MEZHEPÇİLİĞİN İSLAM DÜNYASINA VERDİĞİ ZARARLAR

17 Ekim 2018 13:55 Mehmet DUMANOĞLU
Okunma
4630
MEZHEPÇİLİĞİN İSLAM DÜNYASINA VERDİĞİ ZARARLAR

                        MEZHEPÇİLİĞİN İSLAM DÜNYASINA VERDİĞİ ZARARLAR        

Şii – Sünni ayrımı;  İslam’ın temel kabullerinden, Kur’an veya sünnetten (sünnet: Hz. Peygamber’in (SAV) söz ve davranışları) kaynaklanan bir ayrım değil, siyasal bir ayrımdır.
       Politik kaygıları esas almadığımızda Şiilik ve Sünnilik aynı kaynaktan gelir aynı şeylere inanırlar. İslam’ın en ileri anlamda tevhit ve hoşgörü kurumu olan tasavvufta bu beraberlik daha büyük ölçülerde kurulmuştur.
     Ehlibeyte saygı, ehlibeyit düşmanlarını sevmeme,  Kur’an ve sünnet kaynaklı bir eğilimdir. Bu eğilimin iki istismarı olmuştur: Biri Şiilerce biri Sünnilerce. 
     Şii istismar, ehlibeyti sevme adı altında İslam’ın büyük isimlerinden birçoğuna saldırmaktadır. Sünni istismar ise Şiiliğin bu tavrını bahane ederek, Emevi anlayışına “meddahlık” yapmaktadır.  Tarikat – tasavvufi çevreler genellikle bu iki istismarın ortasında durmuş ve “orta yolu” seçmişlerdir.
        İslam dünyasındaki bilimi, kültürü, sanatı, Müslüman toplumların uygarlık seviyesinin gelişmesi bakımından düşünürsek; “temel inanış bakımından AYNI FİKİRLERDE OLDUĞU GERÇEĞİ UNUTULMAMAK KOŞULUYLA”  farklı görüşlerin olması ESASINDA FAYDALI OLMUŞTUR.
       Değişik görüşler sayesinde 13. yüzyıl sonuna kadar İslam uygarlığı felsefe, ilahiyat, matematik, tarih, coğrafya, din bilimlerinde gelişmiş, tarihin arşivlerinde kalmış ve unutulmak üzere olan antik Yunan uygarlığı yeniden ortaya çıkarılıp Avrupa medeniyetine devredilebilinmiştir.
       Farklı görüşlere sahip ilim insanları karşıt görüşleri kabul etmeseler de “onların görüşlerine” hoşgörülü ve saygılı bir tutum takınmışlardır.
       İslam sanatı “geleneksel İslami anlayışın” insan yüzünün resmedilmesine muhalif tutumu nedeniyle minyatür sanatını, dindar duygular güzel azı (hat) ve ebru sanatlarını ortaya çıkardı.
       Karahanlılarla (840-1042) birlikte Türklerin Müslümanlığa hızla akışları sürecinde medreseler ortaya çıkmış, Büyük Selçuklularla birlikte “günümüzdeki manasında”  medreselere geçiş yaşanmıştır.
       Medreselerin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla başlayan “vakıf kültürü” ilerideki zamanlarda Anadolu Selçuklu ancak özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda sadece medreselerle sınırlı kalmamış toplumsal yaşayışın bütün alanları için vakıflar kurulmuş ve İslam’ın “sadaka, zekât ve hayır işleme ile ilgili tavsiye, teşvik ve emirleri sonucu” bir gelenek biçimini almıştır.
       Günümüzde olduğu gibi geçmişte de mezhepleri kişisel amaçları için kullanan zalim insanlar      “gerçek niyetlerini” Müslümanlardan gizleyip sanki İslam için, hatta daha da ileri gidelim “Allah için” yaptıklarını söyleyerek ve rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’ün ifadesiyle “Allah’la aldatarak” Müslümanları kullanmışlar;  servetlerini, şöhretlerini, yaşadıkları zaman ve bölgede toplumdaki itibarlarını, güçlerini artırmışlardır.
       Geçmişte olduğu gibi günümüzde de politik hedeflerini gerçekleştirmek isteyen siyasetçilerin ve devletlerin; İslam’ın temel inanışlara aykırı olmasa bile farklı tutum ve/veya görüşleri “değerlendirmesiyle birlikte” Müslümanlar önce bölünmüşler sonra olumsuz anlamda olmak üzere rekabetlere girmişler nihayetinde “birbirleriyle” savaşlar yapmışlardır.
