EFSANELER VE GERÇEK ARASINDA BİR GİZLİ ÖRGÜT: “HAŞHAŞİLER”

10 Haziran 2014 17:55 Bora İYİAT
Okunma
9907
 EFSANELER VE GERÇEK ARASINDA BİR GİZLİ ÖRGÜT:  “HAŞHAŞİLER”

 

 

27 Ocak 2012;

Bağdat’ta, Şiilerin yoğun olarak yaşadığı Zaafariniya mahallesinde düzenlenen bir cenaze töreninde, bomba yüklü bir aracın infilak etmesi sonucu 28 kişi öldü, 61 kişi de yaralandı.

30 Ocak 2012;

Pakistan’ın kuzeybatısındaki Peşaver kentinde Ensarü’l-İslam Örgütü liderinin evine yönelik düzenlenen intihar saldırısında 4 kişi öldü, ikisi çocuk olmak üzere 8 kişi de yaralandı.

18 Şubat 2012;

Afganistan sınırı yakınlarındaki Paraçınar’da Şiileri hedef alan intihar komandosunun bir cami yakınlarında kendisini havaya uçurması sonucu 30 kişi öldü, 54 kişi de yaralandı. Saldırıyı Tahrik-i Taliban Pakistan (TTP) örgütünden ayrılarak TTP İslahi Örgütünü kuran Fazal Said Haggani üstlendi. Grup Şiileri hedef alan saldırının, onların Kurram bölgesinde militanlara karşı operasyon yapan hükûmet ve orduya destek vermesinden dolayı yapıldığını açıkladı.

19 Şubat 2012;

Bağdat’ta polis akademisinin önünde bir intihar bombacısının bindiği aracı patlatması sonucu 19 polis adayı ve güvenlik görevlisi öldü, 26 kişi de yaralandı.

23 Şubat 2012;

Irak’ın farklı bölgelerinde gerçekleştirilen eş zamanlı saldırılarda en az 50 kişi hayatını kaybetti.

24 Şubat 2012;

Irak’ta başta başkent Bağdat olmak üzere, çeşitli kentlerde bu sabah bomba yüklü araçlar ve yola yerleştirilmiş bombalarla düzenlenen bir dizi bombalı saldırı sonucu en az 50 kişi öldü, 200 kadar kişi de yaralandı.

25 Şubat 2012;

Yemen’in güneydoğusunda bomba yüklü araçla düzenlenen intihar saldırısında, 26 muhafız askerin öldüğü bildirildi.

02 Mart 2012;

Pakistan’ın Afganistan sınırındaki Hayber bölgesinde bulunan Tirah Vadisi yakınlarındaki bir camiye düzenlenen intihar saldırısında 23 kişinin öldüğü bildirildi. Pakistanlı yetkililer saldırıyı doğrularken, 20’den fazla kişinin de yaralandığını ve ölü sayısının artabileceğini belirtti.

Yukarıdaki tüm olaylar tarihin başladığı bu en eski coğrafyada yaşandı. Daha öncesi de vardı ve korkarım sonrası da olacak. Kimilerinin adını intihar saldırısı kimilerinin de şehadete giden yolda din ve Allah adına yapılıyor diye tanımladığı olaylar elbette bir temele bir derinliğe dayanıyor. Oturup düşünmeye başladığınızda, bir türlü mantığınızla içinden çıkamadığınız, aklınızın sizi yanıtlamadığı sorular çıkıyor karşınıza. Çünkü bir insanın öleceğini bilerek birilerini öldürmeye teşebbüs etmesi, insani bir davranış değil. Aslında yaşanan her şeyin basit bir açıklaması var. Sadece biraz geçmişe bakmak yeterli oluyor. Sebebi ne olursa olsun her kültür ve dinde, kendini feda ederek düşmanı yok etme, böylece vaat edilene kavuşma güdüsü var.

İslamiyet’in hızla yayıldığı, aynı zamanda da ciddi Protestan hareketlerin olduğu yıllardı. Bu hareketlerin en kesin görüşlere sahip olanlarından birisiydi İsmaililer.

