SAVAŞ, TAKTİK VE STRATEJİ ÜZERİNE

07 Nisan 2016 12:38 Bora İYİAT
Okunma
19962
SAVAŞ, TAKTİK VE STRATEJİ ÜZERİNE

 

 
İnsanoğlunun yaratılışıyla başlayan rekabet, yine insanlık tarihi ile yaşıt başka bir olguyu da karşımıza çıkarmıştır. İlk başlarda kabileler düzeninde yaşayan insanlık; zamanla devlet yolunda ilk aidiyet güdülerine sahip olduğunda çıkar çatışmaları ve menfaat kesişmeleri noktasında şiddet kullanma yoluna gitmiş, adına harp ya da savaş dediğimiz kavram ortaya çıkmıştır.
En basit tanımıyla bu kavramı açıklayacak olursak “Savaş, düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemidir.”[1] Düşmana irademizi zorla kabul ettirmek yani ona isteklerimizi kabul ettirmek için mutlak bir kuvvetin kullanılması ve düşmanın bu güç karsısında direnemeyerek pes etmesini sağlamaktır. Eğer düşmana irademizi zorla kabul ettirmek istiyorsak onu kendisinden beklediğimiz fedakârlıktan daha kötü bir duruma düşürmek veya bunu hissettirmek yeterli olacaktır. Savaş gerçek anlamda bir kavgadır. Ancak bu kavga savaş aracılığıyla maddi ve manevi kuvvetlerin tamamının kullanılmasını ve bu kavgada tarafları kendi yararlarına kullanmak için birçok buluşa yöneltmiştir.[2]  Savaş kavramı üzerine duran her bir düşünür, bu kavramı şekillendirerek disiplin içine kattığı anlayışlarla savaşın farklı bir boyutunu işaret etmiştir.
Örneğin, en mükemmel zaferin muharebe etmeden savaşı kazanmak olduğu tespitini yapan Sun Tzu (MÖ 400-320); “Savaş Sanatı” adlı eserinde, savaşı “Savaş,  devlet için hayati önemi haizdir. Yaşam ya da ölümle son bulan bir sahadır ve hayatta kalmaya veya mahvolmaya giden bir yoldur.” şeklinde tanımlamıştır.[3]  Bunu şu örnekle basitleştirerek açıklamak mümkündür: “Eski bir Çin öyküsüne göre, bir zamanlar bir Çin soylusu zamanın en ileri bilim adamlarından kabul edilen üç kardeş otacıdan en genç olanına aralarından en üstün olanın kim olduğunu sorar. Genç otacı cevap verir: “En büyük ağabeyim, hastalıkların ruhunu görüp daha ortaya çıkmadan yok ettiği için şöhreti evinin duvarlarının dışına çıkmaz. Ortanca kardeşim hastalıkları ortaya çıktığı anda yok eder. Bu nedenle onun şöhreti de yaşadığı mahallenin dışına çıkmaz. Bana gelince; ben damarları açar, şuruplar hazırlar, masaj yaparım. Bu nedenle şöhretim her yere yayılır. Şimdi size sorarım hangimiz daha üstün?”[4]
Clausevitz'e göre ise savaş, politik ilişkilerin bir devamı ve başka araçlarla gerçekleştirilmesidir. Savaş teriminin farklı şekillerde tanımlanması; kavramın oluşumundan, kavrama ilişkin bilginin kaynağından, kapsamından, doğasından ve bu kapsamdaki tanımlamalarda farklı inceleme düzey ve birimlerinin kullanılmasından kaynaklanmaktadır. toplumsal yapılanmaların gelişimi esas alındığında, İlk Çağ’da kabileler arası çatışmalardan ibaret olan savaşın; Orta Çağ’da şehir milisleri ve paralı askerlerin oluşturduğu özel ordular tarafından küçük alanlarda, düşük yoğunlukta ancak uzun sürede cereyan eden silahlı bir mücadeleye dönüştüğü görülür. Bunu takip eden Yeni Çağ’dan itibaren ise ulusal devletlerin kurulmasıyla oluşturulan millî orduların; savaş kavramını, hükümdarların mücadelesinden milletlerin savaşımına dönüştürdüğüne tanık oluruz. Bu dönemde savaşın topyekûn bir hâl aldığı ve kesin sonuçlu yıkıcı bir nitelik kazandığı görülür. Her kim tarif ederse etsin, ortada tek bir gerçeklik vardır: Savaş şiddet içeren bir durumdur Nitekim Çiçero, savaşı, “tarafların kuvvet kullanarak çatışması” olarak tanımlamıştır.[5]
