TARİKATLARIN
“MÜSLÜMAN TOPLUMLARIN GERİ KALMASI”
BAKIMINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
Mehmet DUMANOĞLU
Tarikatları anlatabilmek için öncelikle “tasavvuf” kavramıyla ilgili kısa bir açıklama yapmamız doğru olacaktır. Tasavvuf sözcüğü Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre Yunanca ”sofos” kelimesinden Arapçaya uydurulmuştur. Sufi sözcüğü de bu kelimeden türetilmiştir.
Sufi; dünya işlerinden el çekmeyi temel felsefe olarak kabullenmiş, tekke, dergâh, zaviye, ribat, astane gibi adların verildiği yerlerde yaşayan, İslam’ın “zorunlu” tuttuğu ibadetler dışında zikir (Zikir: Belli bir düzen içinde Allah’ın adını/adlarını peş peşe söylemek) ve riyazatı (Riyazat: dervişlerin manevi anlamda yükselmek için dünya ile ilgili istek ve duygularından arınma metodu) benimsemiş kişilere “sufi” denir.
Tasavvuf ehli “özellikle Yunan medeniyetinden etkilenmiştir.” Batıni düşüncenin temeli önce Yunan daha sonra Roma uygarlığında görülen Gnostik felsefedir demek yanlış olmaz. Batıni düşünce: Görünenin “içinde” başka manalar vardır. Batıniler klasik örnek olarak cevizi verirler. Cevizin bir kabuğu vardır. Kabuğu herkes görür. Fakat bir de kabuğun “içindeki” vardır.
Batınilik işte bu “kabuğun içindekini” anlamaktır. Yani gizli anlamını. “Gnostik. felsefe; gözlemle elde edilen bilgilerden çok düşünce ve sezgi yoluyla elde edilen bilgiye önem veren görüş. Aristo’da görülen bu fikir İslam tasavvufunda Gazzali ve Muhiddin-i Arabî ile zirveye çıkmış, günümüzde dâhil olmak üzere bütün tarikatları etkisi altına almıştır.
Tasavvuf; kişinin, dinle ilgili “herkesin kolaylıkla anlayamayacağı” kavramları “hikmet”le anlama yoludur (Hikmet: Bilgelik, gizine akıl ermeyen neden, dünyadaki varlıkların hakikatinden bahsetmek ve yararlarını bilmeye çalışmak, ilahi emirlerin faydasını anlamaya çalışmak).
Tarikat sözcüğünün kelime anlamı; “yol” demektir. Bu yol; tarikat mensuplarının düşüncelerine göre “Allah’a giden yol”dur. Tarikat; Allah’a ulaştıran neşe, irfan, zevk, aşk ve cezbe yoludur. Tarikat mensubu özellikle zikir ve riyazatla kendi kişisel varlığını ve dünyadaki bütün varlıkları yok eder, Allah’ın varlığıyla “var” olur.
Mutasavvıflar; ilk ortaya çıkışlarının ortalama zamanları olan 8. yüzyıldan günümüze, fikirleri ile İslam toplumlarını, tarikatları derinden etkilemişlerdir. Sühreverdi, Ebu Yezid-i Bistami , Bayezıd-ı Bistami, İbrahim ibn Edhem, Yunus Emre, Mevlana Celaleddin-i Rumi, Somuncu Baba, Şeyh Bedrettin, Gazzali, Muhiddin Arabi, Cüneyd Bağdadi, Orta Asya’ya yaptığı seyahatlerle Türklerin Müslümanlığı tanıyıp, öğrenmeleri ve kabul etmeleri için çok uğraşmış olan Hallac-ı Mansur en bilinen mutasavvıflardandır.
Türk tarihinde bilinen ilk tarikat Yeseviliktir. Türk tarikatlarının tamamının harcında “Yesevilik” vardır ve bütün Türk tarikatları XIII. yüzyıldan itibaren tasavvufi görüşlerinde Muhiddin Arabî’den derin izler taşır.