Bu grup; İslami muhalefet hareketi olan Ali yandaşlığının bir türevidir. Muhammed’in ölümünün akabinde, yeni dinin Batınilik yanlısı grubu olan Hanifler, halifeliğe damadı Ali’nin seçilmesini istemiş ancak Sünni çoğunluğun kabulü ile, Ebubekir halife seçilmiştir. Ali yandaşları, Ömer ve Osman’ın halifeliğini de kabul etmemiş, Ali’nin kısa süreli ve iç çatışmalarla geçen halifelik döneminden sonra oğullarının katledilmeleri ile, İslamiyet günümüze kadar süren bölünme ve çatışmalara sürüklenmiştir. İsmaililik de, Ali’nin katliamdan kurtulan torunu Zeynel Abidin’in soyundan gelen Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in imamlığını kabul eden Batınilerin örgütü olmuştu.

Genel tutumları, Sünni Müslümanlara göre farklıydı.  Müslümanlığın Ortodoks Sünni sistemini kabul etmeyen farklı inanç ve ideolojilerin Müslümanlık bünyesi içerisinde, kendi inançlarını sürdürme çabalarının ifadesi olarak ortaya çıkmışlardı. Nitekim, İsmaili öğretisinin felsefi ve örgütsel boyutu, kadim Babil ekolüne ve Pisagoryen öğretilere dayalı Saabi inançlarıyla Manicilik, Neo Platonculuk, Hermetizm gibi o güne kadar var olan Batıni ekollerle oldukça benzerlik gösteriyordu.

İsmaililik'te, İmamın Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılırdı. İmamlık soydan soya geçerdi ve imamın söylediği her şey doğru, yaptığı her hareket haklıydı. Onlara göre gökler ve yerler yedi kattır. Bu nedenle tarikatta mükemmelliğe 7. ve sonuncu derece ile ulaşılırdı. İmamın dışındaki tüm İsmaililer en çok 6. dereceye kadar ulaşabilirler. Yani, ancak mükemmelliğe yaklaşabilirler fakat hayattayken onu elde edemezlerdi.

İsmaililer, Tanrı’nın salt ışık olan yüce bir varlık olduğuna, ondan çıkmış olan tüm ruhların yine ona döneceğine inanırlardı. Onlara göre, 6. dereceye malik olabilmiş kişilerin ruhları, ölümden sonra Tanrı’ya dönme mutluluğuna erişirken daha düşük dereceli kardeşlerin ve sıradan insanların ruhları, gövdeden gövdeye geçerek, dünyada acı çekmeye devam ederlerdi. Onlara göre, yeryüzü cehennemin ta kendisiydi. Bu nedenle de şeyhlerinin emri üzerine kendilerini feda etmekten çekinmezlerdi, ancak bu şekilde daha iyi bir hayata doğacaklarına ya da Tanrı’ya ulaşacaklarına inanırlardı. Örgüte kabul edilenlere beyaz elbise giydirilir ve sonsuz itaat ve ketumiyet yemini ettirilirdi.

Birinci derecenin adı "müminler" derecesiydi. Bu derecede İslamiyet ve Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an öğretilirdi. İsmaililer için, semavi bir dini tam manasıyla tanımayan kişi, bu dinin ötesindeki öğretileri anlayamazdı. Müminler derecesinden ikinci dereceye en erken iki yılda geçilebilirdi.

İkinci derece sahiplerine "Mükellefler" adı verilirdi. Mükelleflere, İslam dininin yanı sıra diğer dinler de öğretilir ve tek geçerli dinin İslamiyet olmadığı, aksine tüm dinlerin aynı hedefe yöneldikleri düşüncesi gösterilirdi. Mükelleflerden beklenen, dış dünyada aday olabilecek kişilerle temasa geçmeleri ve onları yanlarına çekmeleriydi. Aldıkları eğitim biraz da onları buna hazırlıyordu. Diğer dinleri de en az İslamiyet kadar iyi bilmeleri, sorulacak bütün sorulara karşı teolojik mantık yürütebilme yetileri vardı. Bu derecede de yükselme süresi iki seneydi. Daha sonraki derecelerde müritler altıncı dereceye kadar en erken, birer sene arayla yükselirlerdi.

