BİR KARA LOBİCİLİK ÖRNEĞİ OLARAK “ERMENİ DİASPORASI”

05 Mayıs 2015 16:17 Bora İYİAT
Okunma
8182
BİR KARA LOBİCİLİK ÖRNEĞİ OLARAK “ERMENİ DİASPORASI”

 

Lobicilik; en basit tanımı ile içerisinde ikna etme, inandırıcılık ve tanıtma bulunan tüm halkla ilişkiler kavramını etkin ve yerinde kullanarak karar verme mekanizmalarının üzerinde oluşturacağı baskı sayesinde alınması muhtemel olan politik kararları bir ülke veya bir grubun lehine ya da aleyhine olacak şekilde yönlendirme veya değiştirme üzerine kurulmuş olan sosyopsikolojik sistemdir.
Daha geniş bir ifade ile lobicilik tanımlanacak olsa bir fikri, bir ürünü, bir konuyu satma, kamuoyunda olumlu izlenimler oluşturulmasını sağlama, lanse etme, yanlış izlenimleri silme ya da düzeltme, gerektiğinde baskı grupları yaratma, aleyhte olan bir durumu lehe çevirme gibi birçok amaçla yürütülen tamamen planlı ve uzmanlık gerektiren faaliyetlerdir demek doğru olacaktır.
Lobicilik birçok alanda faal olabilir ancak karar organları ile baskı grupları arasındaki ilişki ağları ve etkileme sürecine katılmayı görev kabul eden lobicilik bu yönüyle daha çok kanun koyan siyasi mekanizmaları etkisi altına almaya yönelmektedir. Aslında bir halkla ilişkiler faaliyetidir ancak üzerinde daha çok çalışılmış, daha çok uzmanlık gerektiren halkla ilişkiler kavramının bu alan için detaylanmış, daha geniş ve kontrollü bir boyutunu oluşturur.
Lobicilik faaliyetleri günümüzde iki şekilde karşımıza çıkar. Bunlardan birincisi, karanlık bir güç olarak lobilerde, koridorlarda, kapalı kapılar ardında, karar mekanizmalarını etkilemeye çalışan, amaca varmak için her yolun mübah olduğunu düşünen, diğeri ise bilimsel araştırmalara ve fikirlere dayandırılarak menfaatlerini savunanlardır. Yöntem ayrı olmakla birlikte varılmak istenen hedef aynıdır. Amaç; savunulan tezin, dosyanın kabul görmesidir.
Asıl olarak tarihî derinliğine göz attığımızda İngiltere menşeli bir Anglosakson uygulaması olan bu faaliyet, günümüzde özelikle ABD’de yaygın olarak uygulanmaktadır. ABD’de seçim sistemi ve parlamenter koşulların mevcut yasalarından kaynaklanan özelliklerinden dolayı vatandaşların seçtikleri milletvekillerinin beklentilerini yeterince karşılamaması ülkedeki geleneksel anlayıştaki siyasi particiliği azaltmakta, yerine aktif kişiler ya da tek bir konuda uzmanlaşmış kuruluşların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
ABD'de bu sistemin hızla gelişip kabul gören bir olgu olarak siyasi hayata yerleşmesinde ve hızla gelişme göstermesinde toplum yapısının da belirleyici etkisi olmuştur. Sıradan bir ABD vatandaşı çocukluğundan itibaren okul kulüplerine, gençlik kuruluşlarına ve kilise gibi örgütlere bağlıdır. Bunun sonucunda Amerikan toplumunda ve dolaylı olarak siyaset hayatında bir grup hareketliliği oluşmuş, örgütlü hayat yerleşmiş ve bu siyasi hareketlilik geliştikçe, baskı grupları da gelişmiştir.
Şimdi bu kavramı ABD içerisinde var olan ve bizleri çok yakından ilgilendiren Ermeni lobisinden ya da kendi verdikleri isimle diaspora çerçevesinden inceleyelim.
1990’lı yıllardan itibaren sıkça duyulmaya başlanan bir kavram olan diaspora; bir halkın, bir toplumun dünyanın çeşitli ülkelerine dağılışını anlatır. Aslında bu kavramı ilk kez Museviler, İsrail’in dışında yaşayan Yahudileri işaret etmek için kullanmıştır. Ancak bugün diaspora denildiğinde Ermeniler, Yahudilerden daha önce hatırlanır. İşte bu bir lobicilik başarısıdır. Diaspora bu lobi başarısı ile birlikte günümüzde Türkler tarafından sürgün edilen, katledilen ve farklı topraklara dağılan bütün Ermenileri ifade eder. 1980’li yılların sonları itibarıyla çoğunluğunu Ermeni asıllı yazarların hazırlayıp yayımladığı ve yayımlattığı, özellikle Avrupa ülkelerinde ve ABD'de yapılan bütün yayınlarda Ermeni diasporası kavramının kullanıldığı görülmektedir.