“Sakın şirke sapanlardan olmayın! Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar hâline geldiler. Her hizip sadece kendi elindekiyle sevinip, övünür.” (Rum suresi-ayet 31-32)
Bu ayet göstermektedir ki, Kur’an; dinde hizipçiliği, fırkacılığı kısaca dinde bölücülüğü yasaklamıştır. Kur’an’da Fatiha suresi ile “sıratımüstakim”e (dosdoğru yola) yani Allah’ın yoluna yönelmemiz istenir.
Bugün Türkiye ve Avrupa’da faaliyet gösteren tarikatların; namaz kıldıkları camilerin ayrıldığı, kıyafetlerin (hangi cemaate dâhil olduğunu göstermek için) farklı olduğu, her tarikata mensup kadınların farklı şekilde “başörtüsü” kullandıkları, her tarikat mensubunun “kendilerinden olan” esnaflardan alışveriş yaptıkları açıkça görülmektedir. Camileri bile bölen tarikatlar “tek yol”dan ayrılmış olmuyorlar mı? Esasen mezhepçilik veya cemaatçilik varsa “tek yol”dan ayrılma tartışmasız biçimde vardır. Tek ümmetten toplumun parçalanmasına gidilmiş olunuyor.
Bazı tarikat büyüklerinin kitapları “o cemaatin mensupları tarafından” değiştirilemez, dokunulamaz, hatta sadeleştirilemez, eleştirilemez olarak değerlendiriliyor.
Kur’an-ı Kerim’in bile bir bilim alanı olarak kelam tarafından yorumlandığı bir din anlayışında bazı tarikat büyüklerinin yazdıklarını dokunulmaz, eleştirilmez kılmaktan daha büyük bir yanlış olamaz.
Bu anlamda tarikat büyükleri de (hatta mezhep büyükleri) eleştirilemez, dokunulamaz hâle getirilmişlerdir. Bu anlayış pek çok mutasavvıfın ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Bu nedenle kurucu veya cemaat büyüğü bu manada suçlu veya hatalı değildir.
Bu anlayış Kur’an-ı Kerim’in ruhuna aykırıdır. Nitekim Al-i İmran suresi 64. ayetinde şöyle der:
“Kimimiz, kimimizi Allah’n yanında rabler edinmesin.” Burada yer alan “Rab edinme”yi din adamlarının sözlerini Allah’ın sözü gibi kabul etmek suretiyle gerçekleşen bir ilahlaştırma türü olarak göstermiştir Hz. Peygamber (SAV).
Bir kişiye “kutsallık” izafe ettiğiniz anda; o kişiye din adına gerçeği söyleme yetkisi vermiş olunur. Bu durumda belli kişiler veya ekoller yoluyla bu manada tekeller oluşturmuş oluruz.
“Benim için kıyama durmayın; kıyam yalnız Allah için olur.”
“Beni; Hristiyanların Hz. İsa’yı övdükleri gibi aşırı biçimde övmeyin; Bana, “Allah’ın kulu ve elçisi deyin.” diyor Hz. Peygamber (SAV) . Böylece o, din adına kendisinin bir gün, bir biçimde tebliğini yaptığı dine aykırı olarak övülmesini engellemeye çalışmıştır.
Bu durumda; önce Peygamber, sonra sahabeler, daha sonra din büyükleri sıralaması hatta protokolü icat edenlere ne diyeceğiz.
Hatta bazı söylemler; “Kur’an’dan sonra en makbul kitap Buhari’nin kitabıdır.” veya “el Küleyni’nin el-Kâfi adlı kitabıdır” iddiasını söylerler. Burada Kur’an öncelenmiştir fakat isimlerini verdiğimiz kitaplarda derecelendirilmiştir. Benzer davranış biçimi pek çok tarikat liderinin kitabı içinde üçüncü sırada açıkça söylenmese de düşünülür, uygulanır. Bu düşünce ve davranış şekli elbette Kur’an’a aykırıdır. Çünkü Kur’an hiçbir kitapla derecelendirilemez.
Hz. Peygamber (SAV) “mezar ziyaretlerini” ölümü hatırlamak, bir gün bütün canlıların öleceğini unutmamak için tavsiye etmiştir. Bu nedenle mezar ziyareti; ölümü ve ahireti hatırlamak, insanları uyarmak anlamında güzel bir davranıştır.
