu esnada Türkiye’ye hâkim olan cahil kişilerin tutumu Balkan devletlerinin askerî sonuç almalarına sebep olmuştur. Denilebilir ki bu savaş Türkiye için bir sürpriz olmuştur. Ordu, toplanabilmek için yeterli zamana ve bir plana sahip olmamıştır. Sadece sınır askerleriyle (avant-gardes) savaş kabuledilmiştir. Asıl hakiki büyük Türk ordusu teşkilatlandırılamamıştır. Öyle anlar olmuştur ki, silahsız millete başvurulacağı yerde küçük birlikler kurmaya çalışmışlardır. Tam yetkiyle iktidarda bulunan bazı kişilerin cehaleti ülkeninen değerli kısımları, ordu kullanmaya muktedir olmadan ki bu ordu büyük cesaretle savunmayı yapabilecek kudrette idi, düşmana terk etmişlerdir.[5]  

 

BİR SAVUNMA PLANI OLMAYIŞI

Atatürk yukarıdaki değerlendirmesinde Balkan Savaşı yenilgisinin temel sebeplerinden biri olarak ordunun savunma planları olmayışını göstermiştir. Bu konudaki tespitlerini de başından geçen biranı olayı hareketle gazeteci Asım Us’un bir sorusu üzerine anlatmıştır.

Atatürk Balkan Harbi ile ilgili anılarını Vakit Gazetesi Başyazarı Asım Us’a sofra sohbetlerinde anlatmış, Asım Us da bu konuşmaları aynen not etmiştir. Yazar bu konuda şunları yazıyor: “Balkan faciası Osmanlı Devleti için önüne geçilemez bir felaket mi idi? Yahut Bulgarların, Sırpların, Yunanlıların, Türkiye aleyhinde ittifak ederek taarruz hareketine girişmelerinden sonra panik şeklinde bir mağlubiyetten kurtulma çaresi yok mu idi? Bir gün Atatürk’ün sofrasında bu mesele konuşulmuştu.Atatürk Garp Trablus’u ve Balkan Harplerine ve Rumeli müdafaasına ait hatıralarından bahsederek şöyle demişti:

“Balkan Harbi patladığı zaman ben Trablusgarp’ta bulunuyordum. Eğer ben o sırada orada bulunmayıp da Rumeli’nin herhangi bir noktasında bulunsaydım, O Balkan faciası olmazdı. Çünkü Selânik Kolordusunda bulunurken küçük Balkan devletlerinin birleşerek müşterek bir taarruz yapmaları ihtimalini düşünüyorduk. Ben böyle bir ihtimale karşı tatbik ve takip edilecek müdafaa planı üzerinde çalışmıştım. Bir gün bu müdafaa planına ait haritaları masamın üstüne sererek meşgul bulunurken içeriye Talat Bey (Paşa) ile o zaman İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Sekreteri olan Hacı Adil Bey girdiler. Kolordu Kumandanını ziyarete gelmişler. Bu münasebetle benide hatırlamışlar. Selamlaşmadan sonra Talat Bey söz olsun kabilinden bana sordu:

-Kemal Bey çok dalmışsın, ne ile meşgul oluyorsun? dedi. Önümüzdeki haritaları göstererek bunların Rumelimüdafaa planı olduğunu söyledim. Bir gün küçük Balkanlı devletlerin birleşerek müşterek bir taarruz yapmaları ihtimaline karşı askerî hazırlıklarımızdır. Talat Bey:

- Ben asker değilim bu işlerden anlamam. Fakat bu gösterdiğin müdafaa planlarını kim tatbik eder? diye sordu.Ben elimle kendimi işaret ederek:

- Ben yaparım, dedim. Talat Bey bu mevzu üzerinde daha fazla konuşmadı, sustu. Esasen sadece hatır ve gönül almak kabilinden olarak benim yanıma uğramışlardı. Veda ederek ayrıldılar. Sonradan öğrendim ki, benim Rumeli’nin müdafaa planları hakkındaki sözlerim Talat Bey’in pek garibine gitmiş. Odadan çıktıktan sonra giderlerken Hacı Adil Bey’e:

 

- Gördün mü bizim deliyi? demiş.”[6]

Muhtemelen Selânik’te 3. Ordu Karargâhında görevli olduğu 1909-1910 yıllarında cereyan eden bu olay da göstermektedir ki,Atatürk genç bir kurmay binbaşı olarak yaklaşan tehlikeyi görmüş ve bir çalışma içine girmiştir. Talat Paşa’nın aynı olaydaki tavrı ise basit bir öngörüsüzlükten öte gelişen olayları değerlendirmedeki yetersizliğini gözler önüne sermektedir.   