Üçüncü derece, "Dailer" derecesiydi. Sır saklama ve ketumiyetin öğretildiği bu derece, bir tür istihbarat ve istihbarata karşı koyma eğitimi gibiydi. Bu dereceye gelen müritlere Hz. Muhammed ve ondan önceki yedi peygamberin yaşam ve görüşlerinin yanı sıra, artık tarikatın sırları da (öğrenmeleri gerektiği kadarı) yavaş yavaş verilmeye başlanırdı. Marifet kapısı denilen bu dereceye haiz Dailer, tarikata girmek isteyenler hakkında araştırma yapar, haklarında karar verirlerdi. Dailerin bir başka görevi de mezhep hakkında propaganda yapmaktı. "Dai" kelimesi, Arapçada "çağıran" anlamına gelmekteydi. Dailer, kendilerinden önceki iki dereceli müritlerden sorumluydular ve aralarında kimin yükseleceğine de onlar karar verirlerdi. Dailer çalışması oldukça titiz planlanmış tam bir gizlilik içinde geçerdi, belli aralıklarda toplantılar yaparlar, tarikati ilgilendiren konular bu toplantılarda tartışılır ve karara bağlanırdı. Bu toplantılara Mecalis el-Hikme adı verilirdi.

Tarikata göre Dailikten sonra gelen dördüncü derece "Dai-yi Ekber" ya da Büyük Dai derecesiydi. Bu dereceye kadar gelenlere "Baba" da denirdi.[1] Onlar gerçek kapısından girmeye artık hak kazanmışlardı. Dai-yi Ekber'ler bütün Dailerin başı durumundaydı ve dolayısıyla toplantılara onlar başkanlık ederlerdi.

Tarikatın gerçek sırlarının verilmeye başlandığı derece, "tarikat kapısı" adı verilen beşinci dereceydi. Bu derecede artık yeryüzüne inmiş olan tüm dinlerin sadece, gerçeğe ulaşmak için yetersiz kalan birer yöntem olduğu anlatılırdı.

Hüccet adı verilen ve "hakikat Kapısı" denilen altıncı derece, bir İsmaili'nin ulaşabileceği son dereceydi. Bu derecede evrende var olan ikilik, Tanrı’nın vasıfları ve kâinatı meydana getiren güçler başta olmak üzere Batıni düşünce sistemine ilişkin en önemli sırlar burada verilirdi. Peygamberlerin, diğer bütün din kurucular gibi sadece birer kâmil insan oldukları öğretilirdi. Tanrısal nurun "ışık" olduğunun belirtildiği bu derecede ona ulaşmak için derece salikleri ruhlarını arındırmak ve kâmil insan konumuna yükselmekle mükelleftiler. İsmaililer, Tanrı’ya ancak altıncı derece sahiplerinin mükemmel bir yaşam sürdükten sonra, öldükleri zaman ulaşabileceklerine inanırlardı.

Hikâye; Orta Doğu’nun mistik toprakları üzerinde başladı.

İsmaililer’in mükellefleri Save kentinde yaşayan bir müezzini kendi yanlarına çekmek istediler ve olumsuz cevap gelince, sırlarının ifşa edilmemesi amacıyla müezzini öldürdüler. O dönemde Anadolu topraklarını hâkimiyeti altına almış olan Selçuklu Devleti’nin Kudretli Baş Veziri Nizamü’l-Mülk, bu olayla bizzat ilgilendi cinayet zanlısının idamına karar verdi.

İsmaili olduğundan şüphelenildiği için Kirman’da halk tarafından linç edilen bir vaizin oğlu olan marangoz Tahir, katil zanlısı olarak idam edildi ve cesedi ibret olsun diye şehir meydanında sergilendi.