Ancak günümüzde özellikle ramazan ayında çok yoğun biçimde görüldüğü gibi türbeler dolup taşmaktadır. Binlerce kişinin mezarının mabetleştirilmesi demektir bu. Türkiye’de 2005’li yıllardan bu yana başlayan başka bir davranış biçimi de özellikle üniversite sınavlarının bir gün öncesi yapılan türbe ziyaretleridir. Türbe ziyareti adıyla bir mezarın ibadet yeri hâline getirilmesi İslam’a aykırıdır. Orada yatan kişi hayatta iken çok değerli bir insan olabilir. Fakat bütün canlılar gibi yaşadı ve öldü. Artık onun kimseye yapabileceği bir faydası yok. Çünkü burada yatan bir ölü.
Türkiye’nin neresine giderseniz gidin; türbelerin etrafı kalabalık.. Herkes bir şey istiyor orada yatandan. Kızına kısmet, oğluna hayırlı eş, torununa iş. Oysa oradaki hiçbir şey yapamaz. Yapılan; iyi niyetli bile olsa bir şeyhe, mutasavvıfa, din büyüğüne sevgisindeki aşırılıktır.
Müslüman toplumlarda ilim ve düşünce hareketlerinde; XV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Maturidi düşünce yerine Gazzali düşüncesinin benimsenmesinden kısa sayılabilecek bir zaman sonra pırıl pırıl beyinlerdeki aydınlık önce azaldı, sonra birtakım hayranlık uyandırıcı gösteriler–ilim-araştırma ve öğrenmenin yerini alınca–tasavvuftaki bilgi ve bilginin sonucunda oluşan yüksek seviye ve akıl ile dini birlikte değerlendirmenin sonucu olan İslam felsefesinin yerini kerametler almaya başladı.
Zaman “İlim, Müslüman’ın kayıp malıdır. Nerede bulursa gidip alsın.”, “İlim, Çin’de de olsa gidip bulunuz.” veya “Benim velilerim (dostlar, yoldaşlar, Allah’a en yakın olanlar) ilim insanlarıdır.” diyen Hz. Peygamber’in (SAV) veya onun yönlendirmesine coşkuyla gidilen zaman değildir. Bu nedenle tıp, matematik, fen, felsefe ve sosyal bilim araştırmaları yerine (tıp bilimi hariç) din bilimleri eğitimine yöneldi. Bu durum bir yanın eksik kalması demekti elbette. Ancak bu durum XIX. yüzyıla kadar fark edilemedi. Artık ne Gazzali ne Muhiddin Arabî ne Yunus Emre ne de Muhammed Nakşibendî veya İbni Sina, İbni Haldun, Ömer Hayyam vardır. Medrese sürekli kendini tekrarlar, şeyhülislamlar aynı konuda –padişah değişikliklerinde resmî görüş değişince– iki farklı fetva vermekte yanlışlık görmezler, tarikatlar ritüellere teslim olmuş, mutasavvıflar ilmin dünyevi tarafı ile uğraşmayı lüzumsuz görmeye başlamışlardır. Artık tasavvuftaki “fikir”in yerini “keramet” almıştır. Hem de ne kerametler…
Ak donlu güvercin oluverme, yüzlerce kilometre ötedeki savaşa bulunduğu yerden katılma, konuşmaya başlayınca yüzlerce kilometre öteden duyulması, bir müridinin rüyasını ona sabah olunca şeyhin anlatıp, rüyasını yorumlayıvermesi, eliyle dokununca hastanın iyileşmesi, v.s.
Kerametin getirdiği itibar tarikatlardaki yozlaşma ve yıpranmayı da beraberinde getirmiştir. Çünkü İslam; resmi mabedi bile gerek görmezken, İslami anlayış bulunulan yerin temiz olması koşuluyla her yerde ibadet yapılabileceğini öngörmektedir. Din adamları sınıfını kabul etmezken, “Aklı olmayanın, dini de yoktur.” deyip aklı zirve yaparken “Allah ile aldatmanın yolu bulunmuştur: Keramet.