 Ermeniler; Ermeni diasporasını Ermenistan devleti dışında yaşayan Ermeniler olarak değil, Anadolu’dan göç ettirilen ve tekrar dönmelerine izin verilmediği için dünyanın çeşitli ülkelerine dağılan ve oralarda yaşamak zorunda kalan Ermeniler olarak lanse ederler. Tehcir sırasında Osmanlı Devleti'nden göç ettirilen Ermenilerin yaklaşık 345 bini Kafkasya'ya, 140 bini Suriye'ye 120 bini Yunanistan ve Ege Adalarına, 40 bini Bulgaristan'a, 25 bini Irak'a, 35 bini Fransa, Avusturya ve ABD'ye gitmiştir. Daha sonra bunların bazıları da çeşitli sebeplerle buralardan başka yerlere göç etmişlerdir. Ermenilerin göç etme olayı I ve II. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında da devam etmiş ve bugünkü diaspora ortaya çıkmıştır.
ABD’de yaşayan Ermenilerin sayısı, Ermeni diasporasının yaklaşık %40’ına karşılık gelir ki bu da oldukça büyük bir orandır. Bir diğer yoğun nüfus ise Fransa’da yaşamaktadır. Bunların büyük bir kısmı sermaye kesimini temsil eden, ticaretle uğraşan ve büyük ticari bağlantıları dolayısıyla nüfuz sahibi kişilerdir. Ermeni lobisi olarak tanımlanan ve ABD'de oldukça etkili olan grubun yöneticileri de bu Ermenilerdir.
Bu Ermeniler yaptıkları büyük oranda maddi yardımlarla hem bu faaliyet için gerekli olan finansmanı sağlamakta hem Ermenistan’ı ayakta tutmakta hem de oy ve dolar adlı iki kavram üzerine kurulmuş olan ABD hükûmet politikalarını etkileyebilmektedirler.
Türklere ve Türkiye’ye karşı olma ve ona karşı faaliyetler yürütme anlayışı bugün Ermenileri bir arada tutan bir harç olarak gözlenmektedir. Diaspora nerede bulunursa bulunsun, nerede yaşarsa yaşasın Türkiye ile ilgili konularda hemen organize olup hep birlikte aynı şeyleri söyleyip aynı isteklerde bulunabilmektedirler.
Şimdi bu diasporanın tarihî seyrine ve etkilerine bir arada göz atalım.
1890 yılı ile birlikte ayrılıkçı iki ayrı Ermeni partisi olan Hınçak ve Taşnak, Amerika Birleşik Devletleri’nde faal olarak çalışmaya başladılar. Bu anlamda ilk Ermeni lobi faaliyetlerini bu kabul edebiliriz. Bu tarihle birlikte ABD yönetimi üzerinde zaman zaman azalan zaman zaman artan ancak sürekli bir lobi faaliyeti olmuştur. Lobinin rahat çalışmasında ve Anadolu’daki olayları tek pencereden ve abartarak aktarılmasında en büyük pay sahibi kuruluşlardan birisi de en az Ermeni lobisi kadar geleceğin barış gönüllüleri o dönemin Amerikan misyonerleri ve misyoner okulları olmuştur.
Uzaklardan Amerikalı misyonerlerce ana vatanlarına ve ABD kamuoyuna yöneltilen mesaj çok açıktı. Çok uzaklarda bir yerlerde birçoğunun bilmediği coğrafyada yaşayan bir millet sömürgeci, işgalci, kan emici bir topluluk tarafından katledilmekteydi. Bu yüzden isyan eden, bağımsız bir cumhuriyet için örgütlenmiş, adları Ermeni olan bu Hristiyan halk yalnız kalmamalıydı.  Misyonerler; İncil için, İsa için ve barış (!) için oradaydı bu katliamlara asla göz yumamazdı. Böylece bu dostları desteklemek için yardım kampanyaları düzenleniyor ve Amerikalı misyonerler aracılığıyla ABD halkından toplanan yüksek miktarda yardım parası Ermenilerin ihtiyaçları için kullanılmak adına Anadolu’ya gönderiliyordu. Bu parayı toplayabilmek için Amerikan Protestan kilisesi Amerika’nın bir ucundan öbürüne seferber olarak Türkiye Ermenilerine gönderilmek üzere Amerikan halkından para talep ediyordu. Bağış toplanabilmesi için bir anda kirli bilgi ve kitabın ilk bölümünde değindiğimiz propagandanın tüm incelikleri ustalıkla uygulanıyor; binlerce kilisede, her ayinde, "korkunç Türk" teması sayısız kez Amerikan halkının düşüncelerine sokuluyordu.