       2018 yılını yaşadığımız gibi geçmişte de İslam dünyasında Müslümanlara en büyük zararlar (mali, ekonomik, sanat, ilim, toplumsal barış, sosyolojik hatta psikolojik bakımlardan) Müslüman devletlerin politik nedenlerle mezhepleri kullanması sonucu olmuştur.
       XX. yüzyıl başında İslam dünyası “tarihinin en karanlık dönemini” yaşıyordu. Çünkü önce Osmanlı daha sonra “onun bakiyesi olan” Türkiye Cumhuriyeti dışında hür, bağımsız başka Müslüman devlet yoktu.
       XXI. yüzyıl başındaki tabloda da fazla değişen bir şey yok. Kâğıt üstünde pek çok Müslüman devlet var gibi gözükse bile gerçekte Türkiye ve İran hariç  ya bir devlete politik ve mali, ekonomik bakımdan “tam bağımlılar”  ya da “kabile devleti” görünümündeler.. Adına  “emirlik” denilen veya “bir ailenin” adıyla anılan devletçikler...
       Baştaki “aile” bir devletin koruması ( kontrolü) altında ( ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Belçika gibi) emirliğini ( sultanlığını, krallığını) devam ettirebildiği için “onların menfaatleri yönünde” ülkesinin (!) dış politikasını, ekonomisini, eğitim siyasetini, maliyesini ve PARASINI idare etmekteler.
       Başta Afrika olmak üzere birçok coğrafyada açlıktan Müslümanlar ölürken,  kuraklık nedeniyle su kaynaklarının kıtlığı yaşanırken; MYNMAR’DA Müslümanlar hem de Budist rahiplerin öncülüğü ve kışkırtmaları ile BÜYÜK DRAMLAR YAŞARLARKEN; sultanlar ( KRALLAR, EMİRLER, ŞEYHLER) “paralarını” ABD bankalarına yatırırlar. Çünkü buna “sultanlıklarını devam ettirebilmek için” mecburdurlar.
       ABD; Katar ile S. Arabistan’ı karşı karşıya getirir ve S. Arabistan kralını ABD’ye çağırıp 650 milyar  ( 650.000.000.000) dolarlık silah satar. Buna “kral” hayır diyemez, satın alır. Alınan silah miktarı Arabistan’ın toplam nüfusundan bile fazladır. Bunu bilir ancak itiraz edemez. Gerçekte Katar’la, S. Arabistan arasında bir sorun da yoktur. Bunu da bilir Suudi kral. Sonra ABD, Katar emirini (şeyhini) çağırır ve ona da 450 milyar ( 450. 000.000.000) dolarlık silah satar.  Aslında O da her şeyin farkındadır, ne yazık ki karşı gelemez…
       İki ülke arasında problemi ABD çıkarmıştı.
       İki tarafa da silahları satan devlet; ABD.
      İki tarafta bunu biliyor. İki tarafta itiraz edemiyorlar ve “dolarları” kim kazandı? ABD ( Şubat- 2018).
       İşte Türkiye ve İran hariç günümüzdeki Müslüman devletlerin durumu budur. Sadece ülke isimleri ile sömürgeci devlet adı değişiyor…
       Günümüzde dünyanın politik koşulları gibi “güç merkezleri” de çok değişmiştir. Sanayi Devrimi (1780) öncesi bütün güçlü kabul edilen ülkeler arasında ortalama bir denge varken Sanayi Devrimi’nden sonra bütün dengeler sanayileşmiş devletler lehine değişmiştir.
       Sömürgecilik yarışı ile birlikte XIX.  yüzyıldan günümüze “yağmacılık – sömürgecilik –emperyalizm -  küreselleşme (globalizm)” aşamaları yaşandı. Bu gelişme ve değişimler “sömürü yöntemlerinin de” değişmesine neden olmuştur.
       Yaşadığımız zaman diliminde savaşlar SİLAHLA değil, BİLİM, EKONOMİ VE TEKNOLOJİK GÜÇLE YAPILIYOR.
       Toplumların kültürleri, toplumsal yapıları, mali kaynakları, ekonomik durumları, MİLLÎ GÜÇ UNSURLARI, dinî özellikleri ( mezhepler, tarikatlar, cemaatler gibi) öğrenilip:
        “Milliyetçilik; kabileciliğe ve din; mezhep ve tarikatlar düzeyine indirgenerek” toplumların birbirleriyle savaşmaları sağlanıyor.