Mucize peygamberlere, keramet de velilere verilmiştir. Peygamberliğin göstergesi mucize, veliliğin göstergesi keramettir.
Bu söylem Kur’an ve din dışı bir söylemdir, aldatmadır. Kur’an ve Sünnet’te bir dayanağı yoktur.( )
İslam dünyasını saran tarikat dinciliği Kur’an’ın bahsettiği “kerem”i yozlaştırmıştır. Batı; “Tanrı parçacığı” deneyi ile uğraşırken, uzay astronotları teorisini kurarken, solucan delikleri, antik uzay teorisi derken, Kuantum fiziği ile uğraşırken, yapay zekâ ve robotik çalışmaların yatırımlarını gerçekleştirirken, organ nakli konusunda olağanüstü çabalar ve deneyler yaparken; Müslümanlar çok uzun yıllardır su üstünde yürüyen, havada uçan keramet sahipleri peşinde koştular.
Oysa Kur’an-ı Kerim, Müslümanlardan; akıllarını kullanmalarını, bilimle uğraşmalarını, Ay’a gitmelerini, okyanuslarını aşan uçaklar üretmelerini kısaca dünyayı bilimle fethetmelerini istemiştir.
Kur’an-ı Kerim’in istediği keramet sahipleri; paratoneri, bobinajı bulanlar, coğrafi keşifleri yapanlar, çiçek aşısını, bilgisayarı, elektriği, otomobili, uçağı bulanlar, Cosmos’u araştıranlardır.
1901 yılından bu yana verilmekte olan Nobel Bilim ödülleri 2017 yılına kadar toptan 579 defa verildi. Ödülleri şu ana kadar 804 defa Hristiyan bilim insanları –dünyadaki nüfusları- 2.2. milyar, 104 defa Yahudiler- dünyadaki nüfusları 25 milyon, Müslümanlar 10 defa kazandılar. Bu 10 ödülün 3’ü bilim ödülü. Dünya Müslüman nüfusu 1.7 milyar.
1.7 milyar Müslüman nüfus bilim alanında 3 ödül alırken, 25 milyonluk Yahudi nüfus 10 defa Nobel Bilim ödül aldı.
Sakın “bunlar Yahudi, çok güçlüler. Hatır ve güçle almışlardır.” demesin kimse. O zaman ben de derim ki; “25 milyon Yahudi, ödülleri toplayacak kadar güçlüyse; Sen, 1.7 milyarlık nüfusunla neden onlardan zayıfsın?” Fakat gerçek sebep, bilimde yapılan çalışmalar ve araştırmalardır. Nobel’de ödül için; herkes kabul eder ki, dinî inancının ne olduğunun hiçbir önemi yoktur.
İslam dünyası açısından bir bilgi verelim: Nobel ödülü alan Mısır’lı Necip Mahfuz ile Pakistan’lı Abdüsselam “mürted” yani din dışı ilan edilmişlerdir. IV. Murat Dönemi’nde “Galata Kulesi’nden uçmayı başaran” Hazerfan Ahmet Çelebi için ne demişti din adamları: “Bu adam, cinlerle iş birliği yapıyor, idam edilmeli.” IV. Murat, bu adamlara inanmamış ve idam ettirmemişti ama medrese öğrencileri ve ulema isyanından çekindiği ve onların, Hazerfan’ı öldürtebileceklerinden korktuğu için Cezayir’e göndermişti.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de tarikatların kendilerinin fark edilmesini sağlamak için şalvar, kemer, hırka, taç (serpuş) gibi kıyafetleri giydikleri görülmektedir. Böylece samimi ancak cahil halk bu “Allah’ın adamları”na yakınlık duyacaklar, saygı ve yardımlarında kararsız davranmayacaklardır. Oysa bu tür göstergeler (kıyafetler) gerçekte bir değer ifade etmezler.
Nitekim Türk mistisizminin büyük ozanı Yunus Emre şöyle der:
Dervişlik olsaydı taç ile hırka
Biz de alır idik, otuza, kırka.”
İslam’ın temel ölçüsü ilim ve ahlak olduğuna göre bu tür kıyafetlerin tasavufi düşünce bakımından değeri yoktur. Yunus Emre’nin dediği de budur. Buradaki amaç; hangi tarikata mensup olduğunu göstermektir.
