BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NE İŞE YARAR?

29 Ocak 2020 11:08 Mehmet DUMANOĞLU
Okunma
3151
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NE İŞE YARAR?


BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NE İŞE YARAR?

Mehmet DUMANOĞLU

21. yüzyılın bitimine yakın Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra (1989 ve 1990) ABD tek süper güç kalmıştı. Bu durum Sovyetler Birliği’nin mirasçısı Rusya Federasyonu’nun Putin başkanlığında kısa sürede toparlanması ile sona erdi, Soğuk Savaş yeniden başladı.
Soğuk Savaş öncesinde Türkiye ve diğer stratejik devletlerin ABD’nin ‘’ tek süper güç’’ olarak kalması nedeni ile önemi azalmış gibi olsa da Rusların yeniden hem de çok kısa zaman içinde “uluslararası güç” olarak ortaya çıkması ile birlikte konumlarından kaynaklanan değerleri daha da arttı.
XXI. yüzyıl savaşları temelde enerji kaynaklarını ve petrolü kontrol altına alma kavgasıdır. Ancak bu mücadelede şimdi yöntemler değişti. Geçmişte egemenlik için kendi askerî ve silahları ile kavgalar yapılırken yeni dönem savaşlarında başka devletlerin askerleri ve kaynakları ile savaşlar yapılmakta. Böylece “kendi insanı” ölmemekte, “kendi kaynakları” kullanılmamakta.
Adına küreselleşme veya globalizm denilen XXI yüzyıl sömürgecilik yarışı geçmişte görülenlerden çok farklı yöntemlerle yapılmakta. Coğrafi keşifler dönemi sömürgeciliği değerli madenlerin “yağma” anlayışı ile toplandığı, insanların açıkça köle olarak alınıp satıldığı bir zamandı.
Sanayi Devrimi ile birlikte bunun yerini “ham madde-pazar” mücadelesi aldı. Sanayileşen devletler (İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve XXI. yüzyıl sonlarından itibaren ABD) ucuz ham madde alıp, işledikleri mallarını satacakları pazarlar arıyorlardı. Bu mücadelede tarım toplumu olmaktan kurtulamamış Kafkasya, Afrika , Çin ve Osmanlı toprakları hedef bölgeler olmuştur. Zaman artık. “emperyalizm” dönemidir ve bütün XIX. yüzyılda olduğu gibi XX. yüzyılın ilk elli yılında da İngiltere “Güneşin Batmadığı İmparatorluk” olmayı sürdürmüştür. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere (emperyal gücünü hâkim olduğu milletler ve coğrafyalarda sürdürse bile) liderliğini ABD’ye kaptırdı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “ABD liderliğinde NATO’nun kurulması, Milletler Cemiyetinin “Birleşmiş Milletler” adı ile yeni bir yapıya dönüştürülmesi, Truman doktrini, Marshall yardımı, COMECON, Varşova Paktı’nın kurulması, Barış Gönüllüleri Projesi, yeşil İslam, radikal İslam, ılımlı İslam” gibi söylemlerle daha önce bilinmedik yeni bir döneme girildi.
Adına globalizm veya küreselleşme denilen şu an yaşadığımız dönemde, emperyalist devletlerin savaşları da, dostlukları da insan sevgileri de (!) yardımları da tarihin hiçbir döneminde görülmemiş politik oyunlar, tuzaklarla doludur. Bütün emperyalist devletlerin ( BM Güvenlik Konseyini oluşturan beş devlet ve Almanya) hedefleri aynı; altın, elmas, kömür, petrol ve gıda üretimini kontrol, dünya ilaç üretimi ve piyasasına hâkim olmak, doğal gaz ve petrol kaynaklarını ele geçirmek.
Küreselleşmenin gerçekleşmesi için geri bırakılmış toplumlar ve devletlerde ulusalcılık ve din ( yani İslam) mikro düzeye indirildi. Böylece ulusalcılık, kabileciliğe, din; (Müslüman toplumlarda) mezhepler arası rekabet, tarikatların birbirleriyle çekişmeleri ve cemaatlere indirgendi.