Hobbes, ünlü eseri Leviathan’da  “Şayet birbirinin kurdu olan iki insan, aynı anda beraber sahip olamayacakları bir şeyi isterlerse düşman hâline gelirler ve süreç sonuçta ya birinin diğerini kontrol altına alması ya da yok etmesi ile neticelenir.” der. Bu kaçınılmaz çatışma aslında insan doğasından gelen “ne pahasına olursa olsun hayatta kalma refleksinin” bir bedelidir. Realist öğretinin temelini oluşturan bu görüşe göre, hayatta kalabilmek adına her zaman en güçlüler en iyi yemeği ve en iyi barınağı almak isterler. Ancak ihtiyaçlar sonsuz, kaynaklar kısıtlı olduğundan, en iyiyi elde etmek için verilen mücadele nihayetinde insanları çatışmaya götürür. İki kişi arasında daha iyiyi elde etmek için verilen bu çatışma eninde sonunda kazananın yaşayacağı, kaybedenin öleceği veya köle olacağı bir “düello” hâline gelir. Siyaset bilimciler savaş olgusunu açıklayan genel geçer teoriler peşinde iken tarihçiler genelde her bir savaşı kendine özgü sebepleri ışığında inceleme çabasında, biyoloji ile felsefe ve psikoloji ise saldırganlığın ve çatışmanın fizyolojik ve psikolojik nedenlerine cevap bulmak peşindedir. Kimine göre savaş insan doğasından kaynaklanan ve “kaçınılması güç” bir “defo” kimine göre insanlık geliştikçe giderek “demode” ve “ahlak dışı” hâle gelen bir olgudur. Kenneth Waltz’a göre “herhangi bir şey” savaşa neden olabilir. Nitekim 2400 yıl önceki Peloponez Savaşı’nın nedenleri hakkında bilimsel çalışmalar hazırlandığı hâlde bugün hâlâ sosyal bilimlerin savaş olgusunu tam anlamı ile çözebildiği iddia edilemez. Uluslararası ilişkiler teorileri, savaşın “kaza eseri ve rastlantısal” meydana gelen bir olgudan ziyade belli aktör, yapı ve süreçlerin bir araya gelmesiyle meydana gelen “önceden kestirilebilir” bir olgu olduğu iddiasındadır.
Örneğin klasik realistler insan doğasındaki defo ve güce duyulan arzu ile savaşı açıklarken neorealistler uluslararası sistemdeki “anarşi” ve devletler sisteminde savaşı durduracak bir “üst otoritenin” yokluğu ile savaşı açıklamakta, radikal yaklaşımlar ise savaşları kolonizasyon sürecinin veya kapitalizmin tabii bir sonucu olarak yorumlamaktadır.[6]
Savaş, insanlar avcılık ve toplayıcılığı terk edip çiftçilik ve tarımsal üretime geçtiği zaman medeniyetle birlikte doğmuştur. Tarımsal üretim ve hayvan yetiştirme için gerekli olan örgütlenme ilkel savaş olarak bilineni sürdürmek için bu yeni gelişen kültüre olanak sağlamıştır. İlkel savaş, törensel bir savaş hâliydi. Bu, bir tür pusu anlayışının kilit rol oynadığı veya da yüz yüze yapılan bir savaş türünden ibaretti. Zamanla ulus devlet savaşları binlerce kişiden oluşan kitlesel ordularca gerçekleşti. Kalabalık kitleler; çok düzenli, organize olmuş bir şekilde, belirli bir komutada, adım adım ilerlediler. Modern askerî eğitimler, MÖ 1900’lerin eski Mısırlıların eğitimlerine çok benzemektedir. Her şey, “solda” başlar. Savaş; tıpkı düşmanının da yaptığı gibi, arkadan öne doğru düzineler hâlinde sıralanmış askerlerin, düşmanlarına karşı harekete geçmeleri için birbirlerine ileriye doğru baskı yapmalardan ibarettir.[7]
Savaşlar nasıl ve hangi bilimle açıklanırsa açıklansın, nasıl yapılırsa yapılsın, daha önce de belirttiğim gibi şiddet yoluna başvurmaya ve bu sayede üstünlük kurmaya dayanmaktadır. Bu durum da kendisine has bir endüstriyel üretimi ortaya çıkarmaktadır. Bu üretim; savaşlarda kullanılan araç ve gereçler, bilinen adıyla silahlardır.
İlk silahlar, genelde ileriye doğru atılan bir cismin havada yol almasından elde edilen hızdan istifade edilmesi prensibine göre tasarlanmıştır. Fırlatılan nesne, önce basit bir taş iken daha sonra ucu sivriltilmiş mızrak, ok vb. olmuştur. Zamanla kargı, sapan ve mancınık gibi basit silahlar bunları izlemiştir. Ancak atış teknolojisindeki en büyük ilerleme için barutun icadını beklemek gerekecektir.[8]
Savaşların en önemli malzemesi olan insan ancak silah kavramı ile bir arada düşünüldüğü zaman ölümcül bir vasıta hâline gelmektedir. İnsan; tek başına, yalın bir savaşçı olarak algılandığında birçok diğer canlıya göre aslında çok daha ilkel bir durumdadır. Dişleri sivri değildir. Öldürücü pençelere de sahip değildir. Bu itibarla kendisini hayatta tutacak başka şeylere ihtiyaç duymaktadır. İşte ihtiyaç duyulan silah; önce güç, sonra karşı güç ile evrimleşmiştir.