Avni İbn-i Tahir yirmi yaşına geldiğinde babası ona her şeyi anlattı. “Avni oğlum, Tahir’in torunu! Doğruca Demavend Dağı’na giden yolu tut. Rey’e ulaşınca Şahrud Irmağı’na giden yolu sor. Irmağın kaynağı sarp bir vadide bulunmaktadır; oraya çık. Büyük bir kale göreceksin. Bu yerin ismi Alamut kalesidir, yani ‘kartal yuvası.’…”

İbn-i Tahir dedesinin intikamını almak üzere yola çıktı, Alamut’a vardığında son derece çetin eğitimlerden geçti ve Hasan İbn-i Sabbah nam-ı diğer Seyduna tarafından Cennet ile ödüllendirilen üç fedaiden biri olmayı başardı. Hasan, İbn-i Tahir’e oldukça zor bir görev vermişti: Nizamü’l-Mülk’ü öldürmek. Çok sıkı korunan Baş Veziri öldürmeye teşebbüs etmenin askerler tarafından linç edilmek demek olduğunu bilen İbn-i Tahir büyük bir sevinçle göreve atıldı, zira görevin sonunda müjdelendiği Cennete kavuşacaktı.[2]

Bu hikâyenin azmettirici kahramanı, İsmaili propagandacısı ve kötü şöhreti bugün bile tüm dünyaca bilinen Hasan Sabbah; İran’ın kuzeyinde Ren şehrinde 1053 yılında dünyaya geldi. Zaten bir Şii olarak yetişmişti. 17 yaşına geldiğinde Darrab isimli bir Dai tarafından etkilendi. Bu onun için hayatında önemli bir dönüm noktasıydı. Diğer dönüm noktası ise Dönemin kudretli veziri Nizamü’l-Mülk tarafından Selçuklu Sarayı’nda görevlendirilmesiydi. Yaygın olan rivayete göre Hasan Sabbah’ın Ali taraftarı babası, çevresinden oğlu adına korkarak, onu bir medreseye yollar. Hasan Sabbah medrese eğitimi sırasında birlikte olduğu iki arkadaşı daha sonra Nizamü’l-Mülk adını alacak olan Hasan İbn-i Ali ve Ömer Hayyam ile rivayete göre daha sonraki dönemlerde birbirlerine yardımcı olmak üzere söz verirler.[3]  Ömer Hayyam ünlü bir astronom ve şair, Hasan İbn-i Ali ise Selçuklu devletine vezir olarak Nizamü’l-Mülk adını almıştır. Nizamü’l-Mülk üç arkadaşın birbirlerine verdikleri sözü unutmaz ve her iki arkadaşında da yardımcı olarak, Ömer Hayyam ile Hasan Sabbah’ı saraya yerleştirir. Ömer Hayyam bilim ve şiir çalışmalarına kendini adarken Hasan Sabbah Selçuklu istihbarat teşkilatı olan “Sahib-i Haber”’in başına getirilir. Hasan Sabbah’ın üstün yetenekleri, Selçuklu Sultanı Melikşah’ın gözünden kaçmaz, Hasan Sabbah kısa sürede yükselir ve yetki alanı da arttırır. Bu hızlı yükseliş Nizamü’l-Mülk için bir tehdit hâline gelir. Hasan Sabbah’ın Melikşah’a sunduğu raporlardan birinin eksik çıkması üzerine gözden düşer, idam edilmesi gerekirken Ömer Hayyam’ın ricaları üzerine sürgüne gönderilir.

Ancak bu tamamen asılsız bir bilgidir. Özellikle vezir ve Hasan Sabbah arasındaki yaş farkı ciddiye alınması gereken ölçüde fazladır. Üstelik eğitim gördükleri yerlerden bilinen kaynaklara göre birbirinden farklıdır. Buradaki kesin olan bilgi Hasan’ın saraydan uzaklaştırıldığı ve bundan dolayı sorumlu tuttuğu yaşlı veziri hasım bellediğidir.