“BOP, GOP, yeşil kuşak, radikal İslam, ılımlı İslam” derken IŞİD ortaya çıkarılıverdi.
Şimdi dünyayı oyalayacak (bu arada kendi hâkimiyetlerini yaymayı toplumlardan gizleyerek) yeni bir oyuncak bulundu. Öyle bir propaganda yapıldı ki, “Binlerce militan kimseye görülmeden (!) nasıl toplandı, bu kadar silaha ne zaman sahip oldular, bu kadar para nere(ler)den geldi. Bu kadar devletin istihbarat teşkilatları IŞİD’in oluşumunu nasıl görmedi ve kimsenin aklına gelmedi?”
Oluşturulan kaos ve bu kaostan gelen güçle yeni bir düzen kuruldu. Elbette sömürgeci devletler arasındaki çekişme ve güç savaşları bitmedi. Sadece yöntemler değişti.
XXXI. YÜZYILDA ULUSLARARASI İLİŞKİLER
Devletlerarası ilişkiler “ekonomik çıkar” temeline dayalıdır. İki devletin geçmişten gelen kültür, politika veya din birliği olsa bile bir devlet açısından öncelik kendi halkıdır.
Değişen koşullar ve zamana göre devletler arası ilişkiler değişiklik gösterilebilir. Bunun en açık ifadesi Cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel’in söylediği ‘Dün dündür, bugün bugündür.’’ ifadesidir. Bir devletin sabit, değişmeyen, standart dış politikası olamaz.
ABD’nin Suriye politikasında IŞİD’e öncelik vermesi bunun örneği olarak verilebilir. Önceleri Beşar Esad’la ilgili hedefi birinci öncelik iken şimdi (kendi açıklamalarında söyledikleri gibi) IŞİD önceliklidir.
– Devletler arası ilişkilerde, iki devlet arasında “eşitlik” olduğu var sayılır. Fakat emperyal ülke ile bağımlı devlet veya devletler arasında bu durum söz konusu değildir. Günümüzdeki bazı Afrika ülkeleri ile Belçika, Fransa, İngiltere, Fransa ilişkilerine baktığımızda eşitliğin asla söz konusu olmadığı hemen görülür.
– İki devlet veya devletler arası müzakerelerde ver ver anlayışı hâkimdir. Mesela Lozan Antlaşması’nda Ankara hükûmeti ile İngiltere arasındaki pazarlıklarda bu anlayış açıktır.
– XXI. yüzyıl savaşları silahlarla değil, ekonomik güç ve teknolojik üstünlükle yapılmaktadır. Teknoloji ve ekonomide güçlü olmayanın kazanma şansı yoktur. (ekonomik güç sahibi olmak derken petrol zengini Arap ülkelerini söylemiyoruz elbette.)
Bir örnek verirsek; Herhangi bir ülkenin Almanya’ya ‘’ekonomik, politik veya askerî ambargo” uygulama şansı bulunmamaktadır. 2009 ve 2010 yıllarında dünya ekonomik durgunluk ve krize girdiğinde ‘’bütçe fazlası veren’’ ve ’’ekonomisinde kriz ihtimali bulunmayan’’ tek devlet Almanya idi. Kimya, silah sanayisi, beyaz eşya, elektronik, otomotiv, ilaç sanayilerinde dünya çapında firmalara sahiptir.
Yani ekonomik olarak çok güçlü, teknolojik bakımdan  üstündür. Bilinmesi gereken bir gerçekte şudur; günümüz dünyasının ulaştığı bilimsel ve teknolojik seviye (sosyoloji, felsefe, matematik, mühendislik, fen bilimleri ve tıp) XVIII ve XIX. yüzyıllardaki Alman bilim insanlarının eseridir. Bunu yazarken Rus, Fransız ve İngiliz bilim insanlarının çok önemli çalışmaları ve bilim dünyasına hizmetleri unutulmamalıdır.
İki devlet arasında sıcak savaş veya politik rekabet varsa şu sorulmalıdır:
Bu çekişmeden kazançlı çıkacak üçüncü güç kimdir?
Aynı soru Türkiye’nin  2001’de yaşadığı ekonomik kriz ve terörle ilgili  sorunu içinde sorulabilir.