       Hedef; bir coğrafya da tek ya da iki üç güçlü devlet yerine mali ve siyasi olarak kendilerine bağımlı birçok devletçiğin ortaya çıkmasını sağlamak olması yanında mezhep rekabetleri oluşturarak “kalıcı düşmanlıklar” ortaya çıkarmaktır.
       İslam dünyasındaki mezhepler emperyalist devletler tarafından ( özellikle ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya Federasyonu)  “gerektiğinde” kullanılmak üzere; görevlendirdikleri oryantalistler tarafından araştırılmış, öğrenilmiş, zayıf-güçlü yönleri bulunmuş, İslam devletleri arasındaki mezhepçilik rekabetleri not alınmış, BOP ( Bölünmüş Orta Doğu Projesi) ile “kendi çıkarlarına uygun olarak” planlanmış ve günümüzde değerlendirilmektedir.
     2018 yılında Müslüman devletlerin birbirleriyle mücadelelerine baktığımızda şunu rahatça söyleyebiliriz:
       BOP kısaltmasının açılımı;  ( uygulamada) Büyük Orta Doğu Projesi DEĞİL, Bölünmüş Orta Doğu Projesi anlamına geliyor.
       BOP’la ilgili olarak olumsuz manada İLK eleştirilmesi gerekenler gerçekte emperyalist ülkeler değil,  onlara KARŞI “mezhepçiliği bırakıp, birbirleriyle iş birliği yapmayı beceremeyen” Müslüman devletlerdir.
       Küreselleşme politikasına (küreselleşme; dünyanın, hangi ülkeler arasında ekonomik olarak nasıl bölüşüleceği ve yönetileceği projesi) BOP için fırsat verenler,  Müslüman devletlerin:
      Mezhepçilik yapan,
      Ekonomik çıkarlar sağlamak, siyasi güç elde etmek veya güçlerini Müslüman toplumlar üzerinde artırmak isteyen,
     “Kâğıt üstünde bile olsa bağımsız(!) emirliklerini, devletçiklerini  ( Kuveyt, S. Arabistan,  Birleşik Arap Emirlikleri, Katar vd.) devam ettirmeye çalışan,
     ABD veya İsviçre bankalarındaki servetlerini nasıl olursa olsun korumaya çalışan,
    “Ufuksuz, dar görüşlü, muhteris bu nedenle de düşünme ve görme özürlü”  yöneticileridir.

     Arnold TOYNBEE:
     “Güney Müslümanlığı EŞARİLİK ( Fas’tan, Kahire dâhil Suudi Arabistan’a kadar) bizim için tehlikeli olmaktan çıkmıştır. Bir şeyh satın alır, hepsini yönetirsiniz.
     Bizim için Kuzey Müslümanlığı MATURİDİLİK ( İstanbul’dan Buhara’ya Türk bölgesi) tehlikelidir. BUNLAR BİLİMLE BARIŞIKTIR.  O nedenle HER ZAMAN ATATÜRK GİBİ BİR ASİ ÇIKARABİLİR. Önlemi şimdiden alınmalıdır. BU DA İSTANBUL VE HORASAN’I HALLETMEKTEN GEÇER”.
     S. Arabistan veliaht prensi Muhammed bin Salman:
     “ABD; bizden, Vehhabiliği komünizme karşı yaymamızı istedi. Biz de Müslüman ülkelerde yaydık”.
      Suriye, Yavuz Sultan Selim’in 1516’daki Mercidabık Savaşı ile Osmanlı egemenliğine girmişti. Osmanlıdan öncede başka bir Türk devleti olan Kıpçak ve Kuman Türklerinin kurduğu Memluklülerin ( Kölemenler / 1250-1516) elindeydi. Onlardan önce ise yine başka bir Türk devleti Anadolu Selçuklulara ( 1075-1308) bağlı Suriye Selçukluları  (1092-1117) bulunuyordu.
       Bu üç Türk devleti zamanında da günümüzde olduğu gibi Suriye çok dinli, çok dilli, çok mezhepli bir ülkeydi. Fakat bu kültürel ve toplumsal farklılıklar HİÇ SORUN OLMAMIŞTI.
       Bölünmüş Orta Doğu Projesi hazırlıkları sırasında Türkiye, Irak ve Suriye’de “kazanlar kaynatılmaya” başlanmıştı…
       Hafız Esad’ın vefatından sonra BOP’UN kaynattığı kazan ısındı ve kültürel bir zenginlik olan dil, inanç, milliyet,  mezhep farklılıkları ‘’elbette yönetimin hataları da eklenince”  bir anda bütün vatandaşları – tıpkı Irak’ta olduğu gibi- karşı karşıya getir(il)di.