Tabiat şartlarına uyum ve bu uyumun doğurduğu direnişte ilk insan, bir yandan taş, kemik, ağaç ve diğer doğal araçları kullanmış; diğer yandan da akıl, zekâ, mantık üstünlüğü sayesinde, bu araçların yapımında, büyük bir dikkatle tabiat olaylarını ve diğer canlıları izleyerek onlardan da esinlenmiştir. Fransa’daki Madeleine Mağarası’nda bulunan kemikten, bir dizi testere dişleri andıran mızrak uçları, ilkel kabilelerin kullandıkları kirpi dikeni büyüklüğündeki zehirli iğne okları, böcek kapan örneği, vahşi hayatın kapanları, Orta Çağ’da kale kapılarını kırmak için kullanılan koçbaşları hiç şüphesiz bu titiz ve dikkatli gözlem ile esinlenmelerin sonucudur.[9]
Tarihte silah olarak kullanılan ilk araçlar taşlar ve sopalardır. Daha sonra uygun biçimde yontulmuş taşlar, sopaların ucuna bağlanarak ilk mızraklar ve baltalar yapılmıştır. Taş, sopa ve mızrakların daha uzaklara fırlatılabilmesi gereksinimi doğunca önce sapan, ardından da yay ve ok geliştirilmiştir. İlkel insan topluluklarının metal işlemeyi öğrenmesi ile birlikte, silah yapımında metal kullanılmaya başlanmıştır. İlk olarak metal uçlu ok ve mızraklar, daha sonra kama ve kılıçlar yapılmıştır. Savaşlarda hayvanlardan yararlanılmaya başlanması, bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır silahların da yapılmasına zemin hazırlamıştır. Böylece, savaşlarda mancınık gibi ağır silahlar yer almaya başlamıştır. İnsanlara doğrudan zarar veren, yangınlar başlatan, duman ya da çok pis kokular çıkartan ilk kimyasal silahların geçmişi de ilk çağlara kadar uzanır. MS I ve II. yüzyıllarda silah yapım yöntemleri hızla gelişmiş; çok çeşitli kılıç, kama, mızrak, mancınık, yay ve ok türleri ortaya çıkmıştır. Ama IX ve X. yüzyıllara değin yeni silah türleri geliştirilmemiştir. X. yüzyılda geliştirilen arbalet, Avrupa ordularında uzun süre temel savaş silahı olarak kullanılmıştır.[10]
Silahın gelişiminde hız grafiğinin ani yükselmesinde en büyük faktör, hiç şüphesiz Orta Çağ’ın sonunda barutun bulunması ve bunun sonucu ateşli silahların ortaya çıkışı olmuştur. XIII. yüzyılda Araplar ve Türkler silah yapımında barut kullanmaya başlayarak saldırı amaçlı ilk roket örneklerini yaptılar. İlk ateşli silahlar da XIV. yüzyıl başlarında Araplar tarafından geliştirilmiştir. Günümüzde kullanılan topların ilk örnekleri olan bu silahlar, kısa sürede Avrupa’da da kullanılmaya başlanmıştır. Oldukça ağır ve döküm hataları nedeniyle kullanımı çok tehlikeli olan ilk ateşli silahların erişimi ve isabet oranı oldukça düşüktü. Gene de bu silahlar XV. yüzyılda geliştirilen top ve arkebüze esin kaynağı olarak önemli bir rol oynamıştır.[11]
Savaş kavramı silah enstrümanını geliştirirken liderlik (askerî literatürde komutanlık) olgusu kapsamında düşmanı yenmenin akılcı yönü için düşünülmeye başlanmış, taktik ve strateji denilen başka bir olgu da bu tarihsel sürecin içine eklemlenmiştir.
  Savaş, bir güç oyunu ve mücadelesi olduğu kadar aslında daha çok bir akıl ve zekâ mücadelesidir. İşte bu akıl yönünü taktik ve strateji temsil etmektedir. Strateji kelimesini etimolojik olarak incelediğimizde, kelimenin antik Yunan uygarlığında adlandırıldığını görmekteyiz. Antik Yunan’da “strategos” general anlamına gelir. Strateji kelimesinin kökü olan “strategia” ise generalin sanatı veya işi demektir. Dar anlamda strateji, eski Yunan geleneğinde generallik sanatını, yani askerî araçların savaşın amacına ulaşmada kullanılmasını ifade eder. Prusyalı General Carl von Clausewitz; 1832’de yayınlanan “Savaş Üzerine” başlıklı çalışmasında, stratejiyi “savaşın amacına ulaşmak için muharebenin araç olarak kullanılması teorisi”  şeklinde tanımlamıştır.[12]
  Askerî strateji ile genellikle karıştırılan bir kavram da taktiktir. Clausewitz’e göre taktik, “muharebe sırasında askerî güçlerin kullanılması teorisi”, strateji ise “savaş için muharebenin kullanılması teorisi” olarak tanımlanır. Benzer şekilde Hart’a göre de “Askerî araçların kullanılması eylem olarak savaşa dönüşüyorsa, bu tutumun düzenlenmesi ve yönetilmesi taktik terimi ile tanımlanır.”[13]  ve dolayısıyla taktik, askerî stratejinin daha alt düzeyde uygulanmasına dair bir kavramdır. Stratejinin bu dar tanımı, askerî gücün kullanımı veya kullanılması tehdidini içerir; dolayısıyla strateji hem savaş hem barış dönemini ilgilendiren bir kavram olarak karşımıza çıkar. Özellikle Sun-Tzu; stratejinin amacını, savaşın önlenmesi olarak tanımlamıştır. Tzu; Savaş Sanatı adlı eserinde, strateji ve taktik kavramlarını birbirinden ayrı değerlendirerek aslında günümüzden çok önce bir projeksiyon ortaya koymuştur.