Anadolu’daki olaylar ve Ermenilerle ilgili her türlü spekülatif gelişme misyonerler tarafından ABD kamuoyuna o kadar güzel manipüle edilerek aktarılıyordu ki Amerikan halkı sürekli bu propagandalar altında ciddi anlamda haklarında hiçbir şey bilmedikleri Türklere karşı bileniyordu. Sürekli hâle getirilen bu Türk düşmanlığı, Amerikan kuruluşları ve basın organlarının da katıldığı kampanyalarla Türk düşmanlığını ciddi bir biçimde körüklüyordu. Bunun elbette tek nedeni bilinç oluşturma, kamuoyu yaratma değildi. Türkiye ve Türkler ne kadar çok kötülenirse ve masum olduğu öne sürülen Ermenilere ne kadar çok acındırılırsa toplanan para o ölçüde artıyordu. Toplanan bu bağışlarla Türkiye'de faaliyet gösteren Amerikan misyonerlerinin maaşları ödeniyor, Türkiye'deki misyoner okulları ve kiliseleri kurulup geliştiriliyordu.
Bu faaliyetler arttıkça geçen zaman yeni psikolojik harp silahları eklenmesine neden oluyordu. Artık hiçbir bilimsel temeli olmayan birçoğu uydurma hikâyelerden oluşan kitaplar birbiri ardına piyasaya sürülüyordu. Bu kitapların yazarları da yine söz konusu misyoner ve din adamlarıydı. Türk düşmanlığıyla ilgili kitaplar âdeta kapışılıyor, satışları arttırabilmek için bu kitaplar düzmece birtakım resimlerle dolduruluyordu.
Bu arada bir taşla birden çok kuş vurma niyetinde olan Ermeni tüccarlar, yaptıkları Türk düşmanlığı ve katliam yalanlarıyla satışlarını arttırıyordu. 
Ermeni komiteleri giderek hükûmet ve kamuoyu üzerindeki tazyiklerini arttırıyor; gazete, dergi, beyanname ve duvar afişleriyle Amerikalıların Türkler hakkındaki düşüncelerini kendi düşünceleri istikametinde yönlendirmeye çalışıyorlardı. Bunun için de kendilerince bir strateji belirlemişlerdi. Sürekli irtibat hâlinde oldukları Anadolu’daki Ermeni çetecilere hassas bölgeler başta olmak üzere belli başlı yerlerde olaylar çıkartıyorlardı. Osmanlı makamları tarafından gelen en basit tedbir olan tutuklama bile büyük bir haber oluyor ve çarptırılmış bu haberler çığ gibi büyüyordu.
Basının gücü keşfedildikten sonra Ermeni komitecileri gazetelere daha çok yazı yazmaya başlamışlardı. Ermeniler, kendi lehlerinde yazılar yayınlatabilmek için New York'ta 10 bin Ermeni’nin oturduğunu, hangi gazete Ermeni davasına yer verirse ona abone olacaklarını basına bildirmişlerdi. Bu bildiri üzerine pek çok gazete Anadolu’da cereyan eden olayları çarpıtarak Ermeni yanlısı haber ve yorumları okuyucularına duyurmaya başlamıştı. 1894 Ağustos’unda Bitlis'in Sason kazasında çıkan Ermeni ayaklanması ile meydana gelen olaylar, ABD’de yerleşik bulunan Ermeniler arasında büyük bir infiale neden olmuş, Protestan kilisesinin öncülüğünde, basının da desteğiyle, Türkiye’yi karalayan propaganda kampanyaları başlatılmış, gazetelerde ve dergilerde koyu bir Türk düşmanlığı ile yazılar yazılmıştı. Ermeni sempatizanı kimi parlamenterler, Türkiye'ye silahlı müdahalede bulunulmasını dahi istemişlerdi. ABD kamuoyunda Türk düşmanlığını körükleyerek had safhaya çıkarmış, bunun üzerine Başkan Clevland, Amerikan vatandaşlarının canlarını ve mallarını korumak için, San Fransisco ve Marblehead adlı iki savaş gemisini Türk kara sularına göndermişti ki bu çok önemli bir lobi yani daha geniş bir ifade ile psikolojik harp başarısıydı.