      Ülke paramparça oldu, insanlar birbirleriyle düşman hâline geldiler, milyonlarca Suriyeli göçmen durumuna düştü, milyonlarca Suriyeli öldü veya öldürüldü.
       Suriyelilerin içine DÜŞÜRÜLDÜKLERİ FECİ DURUMU; Suriyeli bir göçmenin, sosyal medyaya düşen ve büyük yankı uyandıran bir mesajı en doğru en güzel biçimde açıkladı.
       Suriyeli göçmen mesajında şöyle yazıyor:
      ‘’HEPİMİZ GAZİANTEP ÇÖPLÜĞÜNDE BİRLEŞTİK:
     Yıllarca karşımızdakini Arap, Kürt veya Türkmen, Nusayri diye küçük gördük. Yıllardır Yezidi, Nusayri,  Alevi, Şii veya Sünni diye karşımızdakine tepeden baktık.
     Birbirimizden nefret ettik, konuşmadık, komşularımızla görüşmeyi kestik. Sonra çoğumuz göçtük, bir kısmımız Gaziantep’e geldik. Burada “Aç kaldık ve çöplüklerden yiyecek aradık.” İşte Gaziantep çöplüğünde yiyecek ararken; dün birbirimizden nefret ettiğimiz, görüşmediğimiz, konuşmadığımız, tepeden baktıklarımızla karşılaştık ve aynı çöplükte beraber yiyecek aradık.
     HEPİMİZ, GAZİANTEP ÇÖPLÜĞÜNDE BİRLEŞTİK…(Mart- 2018)”
                                                                                                         
     21 Mart 2018 günü Afrin’e giren Türk askerine sarılıp “Sizi çok bekledik, nerede kaldınız?”diyen Saliha teyzenin sözleri Türkiye için çok anlamlı, dünya için mesajlarla doludur…
     Benzer ifadeleri Sırpların işgalinden sonra;  Kosova’ya, Türk askerî birliği girince Kosovalılardan da duymuştuk.  ‘’Bilge Kral”  Aliya İZZETBEGOVİÇ’in Türkiye ile ilgili görüşleri çok değerlidir.
     Tarihin her döneminde “savaşçılıkları, dirençleri ve inatçılıkları” ile bilinen Afganların, Afganistan’daki “bütün devletlerin askerleri ile çatışmalar yaptıkları hâlde” Türk askerleri ile ASLA sıcak temasa girmemeleri  tesadüf değil elbette.
     Farklı Müslüman coğrafyalardaki bütün benzer tutumlar, duygu birlikteliği, güvenilen ve beklenen olmanın anlamı şudur:
     “TÜRKİYE, SADECE TÜRKİYE DEMEK DEĞİLDİR” .
     İran, tarihin her döneminde güçlü devletlerin kurulduğu bir bölge olmuştur. Ancak coğrafyasından kaynaklanan bir talihsizlikleri vardır: Akdeniz’de kıyısının OLMAMASI.
     Bu nedenle her zaman bir “kara devleti” kalmak zorunda olmuş, bu talihsizliğini kırmak için daima Akdeniz’e ulaşabileceği bir koridora sahip olmayı hedeflemiştir. Safevi Devleti ile Osmanlı İmparatorluğu arasında yapılan Çaldıran Savaşı’nın (1514) asıl nedeni de buydu ( ikisi de Türk devletidir.). Safevi hükümdarı Şah İsmail güçlü bir devlet olabilmek için Akdeniz’e ulaşması gerektiğinin farkındaydı. Ancak onun şanssızlığı Osmanlı İmparatorluğu ile karşı karşıya gelmek zorunda olmasıydı. Nitekim yapılan savaşta Safeviler yenilince Şah İsmail hedefine ulaşamadı.
     Günümüz içinde durum bundan farklı değildir İran bakımından. Sadece Hürmüz Boğazı İran’a yetmemektedir. Akdeniz’e ulaşmalıdır.
     Bunu gerçekleştirmek için geçmişte Osmanlıyla mücadeleye girdiğinde Anadolu’daki Alevi Müslümanlarla ilgili nasıl bir politika geliştirdiyse şimdi de Irak, Bahreyn, S. Arabistan, Yemen, Mısır, Lübnan’daki Şiiler üzerinden isimlerini sıraladığımız devletler üzerinde siyaset yapmaktadır.