  Tzu, strateji ile ilgili şunları ifade etmiştir:
  “Savaş sanatının en pratik kavramı, düşman ülkesini tümüyle zarara uğratmadan ele geçirme fikridir. Yakıp yıkmanın kimseye bir faydası olmaz. Aynı şekilde bir orduyu da tümüyle ele geçirmenin nimetleri sınırsızdır. Bu nedenle savaşların tümünde savaşarak zapt etmek en üstün başarı demek değildir. Üstün başarı, düşmanın direncini savaşmadan kırmaktır. Bu anlamda komutanlığın meziyetleri devreye girmektedir. Komutanlığın en üstün meziyeti düşman planını çözüp kırmaktır. En iyi ikinci meziyeti, düşman güçlerinin birleşmesini engellemektir. Üçüncüsü ise düşman ordusuna savaş meydanında taarruzda bulunmaktır. En kötü meziyet ise surlarla korunan bir kentin kuşatılmasıdır. Savaşta ana kurallardan biri, mümkün olabildiğince surlarla korunan kentlerin kuşatılmasından kaçınmaktır. Kuşatmada kullanılacak savaş gereçlerinin hazırlanması bile aylarca sürecektir.”[14]
  Tzu, strateji ile ilgili görüşlerini yukarıdaki gibi sıralarken aynı bölüm içerisinde özel bir kısmı da komutanlar için ayırmıştır. Tzu’ya göre komutan, orduların yenilgi ya da zaferinde tek sorumludur. Buradan hareketle komutan, zafer ve yenilgi kavramlarını şöyle açıklamıştır:
  “Komutanlar, devletin kalesidir. Kalenin her noktası sağlam ise devlet güçlü, kale çürükse devlet zayıftır. Bir komutan, yapacağı üç hata ile ordusunun başına felaket getirebilir.
Bu hatalar: Orduya ilerleme veya geri çekilme emri verdiğinde ordunun bu emri uygulayamayacağının farkında olmaması. Buna orduyu topallaştırma da denir. Ordudaki koşulları düşünmeksizin orduyu, krallığı yönetir gibi yönetmeye kalkması ki bu askerin zihninde huzursuzluk yaratır. Zor koşullara uyum askerî prensibini göz önüne almaksızın subay seçimi ki bu da askerin güvenini sarsar. Ordunun huzuru kaçar, güvenini yitirirse bu durumda diğer prenslerin yararlanmaya çalışıp sorun yaratacakları kesindir. Bu da orduya anarşi getirecek, zaferi olanaksızlaştıracaktır.
Zafer için beş ana koşulun bulunduğunu bilmeliyiz:[15]
1. Savaşı, ancak ne zaman savaşılıp ne zaman savaşılmayacağını bilen kazanır.
2. Savaşı, elindeki zayıf gücü de kuvvetli gücüde iyi kullanan kazanır.
3. Savaşı, ordusunun her seviyesindeki personeline aynı ruhu veren kazanır.
4. Savaşı, düşmanın en hazır olmadığı zamanı beklemesini bilen kazanır.
5. Savaşı, askerî kapasiteye sahip olup sivil yönetim tarafından müdahale edilmeyen bir komutan kazanır.”[16]
Gelelim taktik konusunda Sun Tzu tarafından ortaya konulan anlayışa… Çinli bilge, taktik konusunu değerlendirirken komutan-savaşçı ikilisi bağlamında hareket etmiştir. Tzu’ya göre; eski savaşçılar, önce kendilerini yenilgi olasılığından uzakta tutarlar, sonra da düşmanı yenmek için uygun fırsatı beklerler. Yenilgiden kendimizi korumak bizim elimizdedir. Ancak, düşmanı yenme fırsatını bize düşman verir. İyi bir savaşçı kendisini yenilgiden koruyabilir ancak düşmanı yenmeyi garantileyemez.
Sonuç olarak üstün yetenekli komutan gücü yeterli olmasa da savaşı kazanmayı başarabilir. Yenilmezlik, savunma taktiklerine bağlıdır. Düşmanı yenmek ise saldırıyı gerektirir. Savunmada kalmak, güç yetersizliğini gösterir; saldırı ise aşırı güç göstergesidir. Savunmasıyla ünlü komutan, topraktaki her deliğe saklanabilirken ataklığı ile ünlü bir komutan cennetin üst katmanlarından atağa kalkar. Sonuçta bir elimizde kendimizi koruma, diğer elimizde ise mutlak zafer yer alır. Yerden bir tüy kaldırmak büyük bir gücün simgesi değildir. Ayı, güneşi görmek keskin görüş olmadığı gibi, gök gürültüsünü duymak da kulak hassaslığını göstermez.
İlk taktik stratejileri koyan bilgelerden günümüze askerî harekâtlarda teknolojiye bağlı olarak gelişmeler yaşansa da Sun Tzu’nun eserinde yer alan mantık neredeyse hep aynı şekilde kalmıştır.
 