 

BİRLİKLERİN EĞİTİM EKSİKLİĞİ VE KOMUTANLARIN YETERSİZLİĞİ

Atatürk Balkan Savaşı yenilgisi ile ilgiliolarak, ordunun eğitim zafiyetini ve komutanların yetersizliklerini de önemli bir sebep olarak ortaya koymuştur. Bu konulardaki düşüncelerini Nuri Conker’in“Zabit ve Kumandan” eserine karşılık 1914’te kaleme aldığı “Zabit ve Kumandanla Hasbihal” isimli eserinde anlatmıştır. O Zabit ve Kumandanla Hasbihal’de Selânik’te30 Haziran 1911 tarihinde hazırlayarak 3. Kolordu Komutanına sunduğu bir raporda bu hususlardaki zafiyetlere dikkat çekmiş olduğunu rapordan örnekler vererek anlatmaktadır.

“Bir ordunun barışta izlemesi gereken ciddi çalışma ve bu çalışma ile sağlamlaştıran bilimsel bilgilerin zamanı gelince zaferle sonuçlanacak şekilde uygulanması için, yüce askerlik mesleğindeki kişilerin taşıması gereken manevi özelliklere ilişkin sözlerini de müthiş bir darbe izliyor: ‘Ordumuzun son Balkan Savaşı’ndaki ağır yenilgisi acı bir gerçektir. Hayal kırıklığına uğranıldı.’ Evet çok acı bir gerçektir. Fakat senin de açıkladığın gibi bu uğursuz gerçeği kavrayanlar da vardı. Bence bunu kavramamış olmak için ya dalgın ya da bilgisiz olmak gerekirdi.

Selânik’te 30 Haziran 1911’de Kolordu Komutanına sunulmuş resmî bir raporun bazı noktalarını, ders almak, geçmişteki derin uykumuzu şimdi ve gelecekte de sürdürmemek için hep birlikte bir kez daha gözden geçirelim:

Madde 1. ‘...Bundan dolayı acemi eğitimi dönemine verimi alınmaksızın son verilmiştir.’

Madde 2. ‘..Alay komutanı denetleyeceği eğitim döneminden alınacak verimin ne ve nasıl olması gerektiğinden habersizdir…’

Madde 3. ‘…13. Tümen Komutanı birlikler karşısında aldığı bir seyirci durumuyla… yokluğundan daha zararlı duygular ortaya çıkardığı… görevini bilmediği…’

Madde 4. ‘Alay ve tümen komutanının denetim ve eleştirideki bilgisizlikleri subaylarda şaşkınlık; küçümseme ve güvensizlik duyguları uyandırıyor.’

Madde 5. ‘…Bu düşüncede ve bu bilgideki alay ve tümen komutanlarının, bugünkü askerî gelişmelere paralel olarak yetiştirilmesi zorunlu olan birlikleri yetiştiremeyecekleri, onlara komuta ve gereğinde onları sevk ve idare edemeyecekleri, kuşkuya yer bırakmayan açık gerçeklerdendir. Bu noktadaki gerçekleri görüp söylememek ise ordunun verimsizliğine, savaşta yurdu kurtarmak için istenecek önemli görevi yerine getirememesine razı olmaktır ki, buna hainlik denir.’

Madde 6. ‘...Bu duruma bir an önce çare bulmaya girişmek, her namus ve vicdan sahibinin görevidir. Emir ve komuta yetkisini taşımayanların bu konuda yapabilecekleri iş, gözlem ve incelemelerini yetkili kişilere sunmaktır. Makam ve yetki sahibi olanların kişilere acıma göstererek, ordunun çökmesine yardım etmemeleri…’

Bu raporu sunduğum makamda, o zaman memleketim Selânik’i savaşmadan Yunan ordusuna terk eden kuvvetin başında bulunmuş Tahsin Paşa oturuyordu.

Raporumun bu makam sahibinden 3. Ordu Müfettişlik makamına kadar gitmiş olduğunu duymuştum. Fakat ne amaçla kendini bilmezliğin bir örneğini göstermek amacıyla…

3. Ordu Müfettişliğine de sunulan bir başvurunun son satırlarını okuyalım: ‘..Komutanları anılan kişiler olduktan sonra… orduda eğitim ve öğretim verimi, emir-komutada, itaat ve disiplinde iyi bir gidiş aramak, serapta su aramaya benzer.”[7]

 

Atatürk aynı eserde bu konuda çeşitli askerî birliklerden örnekler verdikten sonra böyle bir ordu ile herhangi bir savaşta sonucun “yıkım ve ölüm” olacağını öngördüğünü belirtiyor: “Yalnız söylemek isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o gidişlerinin kesinlikle yıkıma ve ölüme doğru bir gidiş olduğu yargısına varmak için çok akıllı ve uzak görüşlü olmak gerekmezdi.