PKK terör örgütü ilk eylemini 1984’te yaptı. O yıldan bu yana geçen otuz yıllık terörle Türkiye’nin mücadelesinden kimler kazançlı çıkmıştır? Terörle beraber yaşamak veya anılmak zorunda kalan bölge insanlarımız mı?  HAYIR.  Bölge dışında yaşayan vatandaşlarımız mı? Hayır. O zaman kimler?
Birinci Dünya Savaşı sonunda Büyük Britanya Krallığı hariç imparatorluk dönemi bitmiştir. Günümüzde ekonomik ve askerî güç olarak altı büyük devlet olmaklar birlikte hiçbir devlet yüzde yüz siyasi ve/ veya ekonomik bakımlardan bağımsız değildir. Yani “Ben bağımsız bir devletim, nasıl uygun bulursam öyle yaparım.” diyemez.
Bu cümleyi bir örnekle açıklamak daha kolay olacaktır. ABD, Suriye’ye müdahale ederken zamanımızın “süper gücü” olmasına rağmen Rusya Federasyonu, İran, Türkiye, İngiltere, Almanya, Fransa ve İsrail’le ilgili dengeleri kesinlikle gözeterek hareket etmiştir.
Rusya Federasyonu, AB ve ABD’nin kendisine karşı uyguladığı ekonomik ambargo nedeni ile ciddi sıkıntıya düşmüştür. Bu nedenle dış politikasında Karadeniz ülkeleri, Türkiye, Kafkasya, Avrasya ve Çin’e karşı yeni ekonomik ve siyasi stratejiler geliştirmek zorunda kalmıştır. Bu sonuç güçlü bir devlet olmasına rağmen Rusya Federasyonu’nun kelimenin tam anlamı ile ekonomik bağımsızlığını sınırlandırmaktadır.
Günümüz dünyasının her alanda en güçlü devleti Almanya petrol ve doğal gaz bağımlılığı nedeni ile Rusya Federasyonu’na karşı tam bağımsız dış politika uygulayamaz.
Uluslararası denge ( bazen bölgesel  bazen de dünya çapındaki) hesapları ile davranılması Almanya, ABD, İngiltere, Rusya Federasyonu, Çin ve Fransa’nın gücünü azaltmaz elbette.
XIX. yüzyılda başlayan İkinci Dünya Savaşı sonunda etkisini daha da artıran kültürel emperyalizm uluslararası ilişkilerde az fark edilen ancak en kalıcı yöntemdir. Geçmişte başka ülkelerde okul açmak temel yöntemdi. Fakat 1970’lerden sonra televizyonun yaygınlaşması, okuma ve yazma oranının yükselmesi, günümüzde İnternet’in bütün dünyada yaygınlaşması nedenleri ile başka ülkelerde okullar devam etse bile (artık ABD ve İngiltere bu politikadan vazgeçmiştir) günümüzde “kültürel emperyalizm’’in en çok kullandığı sektörler yazılı ve görsel olmak üzere medya ile sinema sektörleridir. İki sektörde çok önemli propaganda aletleridir “alet”’ sözcüğü burada siparişle yazı yazanlara (kiralık kalemlere) atıf yapılarak özellikle kullanılmıştır.
Medyayı propaganda vasıtası olarak en iyi kullanan devletler İsrail ve ABD’dir. Bir misal vermek gerekirse Irak’ta 1 ve 2. Körfez Harekâtları, Libya’da Muammer Kaddafi’ye karşı açılan savaşlarda basın yolu ile bütün dünya kamuoyuna çok yoğun bir propaganda yapılmış, insanlar ABD’nin Irak’a “demokrasi getirmek’’ için Körfez Harekâtı’nı düzenlediğine ikna edilmişlerdi. Aynı şekilde Kaddafi’ye karşıda medya propaganda aracı olarak kullanılmış, Libyalıları‘’ bir diktatörden kurtarmak için’’ bu ülkeye saldırılar yapıldığı söylenmişti. Oysa asıl gerçek iki ülkedeki petrol kaynaklarını ele geçirmekti. Sinema sektörü özellikle Hollywood en iyi propaganda yöntemlerinden birisi olarak kullanılmıştır. Hollywood’da çekilen filmlere baktığınızda ne tür film olursa olsun üç ortak özellik görürsünüz
“Amerikalı’’. Nasıl bir Amerikalı? Her şeyin ‘’en’’i. En güzel, en cesur, en akıllı, en kurnaz, en güçlü. Ve mutlaka Amerikalı kazanır.