     Suudi Arabistan; 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere tarafından kurdurulmuştu. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra değişen güç dengeleri sonucu ABD’nin denetimine girmiştir. Resmî devlet ideolojisi radikal Sünni görüşlü Vehhabiliktir.
     Vehhabilik, ABD tarafından “kendi emperyalist çıkarları için” değerlendirilmiş ve diğer İslam devletlerine önce “Yeşil İslam” daha sonra “ılımlı İslam” politikalarıyla ihraç edilmiştir. Suudi Arabistan, ABD’nin “mezhep ihracına” itiraz edememiştir ( el Kaide, Taliban, IŞİD terör örgütleri bizzat ABD tarafından İngiltere ve Rusya Federasyonu devletleri ile iş birliği yapılarak kurulmuştur).
     İran’ın; S. Arabistan’ın en zengin petrol yataklarının olduğu bölgelerdeki Şii görüşlü Zeydilere etkisi ile mevcut rejime karşı çıkan ayaklanmaları, gene İran’ın etkisi ile Bahreyn’deki Şiilerin, devlete karşı ayaklanmaları sonucunda Orta Doğu İslam coğrafyasında iki büyük gruplaşma ortaya çıkmıştır:
Sünni görüşlü blok; Suudi Arabistan – Bahreyn - Mısır- Yemen- Ürdün- Kuzey Irak yönetimi.
Şii görüşlü blok; İran – Yemen -  Katar – Suriye - merkezî Irak hükûmeti.
     Görüldüğü gibi MEZHEP TEMELLİ iki kutuplu bir İslami coğrafya ortaya çıktı.
     Bu tablodan elbette ABD, İngiltere, Fransa, Rusya Federasyonu, İsrail çok memnunlardır. Ilımlı İslam politikası çalışmaları sonunda  “dinlerin diyaloğu”na gelinmişti. Dinlerin diyaloğundan “radikal İslam” söylemine. Sonuçta mezhep ayrılıklarını değerlendiren ve “mezhepçilik” üzerinden hedeflerine ulaşan yukarıda adlarını yazdığımız devletler olmuştur.
     Bu tablonun Müslümanlara faydası ne?
     …………………………………..
     Dikkat ettiniz mi artık Rusya Federasyonu topraklarında hiç adı İslam’la birlikte anılan terör örgütü eylemleri yok.
     Sizce neden?
     Çünkü bütün bu militanların, Rusya Federasyonu tarafından IŞİD’E KATILMALARI SAĞLANDI ve Rusya’dan uzaklaştırıldılar. Suriye’de savaş biterse bu militanlar nereye gidecekler?
     Avrupa veya Rusya Federasyonu topraklarına . 
     Öyleyse Suriye’deki savaş uzatılabildiği kadar devam etmeli, bunlar Suriye’de ölmeli, ölmemişlerse – “radikal İslamcı teröristler” adıyla Müslümanları öldürüp, bu ülkenin işgali ve üçe bölünmesi için Suriye’de görevlerini yaptıklarına göre - bir şekilde yok edilmelidir…
     İsrail için en ciddi tehdit dört ülkeden geliyordu: 
     Mısır: Cemal ABDÜLNASIR’dan sonra özellikle Enver Sedat’la birlikte bu tehlike hiç kalmadı.
     Irak: Özellikle Saddam Hüseyin zamanında İsrail’in çekindiği bir devletti. Şimdi Irak üçe bölündü ve İsrail açısından tehdit sona erdi.
    Suriye: Baba Hafız Esad’dan bu yana daima İsrail için tehditti. Değişik zamanlarda iki ülke askerleri karşı karşıya gelmişlerdi. Şimdi Suriye’de üçe bölünmüş durumda. Bakmayın Suriye’de savaşın devam ettiğine. ABD ile Rusya, Beşir Esad’ın yerine kimin geleceği ve IŞİD militanlarına ne yapılacağı (?) konusunda anlaştıkları anda bu savaş biter.
     İran:  ABD ve İsrail’in en çok çekindikleri tehlike. BOP’la Türkiye’den sonra- mümkünse- aynı zaman dilimi içinde İran’ın bölünmesi planlanmıştı. Ancak Türkiye 15 Temmuz 2016 Fetö kalkışmasını bastırınca ABD’nin, Suriye’den sonra İran’ın bölünmesine çalışacağı iddia ediliyor  (Bu iddia Türkiye açısından tehdidin bittiği demek değildir.).