 
KAYNAKÇA:
 
1.  C. V. Clausewitz, Savaş Üzerine (çev. H. Fahri Çeliker), Özne Yayınları, İstanbul, 1999.
2.  Ezgi Özgül, Yeni Savaş Stratejileri ve Asimetrik Savaş, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bolu, 2005.
3.  Ali Bilgin Varlık, Savaşı Tanımlamak: Terminolojik Bir Yaklaşım, Avrasya Terim Dergisi, İstanbul, 2013,
4.  Sun Tzu, Savaş Sanatı (çev. Adil Demir), Kastaş Yayınları, 3. baskı, İstanbul, 2008.
5.  Ofer Zur, Savaşın Psiko-Tarihi: Kültür, Ruh ve Düşmanın Birlikte Evrimi (çev. Gökhan Kağnıcı), Tarih Okulu Ocak-Nisan 2010 Sayı VI.
6.  Nejat Eralp, Tarih Boyunca Türk Toplumunda Silah Kavramı ve Osmanlı İmparatorluğunda Kullanılan Silahlar, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara, 1968.
7.  Veysel Karkın, Türklerde Silah ve Askerî Yapı, Yüksek Lisans Tezi, T.C Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gaziantep, 2012.
8.  B. H. Liddell Hart, Strateji: Dolaylı Tutum (çev. Cemal Enginsoy), ASAM Yayınları, Ankara, 2002. 
 