- Bütün filmlerde mutlaka Amerikan bayrağı gösterilir. Fakat öyle bir zamanlama yapılır ki, insanlar bilinçaltına yapılan göndermeyi fark etmezler.
- Bütün filmlerde ‘kilise ve İncil’ mutlaka yer alır.”
ABD Savunma Bakanlığının (PENTAGON) Hollywood’a masraflarını kendisi karşılayarak sipariş filmler yaptırdığı bilinen bir durumdur. Top Gun, Rocky serisi, Er Ryan’ı Kurtarmak buna örnek filmlerdir. Dikkat ederseniz 11 Eylül konulu ve Körfez Harekâtı ile ilgili peş peşe filmler gösterimde. Bütün filmlerde elbette Amerikalı kazanır. Körfez Harekâtı ile ilgili bir sürü film ve dizi film gösterilir ama hiçbir filmde şu soru sorulmaz:  “BD nerede?, Irak nerede? ABD’nin Irak’ta ne işi var?”
Kültürel emperyalizmin kalıcı sonuç veren yöntemlerinden olan başka ülkelerde okullar açılması konusunu sadece Türkiye ile ilgili olarak tek paragraflık bile olsa bahsetmek zorunluluktur.
Osmanlıdan bu yana Türkiye’de, ABD (günümüzde tamamı Türkiye’ye devredilmiştir), Fransa, İtalya, Almanya, Avusturya okul açan devletler olmuşlardır. Mevzu, ana konumuzdan uzaklaşmaya neden olacak kadar uzun olduğu için bir soru ile kapatıyorum: Türkiye’de açılan yabancı okullar sizce Türk milleti çok sevildiği için mi açılmıştır? Günümüz uluslararası ilişkilerinde en etkili ancak en az fark edilen yöntem, emperyalist devletlerce başka ülkelere gönderilen uzmanlardır. (Türkiye’de yabancı uzmanlar denilen, maaşlarını Türk devletinin dolar olarak ödediği yabancı devlet görevlileri). 1931 yılında dönemin Başbakanı İsmet İnönü TBMM’de yaptığı konuşmada şöyle diyordu:
“Lozan’da, bizim her istediğimizi vermeye hazırdılar. Tek istekleri vardı: Türkiye’ye kendi uzmanlarını göndermek. Ben bir emir veriyorum daha emri alan memur çalışmaya başlamadan başka ülkelerden bana itirazlar geliyor. Ne çabuk haber aldınız böyle bir emir verdiğimi? Sonrada Türkiye’de ‘yabancı uzman’ adıyla çalışanlar çalışmaları engelliyor. Engelleyemiyorsa geciktiriyor…’’ ( Mehmet Eymür: Analiz, Milenyum Yayınları, İstanbul 2006).
1931’deki bu konuşma, günümüzde devletimizin bütün bakanlıklarında görülen (özellikle millî eğitim ilgi alanlarıdır) yabancı uzmanların ne işe yaradıklarının yanıtıdır.
Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletler sömürge anlayışlarında ve başka bölgelere hâkim olmada yeni bir dönem başlattılar. ABD’nin Truman doktrini ve Marshall yardımı, Sovyetler Birliği’nin Almanya’nın bir kısmı ile Polonya, Macaristan işgallerinden sonra dünya iki büyük gruba bölündü. Rusların ve ABD’nin liderliğinde bundan sonra emperyalist devletler ‘’birbirleri’’ askerî savaş yapmak yerine iki yeni anlayışla rekabet etmeğe başladılar:
A- Ekonomik savaş: Güncel bir örnekle açıklayalım. ABD, Rusya Federasyonu’na şu anda ekonomik ambargo uygulamaktadır. AB’de aldırdığı kararla Avrupa Birliği devletlerinde bu ambargoya katılmasın sağlamıştır. Rusya Federasyonu’nun, Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti’ni uyduruk bir referandumla işgal etmesi ile zirveye çıkan Soğuk Savaş’ta Rus ekonomisi ciddi sıkıntıya düşürülmüştür.