Tarikatların topluma açılmalarından itibaren geçmişten günümüze siyasetçiler cemaatlere ilgi göstermişler, bu anlamda tarikatlar, politikacıların istismarına uğramışlardır. İlk defa Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk olmak üzere Osmanlı dâhil bütün Türk devletlerinde tarikat mensupları istihbarat işlerinde değerlendirilmişlerdir. Sultan II. Abdülhamit’in “Pan İslamcılık” politikasında dervişleri propaganda için değerlendirdiği herkesçe bilinir.
Topluma açılmadan sonra cemaat mensuplarının sayısı çok artınca bunların barınma ve beslenme problemleri ortaya çıktı. İşte bu andan itibaren Selçuklu’da olduğu gibi Osmanlı hükümdarları ve diğer devlet yöneticileri vakıflar tahsis ederek tarikatları desteklediler, karşılığında onları değerlendirdiler.
Vakıflar aracılığıyla hızla zenginleşen tarikatların dergâhları devasa binalara dönüştü. Bu durum vakıf-tekke ilişkisinin çarpıklaşmasına ve istismarlara sebep olmuştur. Nitekim Fatih Sultan Mehmet vakıfların sömürüye alet edildiğini görmüş ve bunların büyük kısmını devletleştirmiştir.
Ancak II. Bayezid, yapılan ısrarlara direnemeyip devletleştirilen vakıfları tekrar “eski sahiplerine” geri vermiştir.
Burada ilginç olan; Fatih’e vakıfları devletleştirmek için fetva verenlerle, II. Bayezid’e eskiye dönüş için fetva verenlerin aynı kişiler olmasıdır. İslam, Hucurat Suresi 10. ayetinde şöyle der:
“Müminler sadece kardeştirler.”
Hz. Peygamber (S.A.V.) herkesin bildiği gibi hicretle Mekke’den Medine’ye geldiğinde “Göç edenlerle” (Muhacir), Ensar (Medineli Müslümanlar) arasında hicret kardeşliği kurmuştu.
Kur’ani kimliği ilk bozanlar Emeviler olmuştur. Müslüman ancak Arap olmayanlara “mevali” demiş, onlardan Müslüman olmayanlardan alınan vergiyi (haraç) almışlardı.
Müslümanlar arasındaki ikinci bölünme ise tarikatlar tarafından yapıldı: Tarikat kardeşliği.
Şu anda Türkiye’ye veya Türkiye’den Avrupa’ya giden tarikat mensuplarının buralarda devam ettirdikleri faaliyetlerine bakıldığında “tarikat kardeşliği” çok net görülür. Sadece kendi cemaatine mensup dükkânlardan alış-veriş yapmaları, belirli semtlerdeki camilere devam etmeleri, kadınların başörtülerini bağlama biçimi (kadınların örtünme şekli), erkeklerin giydikleri pantolonların modeli, başlarına giydikleri şapkanın (takke) rengi, Türkiye’de çocuklarını gönderdikleri özel okullar, çocuklarının düğünlerini gerçekleştirme ritüelleri, kitaplarını okudukları yazarlar; cemaatlerin kimliğini gösterir.
Her cemaatin kendi içinde müthiş bir dayanışma içinde oldukları ancak aynı yardımlaşma ve dayanışmayı başkaları için yapmadıkları her zaman görülen bir tutumdur.
Bütün bunlar İslam toplumunu bölmek değil midir?
Tarikat şeyhleri müritlerince kurtarıcı, Allah’a yaklaştırıcı, şefaatçi kabul edilir. Bu duygu ve inanış elbette şeyhe, müritleri üzerinde büyük güç ve itibar sağlar.
Böylece kişi; okuldan alacağı bilgileri şeyhten alacak hâle dönüştürülür. Mürit alacağı bütün bilgileri “ilham” veya “rabıta” yoluyla şeyhinden alacağını zanneder. Artık kitaptan alınacak bilgiler önemsizdir. Önemli olan şeyhin gönlünden ilham yoluyla müridin gönlüne akan bilgidir.