[1]  C. V. Clausewitz, Savaş Üzerine (çev. H. Fahri Çeliker), Özne Yayınları, İstanbul 1999, s. 93.

[2] Ezgi Özgül, Yeni Savaş Stratejileri ve Asimetrik Savaş, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bolu, 2005, s. 4.

[3] Ali Bilgin Varlık, Savaşı Tanımlamak: Terminolojik Bir Yaklaşım - Avrasya Terim Dergisi, İstanbul 2013, S. 116

[4] Sun Tzu, Savaş Sanatı (çev. Adil Demir), Kastaş Yayınları, 3. baskı, İstanbul, 2008.

[5] Ali Bilgin Varlık, agm., s. 117.

[6] Metin Gürcan, Savaşın Evrimi ve Teorik Yaklaşımlar. Bu çalışma, Bilge Strateji Dergisi’nin Güz 2011 sayısında yayımlanan “Bir Önceki Savaş İçin Hazırlanmak: Değişen Küresel Güvenlik Ortamının Geleneksel Savaş Olgusuna Etkisi” başlıklı makalenin gözden geçirilmiş şeklidir.

[7] Ofer Zur, Savaşın Psiko-Tarihi: Kültür, Ruh Ve Düşmanın Birlikte Evrimi (çev. Gökhan Kağnıcı), Tarih Okulu Ocak-Nisan 2010 S. VI, s. 131-132.

[8] Yunus İnce, Osmanlı Devletinde Barutun ve Ateşli Silahların Kullanımının Yaygınlaşması. Bu makale 02.07.2013 tarihinde Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yeniçağ Tarihi Bilim Dalında kabul edilen, Selçuk Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinatörlüğünce desteklenen 09103001 numaralı “Osmanlı Barut Üretim Teknolojisinde Modernleşme: Azadlu Baruthanesi (1794-1878)” isimli doktora tezinin giriş bölümünün özetidir.

[9]Nejat Eralp, Tarih Boyunca Türk Toplumunda Silah Kavramı ve Osmanlı İmparatorluğunda Kullanılan Silahlar, Türk Tarih Kurumu yayınları, Ankara 1968, s. 3.

[10] Veysel Karkın, Türklerde Silah ve Askeri Yapı, Yüksek Lisans Tezi, T.C Gaziantep Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gaziantep 2012, s. 17.

[11]Veysel Karkın, agm., s.18.

[12] C. V. Clausewitz, age., s. 28.

[13] B. H. Liddell Hart, Strateji: Dolaylı Tutum (çev. Cemal Enginsoy), ASAM Yayınları, Ankara, 2002. 

[14] Sun Tzu, age., s. 49.

[15] Sun Tzu, age., s. 50.

[16]Sun Tzu, age., s. 54.