      Gene iddialara göre 2018 Şubat ayında İran’ın birçok şehrinde çıkan ayaklanmalar bir provaydı. Ancak İran böyle provalara pabuç bırakmayacak kadar güçlü bir devlet ve binlerce yıllık devlet tecrübesi, gelenekleri olan bir toplum. 235 ( iki yüz otuz beş) yıllık geçmişi olan bir devlete pabuç bırakmaz… Ancak İran’ın başından da ABD, İNGİLTERE ve İSRAİL’İN GETİRECEĞİ SIKINTILARI BİTMEYECEKTİR.


                                                              TÜRKİYE’NİN DURUMU

     Öncelikle son birkaç yılda Türkiye’de neler yaşandığını sadece konu başlıkları ile sıralamamız gerekiyor:
-       O zaman başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın “BOP’UN eş başkanıyım.” açıklaması Türkiye açısından büyük şanssızlık ve hataydı.
-       Terör örgütü PKK ile yapılan GİZLİ (!) Oslo Görüşmeleri ( bu da hataydı).
-       Terör örgütünün siyasi temsilcileri olan HDP milletvekilleri ile yapılan “barış görüşmeleri” ve bu görüşmelerden sonra PKK terör örgütünün gücünü artırma çabalarında “alan”dan asker ve polisin çekilip, terör örgütüne bırakılması... Buna hata demek yetmez.
-       FETÖ’nün devlet içindeki yapılanmasına göz yumulması ( ilk defa Ankara Emniyet Müdürlüğü (2004) sonra Genelkurmay Başkanlığı ve MİT, FETÖ konusunda Millî Güvenlik Kurulunu raporları ile uyarmıştı…
-       Türk ordusuna karşı yapılan Deniz Kuvvetleri Casusluk Soruşturması, Sarı Kız, Ay Işığı, Balyoz, Ergenekon soruşturmaları ki, soruşturma ve operasyonlara verilen isimlere dikkat ediniz özellikle seçilmiştir…
-       Kozmik Oda’ya girilmesi: Terörle mücadeleye karşı FETÖ’nün verdiği en büyük zarardır. Kozmik Oda’ya girilmesi öncesi Bülent Arınç’ın açıklamalarını hatırlayın.
-       17- 25 Aralık 2013: Üç bakanın ( Erdoğan BAYRAKTAR, Zafer ÇAĞLAYAN, Muammer GÜLER) İran asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Reza ZARRAF’tan rüşvet aldıkları iddiası ile Türkiye’nin çalkalandığı dönem.
   Adalet ve Kalkınma Partisi adı geçen üç bakan hakkında TBMM’de inceleme ve araştırma komisyonu kurulmasına onay vermedi. Bu tutumun; hem adı geçen siyasi parti hem zamanın hükûmeti hem de Türkiye için olumsuz sonuçları oldu.
    17-25 Aralık’ın incelenmesine izin verilmemesi; Türk toplumunda TBMM’ye güven duygusunun sarsılması bakımından etkisi olduğu gibi, ABD’nin; Halkbank Genel Müdür Yardımcısını yargılaması (dava sürmekte) nedeniyle diplomatik, yolsuzlukta adı geçen R. ZARRAF’ın iddialara göre tartışmalı pazarlıklar sonrası ABD mahkemelerinde “verdiği ifadelerinin” politik artçı sarsıntıları devam etmektedir.
   TBMM’de araştırma-inceleme İZNİ VERİLİP, ( Türk vatandaşı olduğu için) Türkiye’de yargılanması isabetliydi. Bu anlamda ABD’ye de fırsat verilmemiş olurdu. Uluslararası anlaşmalar gereği; ABD’yi R. Zarraf’ı “Niye yargılıyorsunuz? ‘’diyerek suçlayamayız.
-      07 Şubat 2012’de  bugün FETÖ’cü olması nedeniyle Türkiye’den Almanya’ya kaçan savcı Sadrettin SARIKAYA’nın MİT Müsteşarı Hakan FİDAN’ı soruşturma için savcılığa çağırması: İşte bu olayla;  zamanın Başbakanı R. Tayyip ERDOĞAN tehdidin büyüklüğünü ve tehlikenin nereden geldiğini gerçek anlamda gördü,  ANLADI.