Ermeni lobisi her geçen yıl biraz daha saldırganlaşıyor ve her türlü olguyu kullanıyordu. Bu kullanımlardan birisi de din kavramıydı. Çünkü kamuoyunu yönlendirmek istedikleri Batı dünyası da onlarda aynı dindendi. 1909 yılı Adana’da yaşanan olayların neticesinde yine tek taraflı propagandanın da etkisi ile Boston'un üç Protestan Ermeni kilisesi adına M. Bagdararian ve S. S. Yenovkian adlı iki papaz, ABD Başkanı William Taft'a bir telgraf çekerek "Türkiye'deki çaresiz Ermenilerin kılıçtan geçirilmelerine son vermesi için insanlık, Hristiyanlık ve Amerikan uygarlığı adına" çağrıda bulunmuşlardı. Aynı tarihlerde bu çağrı sahipsiz kalmamış, farklı dinî cemaatlerden de yapılan çağrılar ve bildiriler yetkili makamlara gönderilmiş, Başkandan ve Dışişleri Bakanından Türkiye'de Hristiyanların öldürülmesini durdurmak ve zarar görenlere yardım etmek için gereken şeylerin yapılması istenmişti. Bu açıklamaların hemen ardından 12 milyon Hristiyan’ı temsil ettiği iddiasında olan bir başka cemaat Methodist Episcopal Kilisesi, Batı Virginia'da bir toplantı yaparak bu toplantıdan çıkan Ermenilere destek olunması ve Türk zulmünün (!) durdurulmasını içeren taleplerini ABD Başkanına göndermişlerdi. Ancak bu sefer bildiri yayın ve ileti çevresi biraz genişliyordu. Aynı bildiriler ABD Başkanı ile birlikte İstanbul Ermeni Patrikliğine, Amerikan misyonerleri örgütüne, İngiltere, Almanya ve Rusya Dışişleri Bakanlıklarına da gönderiliyordu. 1909 yılı boyunca lobi en aktif zamanlarından birisini yaşıyordu. Ermeni lobisi tarafından aynı yıl boyunca çok fazla sayıda mektup, telgraf, miting kararı gibi çoğu abartılmış ya da düzmece olaylara ilişkin rapor ve tepkilerden oluşan birçok belge Beyaz Saray’a, Dışişleri Bakanlığına, Kongreye, Senatoya gönderilecek ve Türkiye’ye karşı harekete geçilmesi talep edilecekti. Önemli bir ayrıntıyı ifade etmek gerekir ki bugün bile hem diplomasi hem hukuk alanında fazlasıyla ülkemizin başını ağrıtan ve özellikle ABD’de faaliyet yürüten Ermeni lobisinin savunduğu tezlere temel teşkil eden, Ulusal Kütüphane ile ve Kongre Kütüphanesinde bulunan el yazması mektuplardan oluşan arşivler de bu dönemin eseridir.
ABD yönetimini kendi menfaatleri noktasında bugün bile oldukça iyi sevk edebilen bu çabalar o zamanda oldukça başarılı olmuştu.  ABD’nin başat rol üstlendiği diplomatik girişimler neticesinde Batılı uygar dünya (!) Osmanlı Devleti’ni ciddi baskı altına almış ve Cemal Paşa, Adana'da 47 Türk'ü acele bir kararla idam ettirmişti. Ancak bu karar Ermeni tezini doğru çıkaracağı endişesi ile 24 Nisan 1915'te Ermeni komitecilerin İstanbul'daki üst düzey yöneticileri tutuklanmıştı. Ancak bu tutuklama kararı doğal olarak Ermenileri rahatsız etmiş ve ABD Başkanı’na aynı gün ulaşan bir telgraf ile olaylara müdahil olması biraz da emir kipiyle talep edilmişti.
Bu arada esas dikkat çekilmesi gereken nokta şudur;Bahse konu telgrafın, ayın 24'ünde Amerika'ya ulaşabilmesi için, yapılacak tutuklamaların daha önceden öğrenilerek bu telgrafın 24 Nisan’dan önce çekilmiş olması gerekirdi. ABD’nin İstanbul sefiri bile çektiği ivedi mahreçli telgrafı 27 Nisan günü çekebilmişti.  Demek ki bu telgraf olayları önceden bilen Ermeniler tarafından önceden çekilmişti. Bunun tek bir anlamı vardı. Eğer söz konusu Ermeni heyeti kâhinlerden kurulu değilse bu olayları onlar planlamış ve telgrafı çekmişlerdi. Ancak bu soruyu kimse sormayacaktı.