Saraydan ayrılmaya zorlanmasından sonra Hasan, İsfahan’da Ebü’l- Fadl’ın yanında İsmaili düşünce sisteminin öğrenimine ayırdığı iki yıl geçirdi. Bir gün, hocası ile yaptığı özel sohbet sırasında ona “Sadece güvenilir iki dosta sahip olsaydım, bu hükümdarlığı yıkardım.” diyecekti. Hasan’ın kuvvetli zekâsı, ilginç tavırlarını gözlemleyen hocası bu konuşmadan sonra artık onun aklını yitirdiğinden şüphe duymaya başlamıştı. Hasan’a fark ettirmeden onu tedavi etmenin çarelerini aramaya başlamıştı. Ona ruhsal durumunu kuvvetlendirecek, psikolojik yapısına destek olacak özel ilaçlar, gıdalar vermeye başladı. Oldukça akıllı birisi olan Hasan’ın bu durumu fark etmesi çok zaman almadı. Hasan, hocasından ve İsfahan’dan ayrılmak için bunu bir fırsat olarak gördü ve Mısır’a doğru yola çıktı. Mısıra ulaştığı zaman 25 yaşındaydı. İsmaili olması ve aldığı iyi eğitim nedeniyle Kahire’de iyi karşılandı ve Fatımi halifesi tarafından büyük ikram gördü. Bir süre burada kalan, Hasan, yeniden İran’a döndü ve Horasan, Kâşgar vilayetlerini gezip dolaştı. Bu ziyaretler sırasında oldukça iyi bir hatip ve bugünkü anlamda iyi bir psikolojik harekat uzmanı olan Hasan, hızla etrafına taraftarlar topladı. Artık büyük projesini gerçekleştirmesi için önündeki engeller birer birer ortadan kalkıyordu.

Artık kuracağı gizli örgüt için yapması gerek tek şey onu ve taraftarlarını saklayıp, koruyacak bir karargâha sahip olmaktı. İşte tarih yine burada efsanelerle karşımıza çıkmaya hazırlanıyordu. Tam burada söylenceler devreye giriyor ve tüm anlatılanlar Hasan’ın kıvrak zekasının üzerine kurgulanarak onu bir kat daha büyütüyordu. Peki ne anlatılıyordu?

Hasan, Alamut önlerine geldiğinde bölge Mehdi isimli bir valinin yönetimi altındaydı. Hasan valiye oldukça cazip, dışarıdan bakıldığında ancak bir delinin yapabileceği cinsten bir teklifte bulundu. Valiye o bölgede bir öküz derisi kadar bir araziye sahip olmak istediğini, bunun için oldukça ciddi bir para ödeyebileceğini söylediğinde, Vali, doğal olarak Hasan’ın şartlarını memnuniyetle kabul etti.

Hasan’ın ince zekâsı tam da burada devreye giriyordu. Hasan hemen bir öküz derisi bularak onu ince sırımlar hâlinde kesti, onlarla kalenin etrafını çevirmeye başladı. Artık anlaşma gereği hak ettiği araziyi talep edebilecekti. Vali şaşkın anlaşmaya uymak zorunda kalarak kaleyi teslim etti.[4]

Bir başka rivayet şöyleydi; 

Hasan, Alamut’a ilk geldiğinde henüz orada bir kale yoktu. Her yer sarp vadiler ve kayalıklardan teşekkül ediyordu. 

Coğrafyanın olağanüstü yapısı Hasan’ın dikkatini hemen çekmiş, bölgenin cazibesine kapılmıştı. Ne pahasına olursa olsun, ona sahip olmalı ve üzerine karargâhını kuracağı bir kale inşa etmeliydi. Artık yapması gereken bu sarp kayalığın sahibini bularak onu ikna etmekti. Gerekirse zor kullanacaktı.

Hasan arazinin sahibine ulaştığında umduğundan çok daha kolay olacağını anladı.  Hasan, konuşurken, sırtında ağır bir yük taşıyan adamın, konuşmanın uzun sürmesine rağmen omzundaki ağırlığı yere koymayı bile düşünemeyecek kadar ahmak olduğunu fark etti. Bunun üzerine Hasan öküz derisi hilesini düşündü ve onu başarı ile uyguladı.