Biz o zaman kararımızı vermiş ve vicdanımızın sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara duyurmak kararlılığında bulunmuştuk…

Kendi tespitlerini de anlatan Atatürk şu şekilde devam ediyor:

Sonra ne olduğu sizce de bilinmektedir. Denildi ki, ‘Bu yükselen haykırışın anlamı yoktur. Bu, gereksiz, aşırı bir çaba, belki de bir deliliktir…’ Yok… Yok… O haykırış bir delilik eseri değildi. O haykırış, bugünkü felaketi vicdan ve akıl gözüyle görebilmekten oluşan acıların yansımasıydı.

Gerçekten bir gün, Sirenaik savaş alanından Balkan yangınına koşarken…

Birgün, Afrika kıyısından memleketime ulaştıracak yolların kapanmış olduğunu görürken…

Birgün, duydum ki, Hortacı Sultan Camisi’nin minaresine çan taktırılmış ve orada yatan babamın kemikleri Yunan palikaryalarının kirli ayakları altında çiğnetilmiştir.

Birgün, duydum ki, o Edirne manevralarındaki hâlini anlattığım tümen, düşündüğüm gibi utanılacak duruma düşmüş, kendisiyle birlikte bir insan topluluğunun perişan olmasına neden olmuştur. Osmanlı milletinin yüzüne çıkmaz kara lekeler sürmüştür.[8] 

 

SONUÇ

Hem ailesi hem de kendisi bir “Balkanlı”olan, ömrünün yarıya yakın süresini (toplam 26 yıl), bunun içinde askerî görevlerinin önemli bir kısmını Balkanlar’da geçiren Atatürk’ün Balkanlar’a yakın ilgi göstermiş bir asker ve devlet adamıdır.

Onun bizzat içinde yaşadığı pek çok olayı gözleyerek ve edindiği tecrübelerden dersler çıkararak ortaya koyduğu düşünceler; Balkan yenilgisini anlamamızda oldukça etkili olmaktadır. O daha çok, ordunun bir savunma planının olmayışından, mevcut komutanların bilgisizliklerinden ve ordunun modern usullerle eğitilmemesinden yakınmaktadır.Öngörü sahibi bir asker olarak tespit ettiği eksiklikleri üst makamlara iletmiş ve ilgilileri tedbir almaları için uyarmıştır.

O dönem için yaptığı tespitler bugün de önem taşıyan tespitlerdir. 

 

             

                        .



[1] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız: A. Güler, Sarı Mustafam (Atatürk’ün Az BilinenYönleri), Truva Yayınları, İstanbul, 2010, s. 13 vd.

[2] Mustafa Kemal’in öğrenim hayatı konusunda bakınız: A.Güler, Sarı Mustafam (Atatürk’ün Az Bilinen Yönleri), s. 127 vd. A. Güler, AskeriÖğrenci Mustafa Kemal’in Notları (Arşiv Belgeleri Işığında), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2001, 1-82 s.

[3] Bu görevlerle ilgili olarak bakınız: Türk İstiklâl Harbine Katılan Tümen ve DahaÜst Kademelerdeki Komutanların Biyografileri, 2. Baskı, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1989, s. 2-3. 

[4] R. Genç, “Atatürk ve Balkanlar”, Atatürk ve Manastır Sempozyumu (12-13 Ekim 1998, Manastır) Bildirileri,Öz-Ten Ofset ve Tipo Yayıncılık, Ankara, 1998, s. 14.

[5] Karlsbad Anılarından aktaran A. Afetinan. Sadi Borak, Atatürk, Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev,Demeç, Yazışma ve Söyleşiler, 3. Baskı, Kırmızı Beyaz Yayınları, İstanbul,2004, s. 411-412.  

[6] Aktaran Asım Us. Sadi Borak, Atatürk, Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşiler,3. Baskı, Kırmızı Beyaz Yayınları, İstanbul, 2004, s. 29-30.

[7] M. Kemal, Subayve Komutan İle Konuşmalar, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1997, s. 3-5.

[8] M. Kemal, Subayve Komutan İle Konuşmalar, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1997, s. 10-11.