Tarihler 1914 yılını gösterdiğinde dünya bambaşka ittifaklarla çok farklı olarak şekilleniyordu. Dünya şekillenirken herkes ona hâkim olmanın ve küresel krallığın peşindeydi. Almanya güçlenirken bu tavrı ile başta İngiltere olmak üzere Fransa ve İtalya gibi küresel krallığın adayları için giderek büyüyen bir tehdit oluyordu. 1871 yılında birliğini kurarak bu yarışta ben de varım diyen Almanya’nın Başbakanı Bismarck, özellikle Fransa ve Rusya’nın politikalarını iyi analiz ediyordu. Rusya, hem Ortodoks mezhebi üzerindeki hamilik ağırlığını hem de Slav etnik temelini kullanarak Orta Avrupa ve Balkanlar’da olmayı sürdürüyordu. Böylece Almanya’yla aynı tehdide maruz diğer bir ülke olan Avusturya – Macaristan doğal ittifakını kurmuş oluyorlardı. 1879 yılında ise bu icaptan yakınlaşma ihtimal bir Rus saldırısına karşı kâğıt üzerinde resmî bir anlaşmaya dönüşüyordu. Yakın tarihte Alsace Lorraine aldı bölge Fransa’nın elinden çıkmıştı. Adı geçen bölge önemli bir kömür yatağı, başka bir ifadeyle ham madde deposuydu. Fransa sadece burası için bile savaşmayı göze alabilir gözüküyordu. Yalnız başına bunu düşünmek bile Bismarck’ı büsbütün tedbirli yapmaya yeterdi de artardı bile. O da öyle yapıyor, risk almıyor, pasif kalıyor ve ülkesini kurtlar sofrasında yenmeden tutuyordu. Tüm bu ince hesapların yapıldığı sırada Fransa sürpriz bir atakla Tunus’u işgal etmişti. Her güçlü Avrupalı gibi o bölgede hedefleri ve ülküsü olan İtalya bir anda Almanya’nın safına geçiyor, 1882 yılında Almanya’yla Avusturya –Macaristan, İtalya’nın da katılmasıyla üçlü ittifakı kuruyordu. İtalya’nın bu birliktelik içerisindeki yeri 1902 yılına kadar sürecekti. Tarihi boyunca devamlı alan manevrası yapan İtalya o yıl bu kez de Fransa’yla bir gizli anlaşma imzalayacak ve tarafını tekrar değiştirecekti. Zaten 1890 yılı Almanya’nın tarihi içinde bir dönemeç olmuştu. Birliğini kurduğundan beri risk almadan ve artı bir değer katmadan dengeleri kollamakla gelen Bismarck idaresindeki Alman politikasını yeni İmparator II. Wilhelm benimsememiş ve mimarını görevden uzaklaştırmıştı.
Almanya, bu dönem ile birlikte kılıçlarını kınından çıkarıp pasını temizliyor ve yeni bir döneme giriyor, Avrupa’nın en güçlü kara devleti olmaya başlıyordu. Önceliğini teknik personel yetiştirmeye veren Almanya; içinde bulunduğu çağın en ileri teknolojisi ve bilgi beslemesi ile ortaya çıkardığı endüstiriyel üretimleri sadece Avrupa piyasalarında değil dünyanın dört bir tarafında İngiliz mallarına üstün geliyor, küresel kraliyetteki adaylık iddiasını ünlü güçlü donanmasına borçlu olan İngiltere’nin karşısına açık denizlerde hep sağlam Alman gemilerinden kurulu donanma karşılıyordu. Bir yandan Almanya ön plana çıkıyor fakat azledilen Bismarck’ı tarih haklı çıkarıyor. Almanya kuşatılıyor.
Almanya’nın artık onun kadar zor durumda olan Avusturya-Macaristan olan Avrupalı dostlarından (!) faydalanamayacağı aşikârdı. İşte kaynakları ve artık patlak vermesi olası bir savaş öncesi açabileceği manevra sahası ile Anadolu ve Orta Doğu topraklarını sınırları içinde tutan Osmanlı Devleti ile Almanya hızla kader ortaklığına doğru ilerliyordu. Aynı ittifakta ve farklı amaçlarla…
Birinci Dünya Savaşı'nın çıkışı ile birlikte Amerika'da Ermeni propagandası da ciddi bir ivme ile artıyordu. Bunda, ABD’ye göç eden Ermenilerin sayısının artmasının yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ile aynı ittifak içerisinde bulunmasını ABD'ye karşı düşmanca bir davranış olarak göstermiş olmalarının da etkisi oldukça büyüktü. Savaş sırasında tehcir ettirilen Ermeniler ağırlıklı olarak Suriye’ye gitmişler ve orada onlara ABD Konsolosluğu yardım etmişti. Bu propaganda savaş boyunca o kadar yoğun bir hâle geldi ki Ermeni grupların başarılı lobi faaliyetleri sonucu 1918 yılında ABD, Ermenistan’ı "defakto" -gayriresmî- olarak tanımak zorunda kaldı.