     O andan günümüze R. Tayyip ERDOĞAN ( bazen yakınındakilerin kendisini anlamadıklarından ve gerekli azim ve dikkatle çalışmadıklarından şikâyet ederek) FETÖ ve arkasındaki devlet ABD’ye karşı bütün dikkati ile mücadele etmektedir. Fakat ABD sivil toplum kuruluşu denilen Türkiye’deki ABD beslemeli kuruluşlar ve FETÖ  ÖRGÜTLENMİŞ ve ÇOK YOL ALMIŞLARDI…
-       Dolmabahçe Mutabakatı (28 Şubat 2015):
Zamanın Başbakanı R. Tayyip Erdoğan’ın gerçek kapsamını bilmediği ( belki de kasıtlı olarak eksik veya yanlış anlatıldığı) bu mutabakata Başbakan T. ERDOĞAN anında tepki gösterdi ve ÇOK DOĞRU BİR DEVLET ADAMLIĞI TEPKİ VE REFLEKSİ İLE ““Yok hükmündedir, Ben bu mutabakatı yırtar atarım.” dedi ( bu mutabakat büyük hataydı).
     Uygulansaydı;  PKK terör örgütü Türkiye tarafından siyasi olarak tanınmış olacak, terör örgütü isteklerini Türkiye ile görüşmeler yaparak elde etmeye çalışacak en önemlisi “uluslararası” açıdan politik varlığı kabul edilecekti.
     Çünkü Dolmabahçe Mutabakatı, terör örgütünü ‘’Türkiye’nin tanıması anlamına geliyordu, başka devletlerin tanımasında bir sakınca olamaz.” anlamına geliyordu.
   Mutabakat açıklaması yapılırken iki taraf arasında ‘’ortaya” TÜRK BAYRAĞI BU NEDENLE  yani özellikle KONULMUŞTU. Terör örgütü PKK, uluslararası meşruiyet kazanmış Türkiye ise “Müthiş bir gol yemiş.” olacaktı.

-       PKK terör örgütünün Suriye sınırından eylem yapacağı yerleşim yerlerine tüneller kazması, yabancı paralı askerlerin keskin nişancı olarak terör örgütünün yanına yerleşmeleri, terör örgütlerinin hendekler kazması.
-       15 Temmuz 2016- FETÖ kalkışması. ABD askerlerinin İncirlik Üssü’nde, İngiliz askerlerinin Kıbrıs ve Ege Denizi açıklarında, PKK’lı teröristlerin Suriye sınırında kalkışma ile ilgili gelişmeleri beklemeleri ( bu arada Türkiye’deki PKK’lı teröristler 09 Temmuz günü “yeni bir emre kadar” Türk askeri ile ÇATIŞMALARA GİRMEYİN emrinin verilmesi)…
-       Türkiye’nin ( PÖH ve JÖH birlikleri ile) başta Diyarbakır-Sur olmak üzere Hendek Operasyonu ( bu operasyonun öncesi, operasyon dönemi ve sonrasındaki Özel Kuvvetler        / bordo bereliler, komando birliklerimiz, PÖH, JÖH ve MİT’in fedakârlıkları ve olağanüstü başarıları her türlü takdirin üzerindedir.).
-       Fırat Kalkanı Harekâtı .
-       Afrin’e Zeytin Dalı Harekâtı ( Kozmik Oda öncesi “Bu generaller koyun bile güdemezler, Türk ordusu bunlarla mı savaşa gidecek…”  diyen Bülent Arınç şimdi ne düşünüyordur…).
-       Türk ordusunun Kuzey Irak ve Suriye’deki PKK’lıları yok etmesi bu arada yurt içinde de örgütü bitme noktasına getirmesi ( Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtları öncesi hazırlık aşamalarında, harekât sırasında ve sonrasında;  Özel Kuvvetler, TSK’nin lojistik ve destek birlikleri, kara ve hava birlikleri ile MİT’in çabaları söylenmezse “vefasızlık” yapılmış olunur).
-       Suriye konusunda; Türkiye – İran- Rusya Federasyonu devletlerinin ASTANA SÜRECİ’ni başlatmaları ile ABD’nin gücünü zayıflatmaları.
-       ABD’nin,  Türkiye’ye silah vermeyi reddedip, YPG terör örgütüne beş bin tır silah göndermesi.
-       YPG nedeniyle ABD ile Türkiye’nin karşı karşıya gelmesi ve Türkiye’nin; Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı Harekâtlarında YPG militanlarını Irak ve Suriye topraklarında yok etmesi.
-        Türkiye’nin,  İran ve Suudi Arabistan’la UYUMLU İLİŞKİLERİ sonucunda;  iki tarafa karşı denge politikası izleyerek “ağırlığını kullanıp”  - en azından şimdilik -  Suudi Arabistan’la İran’ın savaşmalarını önlemesi.  