Dünyanın en büyük petrol ihracatçısı Rusya Federasyonu’dur. ABD kendi güdümündeki’ Arap devletleri kanalı ile (özellikle Suudi Arabistan) petrol üretimini artırdı. Bu arada OPEC toplantısında da “üretimin azaltılmaması” kararı alındı.
Bu gelişmeler sonunda Rusya Federasyonu’nun 01 Aralık 2014 tarihine göre mali kaybı ortalama 100 milyar dolar civarına ulaştı (Prof. İlter TURAN (Bilgi Üni. Öğrt. Üyesi), Habertürk Ana Haber Bülteni, 01. 12. 2014, saat: 13.20).
Rusların bu kadar büyük ve devam eden ekonomik kayba iki yıl kadar dayanabileceği söylense de (aynı haber bülteni) mali ve ekonomik kayıplara direnmekte çok zorlanmaktadır. Bu nedenle Karadeniz Ülkeleri Ekonomik İş Birliği Toplantısı için gelen Başkan Putin, Türkiye’ye sattıkları doğal gazın fiyatında %6’lık indirim ve daha çok gaz verme teklifinde bulunmuştur. Sanayi Bakanının açıklamasına göre Türkiye’nin isteği %15’tir. %6’lık indirimli satış 01 Ocak 2015’te hemen başlayacak ancak Türkiye’nin daha fazla indirim isteği pazarlıkları devam edecek. Rusların “kendiliklerinden”’ böyle bir indirime gitmeleri mali ve ekonomik sıkıntının boyutunu göstermesi bakımından önemli bir göstergedir. Yaşanılan ekonomik sıkıntı nedeni ile Ruslar Kafkasya’da zorlanmaktadır. Çeçenistan’daki varlığını askerî güçle yani zorbalıkla sürdürebilirken, Dağıstan’a ise hâkim olamamaktadır. Ayrıca Çin her zaman çekindiği bir devlettir.
B- Küresel düzeni kuranların birbirleri ile ikinci rekabet yöntemleri, hâkimiyet kurdukları devletler üzerinden birbirleri ile “bilek güreşi” yapmalarıdır. Bu stratejiyi “Filler dolaşırken, çimenler ezilir.” şeklinde ifade edebiliriz.
22 Kasım 2003 tarihinde Gürcistan’da yapılan seçimleri Rusya yanlısı Eduard Şevardnadze kazanmıştı. Ancak Batı yanlısı Mihael Şakaşvili bu sonuca itiraz etti ve Gürcistan’da olaylar çıktı. İşte bu karışık dönem sonunda Şevardnadze yönetimi yeniden yapılan seçimler sonunda kaybetti. Bu iktidar değişikliği dönemine “Gül Devrimi” denildi.
21 Kasım 2004 yılındaki Ukrayna Cumhurbaşkanlığı Seçimleri döneminde başlayan ve 2005’e kadar yaşanan olaylara “Turuncu Devrim” denilir. Rusların desteklediği Victor Yanukoviç’e karşı Batı’nın desteklediği Victor Yuşçenko Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmıştır. Ancak Ukrayna’ya stratejik nedenlerle çok ihtiyacı olan Rusya, doğalgazı bir silah olarak kullanıp, Ukrayna’ya ihtiyacı olan doğal gazı önce hiç vermemiş sonra Ukrayna’ya daha önce verdiği doğal gazın ücretini hemen
ödemesini isteyerek ekonomik açıdan zor durumda bırakarak bir anlamda cezalandırarak Ukrayna’nın Batı ile ilişkilerini sınırlamıştır.
03 Aralık 2014 günü Rusya Federasyonu Başkanı Putin yaptığı açıklamada şöyle diyordu:
“Rusya etrafında renkli devrimler yapılmasına izin vermeyeceğiz. Uygulanan ekonomik ambargoya itaat etmeyeceğiz.”