Anadolu’dan tehcir edilmeleri, bu topraklar üzerinde bir bağımsız devlet kurmayı hedefleyen Ermeniler için ciddi bir darbe olmuştu. Bununla birlikte Osmanlı–Almanya ittifakının savaşı kaybetmesi bu anlamda kendilerine bir avantaj sağlamıştı. Birinci Dünya Savaşı sonrası, galip ülkelerin temsilcileri 18 Ocak 1919'da Paris'te bir araya gelmişti. Paris'te toplanan Barış Konferansı görüşmeleri sırasında, Osmanlı Devleti'ni temsil eden hiçbir delege yokken buna karşılık konferansta iki Ermeni delege davalarını anlatmak üzere yer almıştı. Sadece lobi faaliyeti yapan bu delegasyon, İtilaf Devletleri’ne mensup delegeleri etkileme gayreti göstermişti. Kurulması düşünülen Ermeni devletini Amerika'nın himaye etmesi fikrini empoze etmekte de büyük ölçüde başarılı da olmuşlardı.
ABD Başkanı Wilson bu kez ciddi bir tazyik altındaydı. Bu baskıyı kuran Ermeni lobisi, sürekli olarak Ermenistan'a borçlu olunduğunu söyleyip kendilerine daha önce verilen vaatleri hatırlatmışlardı. Başkan Wilson’a yönelik yapılan bu lobi çalışmaları sonuç vermiş; Wilson, ABD Senatosunda bağımsız Ermenistan’ı tanıyacağını açıklamıştı. Sevr görüşmelerinde de ABD heyetinin baskıları ile Osmanlı delegelerinin karşısına Ermeni cumhurbaşkanı diye Avetis Ahoranyan isimli kişinin çıkarılması sağlanmıştı. Antlaşmaya göre Osmanlı Devleti Ermenistan'ı özgür ve bağımsız bir devlet olarak tanımıştı. Yine aynı antlaşmaya göre, hakemlik görevini üstlenen ABD Başkanı Wilson da Giresun'dan doğuya doğru bütün Karadeniz topraklarının Ermenistan'a verileceğini beyan etmişti. Ancak Anadolu’da yaşananlara seyirci kalmayan bir Türk generali Mustafa Kemal ve etrafında toplanan milliyetçiler bu oyunu bozacaktı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki yıllar Amerikan halkının yıprandığı, kendisini ilgilendirmeyen krizler karşısında tepki gösterme kapasitelerinin tükendiği yıllardı. Amerikalılar kendi ifadeleriyle Haçlı Seferlerine doymuştu. 1930'larda beliren ekonomik kriz ve daha sonraki yıllarda ortaya çıkan İkinci Dünya Savaşı süreci Amerika'yı da kendi problemleriyle baş başa bırakmış, bu dönem için Ermeni lobisinin faaliyetleri de azalma eğilimine girmişti. Dezenformasyon yoluyla ABD kamuoyunu yanıltmak suretiyle duygu sömürüsü üzerine bir lobicilik mantığı ve buna yönelik argümanları kullanmayı alışkanlık hâline getiren Ermeniler, bu dönemde gerçekleştirdikleri lobi faaliyetleri ile tam olarak istedikleri sonuçları elde edememişlerdi. Ama yine de yılmadan sözde soykırım propagandasını sürekli ABD kamuoyunun gündeminde tutarak Amerikan halkının hafızasına yerleştirmeyi başarmışlardı. Birinci Dünya Savaşı’nda Ermenilerin, uğradıkları zararlardan dolayı Türkiye'den tazminat talebinde bulunmaları da bu döneme rastlar.
Ancak savaş sonrası coğrafi ve stratejik koşullar savaş öncesine göre oldukça farklılaşmıştı. Yeniden şekillenen dünyada, Amerika'nın perspektifinden bakıldığında Ermenistan’ın, Sovyetleşmesi bölgedeki çıkarları açısından ABD için kabul edilemez bir durumdu. Bu arada bütün dünya için beliren ve ciddi bir tehdit olan komünizm, ardından patlak veren Kore Savaşı sonrasında iyice gelişen Türk-Amerikan dostluğu, ABD'deki Ermeni propagandasını da iyiden iyiye tesirsiz bir hâle getirmişti. Osmanlı İmparatorluğu ve halefi, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise cılız kalan birkaç karşı girişim dışından hemen hemen hiçbir platformda Ermeni lobi faaliyetlerine karşılık verememişti.