Böylece cemaate giren kişinin “neden” veya “nasıl” sorularını sorması önlenmiş, aklını kullanmasına fırsat verilmemiş olur. Şeyhi kızdıracak bir söz veya hareket yaparsan “şefkat tokadı”nı yersin. Kur’an “Ankebut (Türkçe anlamı: Dişi örümcek) Suresi 41. ayetinde“ Allah dışında birilerini “evliya” edinip onlardan yardım dileyenleri “Karadul” denilen dişi örümceğe kanıp, ağına takılanlara benzetir (Karadul denilen dişi örümcek, erkek örümceği kandırır ve çiftleştikten sonra Onu öldürür). Bu konu ile ilgili Kur’an-ı Kerim’in; Yunus Suresi 18. ayeti, Kaf Suresi 16. ve Zümer (Türkçe anlamı: yığınlar) Suresi 44. Ayetleri aklını kullanan bir Müslüman için yeterlidir.
Hatırlarsanız “Cübbeli” diye anılan Ahmet Mahmut Ünlü şöyle diyordu: “Ben çocuklarımı devletin okuluna göndermedim. İyi ki de göndermedim. Ne olacaktı gönderseydim? Okula gitmeyle Cennet’e gidilir mi?” Burada dinleyenlerine ne mesaj verdiği çok açık. Fakat aynı Cübbeli “gâvur”un yaptığı jetsky’e binip denizde dolaşıyor. O makineyi okula giden mühendis yapmıştı oysa. Karısını doktora götürüyor, üstelik kadın doktora. Hem okutmayın diyeceksin hem de karına kadın doktor arayacaksın. Anlatabildim mi? Bu adama en hafifinden “bezirgân” denir.
Tarikatlar; İslam’ı anlatma ve öğretmede, tasavvufi düşüncenin manevi lezzet ve heyecanını yaşamada, İslam’ı yaymada, ahiler yoluyla ticaret hayatını geliştirmede, felsefe, şiir (Osmanlı zamanında Divan şiiri), sosyal yardımlaşma, müzik (tasavvuf müziği ve ilahiler), fütüvvet, gaza ve cihad anlayışlarını yaymada çok güzel işler yapmışlardır.
Ancak tasavvufi düşüncedeki ilim-ahlak felsefesinden giderek uzaklaşılması ve “eskiyi tekrar”ın başlamasından sonra duraklama devrine girdiler. XIX. yüzyılda ise dinî bilimler alanında yüksek seviyelerine rağmen diğer bilimlerde neredeyse yoklardır denilebilir.
Tarikatların, Kurtuluş Savaşı’ndaki fedakârca rolleri yazılmazsa haksızlık yapılmış olunur. Kurtuluş Savaşı’na desteklerini söylemek bakımından sayısız örnek verilebilir. Biz sadece üç tanesinin adlarını vermekle yetinelim:
Özbek Tarikatı; Kurtuluş Savaşı’nda, Anadolu’ya gidecek Osmanlı subaylarını dergâhında gizlice ağırlayan, vakti gelince de Ankara’ya ulaştıran aynı zamanda istihbarat görevi de olan bir tarikattı. Mustafa Kemal Paşa’nın da İstanbul’a geldiğinde gizlendiği mekân Özbek Tekkesi idi.
Mevlevi Dergâhı: Çıkardığı Mevlevi Alayı ile Kurtuluş Savaşı’na asker vererek desteklemişlerdir.
Taceddin Dergâhı; Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’nı yazdığı tekkedir.
3 Mart 1924 yılında tarikatlar yasal olarak kapatılmışlardır. Ancak yüzyıllardır var olan ve çok değerli hizmetler yapmış, Türk ulusunun gözünde ve gönlünde yüksek değeri ve anlamı olan tarikatları “kapattım” diyerek sonlandıramazsınız, nitekim öyle olmuştur.
Tıpkı Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Türk devletlerinde olduğu gibi yeni devlet Türkiye Cumhuriyeti’nde de siyasilerin tarikatlara ilgisi hiçbir zaman bitmemiştir.