Yukarıda verdiğimiz iki örnekte görüldüğü gibi iki emperyal devlet Gürcistan ve Ukrayna üzerinden birbirlerini sıkıştırmaya çalışmakta.
Benzer durum bu sefer ABD’nin aleyhine olarak Rusya Federasyonu tarafından Suriye üzerinden ABD’ye yapılmıştır. Ruslar, BM’nin Suriye aleyhine kararlar almasını engelledikleri gibi, Beşar Esad’la ilgili her türlü görüşmede Esad’ı açıkça korumuşlardır. İki devletin rekabetinden; Suriye’de Şii – Sünni savaşı, üç büyük gruba bölünen Suriye, iki buçuk milyon Suriyeli mülteciyi, yerinden indirilemeyen Beşar Esad yönetimi ve iç savaş kaldı. Ruslar bu sonuçla İngiltere ve Fransa’nın desteğini alan ABD’nin “tek başına” Suriye’de egemenlik kurmasını engellemiş oldu.
ABD–Rusya Federasyonu mücadelesi ne örnekler verilirken Türkiye’nin durumuna değinmek gerekir.
Türkiye bizzat hükûmetin birçok defa açıkladığı gibi ABD ile “stratejik ortak’’tır.  Ancak şu anda yıllık 30 milyar dolarlık ticari durumun en kısa sürede 100 milyar dolara çıkarılması planlamaları, Rusya’da özellikle inşaat ve altyapıdaki Türk şirketleri, Rusların Akkuyu’da inşa edecekleri nükleer santral gibi boyutlar düşünüldüğünde Rusya Federasyonu da (ABD gibi) Türkiye için stratejik ortaktır.
Bu yazının başlığı olan soruyu tekrar sorarak bitirelim:
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NE İŞE YARAR?
İki soru:
“1-Almanya Başbakanı, İngiltere Başbakanı, Fransa Başkanı Ekim 2019'da Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile 02 Aralık 2019'da 4'lü olarak toplantı yapacaklarını duyurmuşlardı ve NATO toplantısında 4'lü görüşme gerçekleşti. Toplantı sonunda hiçbir açıklama yapılmadı. Daha sonra Fransa Başkanı Macron 2020 Mart ayına kadar Türkiye'de bu dört devlet başkanlarının yeniden toplanacağını duyurdu. İlk toplantıda neler konuşulmuş, hangi pazarlıklar yapılmış olabilir? Bahsettiğimiz dört ülke ABD ile ilgili neler konuşmuş olabilirler? Suriye'deki enerji kaynaklarının paylaşımı, PYD, Doğu Akdeniz'deki doğalgaz konuları, pazarlıkları yapılmış/yapılacak olabilir mi?
2-Doğu Türkistan'daki Türklere yönelik asimilasyon hedefli Çin zulmüne karşı bahsettiğimiz dört devlet ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi niçin harekete geçiyorlar? Çin'in Türklere uyguladığı politikayı Çin bu ülkedeki Hristiyanlara karşı gerçekleştirmeyi başta Papalık ve ABD olmak üzere Batı nasıl tepki verirdi? Burada Batı'ya suçlama yaparken 04. 12. 2019 günü saat 23.00'te Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Londra'daki Türklere yaptığı konuşmayı da atlamamak ve olumsuz manada eleştirmek gerekiyor. Cumhurbaşkanı konuşmasında; Afrika'daki, Mynmar'daki, Kudüs'teki, Filistin'deki, Yemen'deki, Avrupa'daki Müslümanların durumundan bahsedip Batı ülkelerini eleştirdi. Sadece kimlerden bahsetmedi biliyor musunuz? Doğu Türkistan'daki Müslüman Türklerden. Israrla ve özenle tek sözcük bile etmedi. Bizler yani Türkiye Türkleri hangi hakla kime ne diyebiliriz bu konuda? Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Doğu Türkistan için tek laf etmiyorsa, kimden hangi tepkiyi bekleme hakkımız olabilir? BM ne işe yarıyor sorusunun bu anlamda değeri nedir?”