ABD Ermenileri için bu bir bekleme dönemiydi ve bu dönemi oldukça zekice kullandılar. Pek çok Ermeni ailesi fabrika ya da tarım işçiliğinden mesleki uzmanlık alanlarına geçmeye, ticarete atılarak kendi işlerini kurmaya başlamışlardı. İngilizce konuşan yeni nesil Ermeniler, kolej eğitimi almış kişilerden oluşmaktaydı. Önceki yıllarda teşekkül eden Ermeni kuruluşları yeni şubeleriyle New York, Boston ve California gibi Amerika’nın büyük şehirlerinde daha aktif bir şekilde çalışmaya başlamışlardı. Medya kuruluşlarına yönelik çabalarında da oldukça başarılı olan Ermeni diasporası, bu dönemde basın yayın kuruluşlarında işbaşına gelen Ermeniler aracılığıyla köşe başlarını tutarak tezlerini daha geniş kitlelere ulaştırma şansını iyi bir biçimde değerlendirmişti.
Gittikçe güçlenerek daha etkin konumlarda olan Ermeniler, 1965 yılından itibaren ABD’de ve uluslararası düzeyde eylemlere başlamışlardı. Ermeni lobileri bu hedeflerine ulaşabilmek için artık ABD’de Türk ve Türkiye düşmanlığını yayma, Orta Doğu ve Anadolu'da çıkarı bulunan diğer devletlerin desteğini sağlama, Türkiye ile anlaşmazlığı olan devletlerle ortak hareket içine girme, sorunlarını ABD ve diğer ulusal parlamentolar ile uluslararası platformlarda gündeme getirme gibi günümüze dek çok fazla değişmeyen yöntemleri kullanmaya başlayacaklardı.
1960'larda Kıbrıs bunalımı yaşanıyor ve maalesef diplomatik arenada Türkiye kendi haklı sesini olması gerektiği gibi duyuramıyordu. Bunu bir fırsat olan gören Ermeniler bu dönemde ABD’deki Rum lobileriyle ittifak içerisine giren Ermeni lobileri, siyaset sahnesinde yeniden ve daha fazla etkinlik kazanmaya başlamışlardı.
1960'lı yıllarda bu psikolojik harbin yönü akademik yalanlarla çevrelenerek artmaya devam ediyordu. ABD vatandaşı Yunanlılar ve Ermeniler belli başlı Amerikan üniversitelerinde vakıf ve kürsüler kurmuşlar, bu üniversiteler bünyesindeki Orta Doğu enstitülerinin idarelerini ele geçirmişlerdi. Özellikle tarih alanında ciddi (!) çalışmalar yapan bu çevreler, bir süre sonra o kadar hâkim oldular ki Türk tarihinin Amerikalı öğrencilere Yunan ve Ermeni asıllı akademisyenler tarafından öğretilmesi gibi bir durum ortaya çıktı. Bu durum; doğal olarak Amerikan halkına kötü, barbar Türk imajı benimsetirken bir taraftan da bu kişilerin etkisiyle Türk tarihini çarpıtan yüzlerce cilt kitabın bilimsel literatüre sokulmasına neden olmuştu.
Türkiye ise bu gelişmeler karşısında yine kronik hastalığını yaşıyor ve bir karşı psikolojik harp tezi ve hâkim lobisi olmadığı için haklı olduğu davasında bile kendisini ABD ve Batı kamuoyuna ifade edemiyor, Ermeni lobilerinin faaliyetleri karşısında suskun kalmayı tercih ediyordu. Bu suskunluğun suçluluk psikolojisinden kaynaklandığını düşünen Batı dünyası için Ermeniler daha inanılır görülüyordu. Ermeni diasporasının 1960’lı yılların sonu ile birlikte bu meseleye dört elle sarılmasının bir farklı nedeni daha vardı.  Amerika’daki Ermeniler artık üçüncü nesildi ve giderek kendi kültür ve öz benliklerinden uzaklaşarak o potada asimile oluyor, eriyorlardı. Bu yapılanlar onların aidiyetleri ve millî bilinçlerini de canlı tutmak için gerekliydi.
Bilindiği gibi riskli bir yöntem olmasına karşılık gündemde kalarak istenilen mesajın en kolay iletildiği yöntem şiddet ya da daha doğru bir ifade ile terördü. Çünkü bu tarz eylemler iletişim yayın organları tarafından sorgulanmadan hızla duyurulur ve halkın o noktaya odaklanması kaçınılmazdı. İşte bu noktada 1973 yılında yaşanan bir olay, Ermeni lobisine fırsat tanıyacaktı. 1973 yılında yaşlı ve yarı meczup bir Ermeni’nin, Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ile yardımcısı Bahadır Demir'i katletmesi, Ermeni hareketlerinin seyrini bambaşka bir mecraya yöneltmişti. Cinayet, ABD ve Batı basın yayın organları ve dolayısıyla kamuoyunda geniş bir yankı uyandırmıştı. Katilin kurbanları ile kişisel anlamda hiçbir sorununun olmaması ve onları yalnızca Ermeni soykırımından sorumlu olduğunu düşündüğü devletin temsilcileri olduğu için katletmesi ilgi çekmiş, basın olayın evveliyatı hakkında bilgi vermek için soykırım iddialarından uzun uzun bahsetmişti.  