1963’ten bu yana ilk önce Adalet Partisi peşinden Millî Nizam Partisi, 1971’den sonra önce Adalet Partisi sonra Millî Selamet Partisi (daha sonra ismi Fazilet Partisi ve şu anda Saadet Partisi oldu) 1983’ten sonra Anavatan Partisi, Saadet Partisi, Doğru Yol Partisi içinde cemaat mensupları yer almış, bakanlık yapmışlardır.
2003 yılından bu yana hükûmette bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi de tarikatlara yakın olmuştur. Hatta kolaylıkla denilebilir ki, yakın tarihte cemaatlerin en rahat çalıştıkları zaman Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmetleri dönemleridir.
1983 ile 2017 yılları arasında devlet içinde en güçlü cemaatler; İskenderpaşa Dergâhı, Nurcular (kendi içinde birçok kolu vardır) Gümüşhanevi Dergâhı, Menzilciler ve Süleymancılardır. Ayrıca Mevlevilik Anadolu Selçuklularının son zamanlarında ve Osmanlı devirlerinde olduğu gibi günümüzde de Türkiye’de devletin ve üst düzey yöneticilerin desteğini almıştır. Bunu her yıl Konya’da yapılan (mesafenin uzaklığı (!) ve katılıma yoğun talep nedeniyle isteyen herkesin izleyememesi serzenişleri nedeniyle şimdi İstanbul’da da yapılması planlanan) “Şeb-i Aruz” –düğün gecesi-törenlerine devletin en üst yöneticilerinin ve siyasi partilerin genel başkanlarının katılımından kolaylıkla görebiliriz. Hacı Bektaş Veli’yi Anma Etkinlikleri’ne de uzun süredir siyasilerin ilgi göstermekteler.
Özel bir paragrafla belirtilmelidir ki, özellikle 15 Temmuz 2016’dan önce olmak üzere; devletin her kurumunda, bakanlığında cemaatler güçlendirilmiş, yetkili ve etkili makamlar cemaat mensuplarından oluşmuş, “liyakat ve yetenek” göz ardı edilmiştir. FETÖ ile ilgili Türkiye’nin atlattığı büyük tehlikeye rağmen şu anda bile cemaatlerin devlet kurumları içindeki etkinliği devam etmektedir. Buna örnek olarak Sağlık Bakanlığındaki atamalarda, yönetici kadrolarına tayinlerde “Menzilciler”in gücünü (bu kavramı özellikle kullandım) söyleyebiliriz.
Halktan “bağış” adıyla toplanan milyarlarca dolarlık vurgunların en bilinen fakat yargılanamayan “Mercümek”, “Deniz Feneri”, “Yeşil Sermaye” yolsuzlukları, televizyonlara yansıyan ve büyük tepkilere sebep olan fakat Türkiye gündemi değiştirilerek unutturulmaya çalışılan Ensar Vakfı’nda yaşanan “çocuk tacizleri/tecavüzleri”, tarikat okulları ve yurtlarında çocuklara uygulanan “dayak” sahneleri de tarikat çevrelerindendir.
Tarikatlar; kültür, bilgi ve folklorik merkezler olmak yerine dinî kurumlara dönüştürülürse; “din-politika, din-güç” ilişkileri içinde çok kısa sürede yozlaşırlar.
Bir cemaat bunu iyi niyetli olarak engellemeye çalışsa dahi başarılı olma şansı yoktur. Çünkü bir cemaat dediğimiz anda Müslüman toplum içinde hizipçilik yapılmış olur. Bu hizip, siyasi destek alınca öyle güçlenir ki, mensupları “güç sarhoşu” olur. Yani artık “yozlaşma” başlamıştır.
Türkiye, “güç yozlaşmasına” en açık biçimde; adalet teşkilatı, Türk Silahlı Kuvvetleri, sağlık camiası, emniyet teşkilatı ve devlet okullarında şahit olmuş, yaşamıştır.
Bir cemaatin yurtlarından toplu hâlde okula gelen öğrenciler burada birlikte hareket ettikleri için okul içinde ayrı bir grup oldukları gibi ilgili cemaatin bu okuldan sorumlu olan “abi veya ablası” okul yönetimiyle ilişkilerinde cemaatin gücünü ve arkasındaki siyasi parti desteğini açıkça gösterip, okul yönetimlerine baskılar yapabildiler.