      Oysa BOP’UN EN ÖNEMLİ HEDEFLERİNDEN BİRİSİ DE MEZHEPÇİLİK yoluyla Müslümanları savaştırmak ve “kalıcı düşmanlık” yaratmaktır. Ayrıca Suudi Arabistan, İran’la savaşırsa İsrail en büyük kabusu İran’dan kurtulmuş olacaktı…
    Şimdi Türkiye bunu önlüyor…
     Türkiye; İran ve Suudi Arabistan üzerinden DİNÎ BİR MESAJ VERİYOR İslam dünyasına.
   ŞİİLİK- SÜNNİLİK DEĞİL, İSLAM’DA BİRLEŞME POLİTİKASI
   Bütün bu anlatılanlardan sonra şöyle bir hüküm verebiliriz:
   Orta Doğu ve Afrika’nın kuzeyinde “Haritalar yeniden çiziliyor.” ve Türkiye;  varlığının ve toprak bütünlüğünün devamı konusunda ABD, İngiltere ve Almanya, Fransa ile “bilek güreşi” yapmaktadır. İran’ın da TEMEL SIKINTISI Türkiye ile benzer: Var olma ve toprak bütünlüğü.
    Türkiye’nin yaptığı bilek güreşi, en azından şimdilik;
Terör örgütleri,
 Ekonomik manipülasyonlar ( Türkiye’deki borsaya yabancı spekülatörlerin müdahalesi, Türkiye’den  “aniden” büyük miktarlarda dövizin yurt dışına çıkarılması gibi),
 Üstü örtülü ambargolar  ( Almanya ve ABD’nin Türkiye’nin istediği silahları vermemesi,  ASELSAN’ın dünya piyasalarından istediği kredileri alamaması, tekstilde Türkiye’ye getirilen kotalar, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarına Türkiye ekonomik raporu yazımı sırasında yapılan baskılar),
Vize uygulamaları,
Gümrüklerde Türk vatandaşlarına yapılan uygulamalar,
Bazı ülkelerin kendi vatandaşlarına “TÜRKİYE’YE GİTMEYİN.” TELKİNİNDE BULUNARAK Türk turizmine darbe vurma çabaları,
Türkiye’nin ihracat ürünlerine uygulanan “haksız” geçiş ücretleri, Türkiye ürünlerine uygulanan     “kota”lar,
 Türk kamyon ve TIR’larına uygulanan vize engelleri biçimlerinde görülüyor.
    Türkiyesiz bir Orta Doğu veya Avrasya olamaz.
    Türkiye’nin kaderini Irak ve Suriye’ye girip-girmeyeceği belirleyecekti.  Oralara girildi ve terör örgütü ezildi, Türkiye üzerinde ameliyat planlayanların planları bozuldu. “Karşı taraf” bunu elbette istemiyor. Türkiye’yi Kuzey Irak ve Suriye’den çıkarmak için her şeyi yapacaktır.
   1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda görüldüğü gibi Türklerin bir huyu var:
   “Başkaları istediği için girdiği yerden çıkmak, Türklerin hoşuna gitmez.” Koşullar kendi istediği duruma gelince çıkar…
     Elbette “girmenin de oralarda bulunmanın da hatta çıkmanın da” bir bedeli vardır.
     Şimdi bu bedel ödenmezse Türkiye’nin “gelecek sorunu” olacaktır. Sadece Türkiye’nin değil İran’ın da gelecek (beka)  sorunu olur ve İran mutlaka bölünür.
     Öyleyse iki tutum takınılmalı:
1-    Türkiye tehlikeyi “sınırlarının ötesinde” karşılamalı. Türkiye’nin, Kuzey Irak’ta askerî birlikler bulundurmasının, Suriye’de ( Afrin’de) 12.  (ON İKİNCİ) gözlem noktasını oluşturmasının gerekçesi budur.
2-    İslam devletleri arasındaki toplantılarda, konferanslarda, ikili üçlü toplantılarda söylediği gibi “Şiilik – Sünnilik değil, İslam.”  hatırlatmasını sürekli yaparak “mezhepçilik” gerekçesi ile Müslüman toplumların birbirleriyle savaşmalarının doğru OLMADIĞINI, İslam devletleri arasında olacak “mezhep gerekçeli” savaşların sadece emperyalist devletlere ve İsrail’e yarayacağını bu arada İslam toplumlarında da “kalıcı” düşmanlıklara neden olacağını anlatmak.
     Nitekim Türkiye’nin bu anlayışı ve iki devletle yaptığı görüşmeler ‘’en azından şimdilik” Suudi Arabistan’la İran’ın birbirleriyle savaşmalarını önlemiştir.