Bu olayın yankıları sonucunda, birçok kesimin onların sözde haklı davaları ile ilgilenmesi Ermeni milliyetçilerini çıkan yeni şartlardan yararlanarak Türk diplomatlarının katline yönelik bir örgüt kurmaya itecekti. İşte aşırı sol eğilimli, ASALA adında bir terör örgütü kuruluşunun temelinde yatan neden tam da buydu. Bu arada Taşnaklar da buna paralel olarak JCAG (Adalet Komandoları) adlı bir başka örgüt kurmuşlardı. ASALA ağırlıklı olmak üzere, özellikle bu iki örgüt 1975-1984 yılları arasında, Ermeni diasporasının yoğun olduğu ülkelerde görev yapan, 4'ü büyükelçi olmak üzere 53 Türk diplomatını şehit etmişti. Gerçekleştirilen her suikasttan sonra ABD kitle iletişim araçlarında soykırım ile ilgili olarak dolaylı bir şekilde Ermeni propagandası yapılmıştı. Yaşanan her cinayet, bu cinayetin neden işlenmiş olduğunun açıklanması bahanesiyle Ermeni soykırım iddialarının tekrar tekrar gündeme gelmesine neden olmuştu. Hatta Ermeni terör örgütlerinin gerçekleştirdiği eylemler, ABD’nin çeşitli bölgelerindeki Ermeni cemaat ve kiliseleri tarafından onaylanarak ve bu eylemlere katılan teröristler de Ermeni lobilerinin düzenledikleri etkinliklerde yüceltilmişti. Yapılan yoğun propagandaların etkisiyle, Ermeni terör olayları ABD ve Batı kamuoyunda belli bir hoşgörüyle karşılanmış ve daha sonraları Ermeni lobileri, terör örgütü ASALA'nın ciddi tarihî incelemeye dayanmayan kimi tezlerini ABD kamuoyuna benimsetmeyi başarmıştı.
Bugün ve hâlâ ülkemizin maruz kaldığı ve hâlâ ABD’li ve Batılı devlet başkanlarınca sıkça telaffuz edilen Ermeni soykırımı safsatasının tarihî derinliği özetle böyledir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta şu olmalıdır: Lobi, ciddi bir baskı aracı ve önemli bir psikolojik harp silahıdır. Eğer bu taktikleri bilmez, psikolojik harp istihbaratı konusunda yetersiz kalırsanız bu ve benzeri operasyonlara farklı çok noktadan maruz kalmanız kaçınılmazdır. Çünkü yaşadığımız coğrafya hiç de öyle birilerinin iddia ettiği gibi bir barış coğrafyası değildir.
 
 
 
KAYNAKÇA:
 
-  J.A.C. BROWN, Beyin Yıkama, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2000,
-  Kemal EKER, Psikolojik Savaş ve Genel İlkeleri, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ankara, 1980.
-  William H. RIKER, Siyasi Manipülasyon Sanatı, Nehir Yayınları, İstanbul, 1997.
-  Sina AKŞİN, Ermeni İddiaları ve Türkiye, K.Ü Yayınları, Kocaeli, 2001.
-  Müjde Ker DİNÇER, Lobicilik, Alfa Yayınları, İstanbul, 1998.
-  Gürbüz EVREN, Ermeni Sorunundaki Çıkar Odakları, Ümit Yay., Ankara, 2002.
-  Kamuran GÜRÜN, Ermeni Dosyası, Rüstem Yayınevi, İstanbul, 2001.
-  Yusuf HALAÇOĞLU, Ermeni İddiaları ve Türkiye, KÜ Yayınları, Ankara, 2001.
-  Abdurrahman KÜÇÜK, Ermeni Kilisesi ve Türkler, Ocak Yayınları, Ankara, 1997.
-  Sedat LAÇİNER, Türk-Ermeni İlişkileri, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2004.
-  Jean MEYNAUD, Politikada Baskı Grupları, Varlık Yayınları, İstanbul, 1975.
-  Cemalettin TAŞKIRAN, Ermeni Diasporası, SÜ Yayınları, Konya, 2003.