Cumhuriyet, tarikatları kapattı ancak yerini dolduramadı. Üstelik laik anlayışı Fransa’yı model alıp, “jakoben tarzda” uygulanınca laiklik “ladini” diye anlaşıldı. Milliyetçilik düşüncesi, tarikatların kapatılmasının getirdiği boşluğu dolduramadı.
TASAVVUF VE TARİKATLARIN TÜRK KÜLTÜRÜNE
ETKİLERİ
Türk Ulusu yarı göçebe yaşantının getirdiği teşkilatçılık, bağımsız yaşama duygusu ve bunların getirdiği devlet kurma yeteneklerini ve zekâsını tarikatlarla işbirliği yapmak veya tarikatları kendi hedefleri doğrultusunda değerlendirmek suretiyle dünyanın en büyük devletlerinden Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmayı başarmışlardır. Daha bağımsız bir beylik bile değillerken ahilerin ve tasavvuf ehlinin desteklerini almışlardır.
Osmanlı Türk Devleti tarikat büyükleri ile kuruluş’tan yıkılışa kadar daima beraber olmuştur. Bütün Osmanlı padişahlarının bir tarikatla ve bir tasavvuf ehli ile manevi bağı vardır. Bu durum Türklerin kurduğu bu muhteşem devletin manevi-ruhsal bir mesaj taşıdığını da gösterir. Selçukluların haçlı savaşlarına, Osmanlıların Avrupalı devletlere karşı tek başlarına verdiği mücadeleler “İslam’ın Kalesi” gibi durduklarını gösterir.
Türklerin, Müslümanlığı kabulleri ve ona hizmetleri tarikatlar yoluyla olmuştur. Yarı göçebe yaşantı nedeni ile Türkler nerelere göç etmişlerse; dervişler, onları bulmuş İslam’ı söz ve davranışları ile anlatıp, öğretmişlerdir.
Başta Ahmet Yesevi olmak üzere bütün mutasavvıfların benzer davranışla Türklerin; İslam’a aykırı olmamak koşuluyla geleneklerini yaşamaları, törelerini korumaları ile ilgili olumlu telkinleri Müslümanlığa geçişi kolaylaştırmıştır. Şüphesiz Türkler, “Kam” adını verdikleri (ozan, hekim, din adamı, asker) eski dinlerinin seçkin insanları ile dervişler arasında benzer bir şahsiyet gördüler.
Bazı yazarlar “Tarık Dursun” gibi” Türklerin kılıç zoruyla Müslüman olduklarını söylerse de bunun doğru olması mümkün değildir. İşin aslı hiçbir ulus kılıç zoruyla din değiştirip, o din için ölmez…
Tarikatların; Türk-İslam tarihindeki çok önemli katkılarından birisi de Türk fikir hareketlerine ve mimariye katkıları olmuştur.
Vakıf geleneği ile önce tekkeler sonra külliyeler yapılmış bu durum tarihî süreç içinde –yerleşik hayata geçişin hızlanmasının da sonucu olarak- önce dinî sonra sivil mimarinin gelişmesine katkı yapmıştır.
Tarikatların, Türk kültürü ve insanına başka bir katkısı şudur: Mutasavvıfların (dervişlerin, tarikat önderlerinin) davranış ve yaşayışları Türk insanının ahlaki bakımdan bilinçaltını şekillendirdi.
- Türk Milletinin millî benliğine işlenmiş “Nasreddin Hoca’nın velilik ve hikmet kokan ince hiciv yüklü mizahını,
- Ahilerin civanmertliğini,
- Alp erenlerin kahramanlığını ve maddeyi hiçe sayan fedakârlıklarını,
- Yunus Emre ile Mevlana’nın halen erişilemeyen insan ve canlı sevgisini,
- Türk Milletinin kendisini tanıyan yabancıları hayran bırakan misafirperverliğini,
Divan edebiyatının dünyanın şatafatı, eğlencesini anlatıyor görünürken, çehresinin arkasında tasavvuf ve tarikat edebini, disiplini, hikmeti görürüz. ( )