Rivayetlerin ötesinde tarihî araştırmalar burada 860 yılında Hasan Bin Zeydan isimli biri tarafından Alamut Kalesi’nin inşa edildiğini işaret etmektedir. Ama tarih ile iç içe geçmiş olan rivayetler burasının inşası içinde türetilmiştir. Buna göre;

Deylem[5] hükümdarlarından biri, avlanırken o zaman sıkça kullanılan bir av yöntemi olarak eğitilmiş bir kartalı salıverir. Havada daireler çizerek uçan yırtıcı kuşun her dairesinin aynı kayalıklar üzerinde olması hükümdarın dikkatini çeker. Dairelerini bitiren kartal kayalıklara konar. Hükümdar burasının büyük stratejik öneme sahip bir yer olduğunu anlayarak derhal orada bir kale inşa edilmesini emreder. Ve oraya Aluh Mut adını verir. Aluh Mut, Deylem dilinde “kartalın öğrettiği” anlamına gelmektedir. Burası ileride Avrupalı gezginlerce “Kartal Yuvası” olarak tercüme edilir.

Tarihsel kaynaklar farklılık gösterse de Hasan söz konusu kaleye sahip olmuştur. Artık kendisine inanlar üzerinde bir anlamda ciddi zihin kontrolü yapabileceği, ve tüm dünyadan intikam alacağı, korku dolu hikâyelerini günümüze kadar taşıyacak emelleri için hemen hazırlıklara başlar.

İlk olarak kaleden görülmesi mümkün olmayan vadinin bir köşesinde çevresi yüksek duvarlar ile çevrili bir bahçe inşa eder. Çevredeki dağ sularının oluşturduğu derelerin yatağını değiştirerek, su yolunun bahçenin içinden geçmesini sağlar. Bu yüksek taş duvarlar artık suya kavuşmuş ve içinde inşa edilmiş çeşme, şadırvan ve kamelyalarla içinde dikilmiş meyve ağaçları, binlerce çiçekle âdeta bir cennet bahçesi olmuştur. Zaten Hasan’ın planladığı da tam olarak budur. Bu bahçeyi de kaleye gizli bir geçitle bağlamıştır.

Kimsenin yerini bilmediği bu sahte cennet sayesinde Hasan özellikle hedefinde olan genç delikanlıları yanına çekiyor, aralarından seçtiklerinden bir suikastçılar ordusu kuruyordu. Sadece kandırdığı gençlerle yetinmiyordu elbet, kimsesiz kalarak sokağa bırakılmış çocuklar da onun için amaçlarına hizmet etmeye aday birer ölüm makinesi olmak üzere yetiştiriliyordu. Motivasyon yöntemleri onun süreklilikle kullandığı en önemli silahıydı. Zihinsel zekânın yanında görsel zekânın ve kavramanın öneminin farkındaydı. Bunun için hem beş duyuya hitap edecek, hem tensel zevklerle etkileyecek hem de onun sözlerinin doğruluğunu ispatlayacak şeyler ortaya koymalıydı ki işte yukarıda bahsettiğimiz muazzam bahçe bunun için yapılmıştı.

Hasan, sık sık eğittiği gençlerle toplanır, anlattıklarını kendilerinden geçerek dinleyen gençlere sürekli olarak bu dünyanın sadece gerçek lezzet olan cennete ulaşmak için bir sınav yeri olduğundan ve oraya ulaştıklarında onları bekleyen sonsuz zevklerden, hakiki lezzetlerden bahsediyordu. Bu sohbetlerin periyotları ve dozajı o kadar ustaca ayarlanıyordu ki dinleyicilerin akıllarında şüpheye yer kalmıyor, bunun yanında merakları her geçen gün artıyordu.

Hasan, kendisine göre, yeterli seviyede etki altına alınan gençleri yeni bir aşamaya hazırlıyor ve sürekli olarak onlara, ölmeyi beklemelerine gerek kalmadan isterlerse cenneti görebileceklerini, kendisinin buna gücünün yeteceğini söylüyordu. Bu sayede hem onların adrenalinini bir kat daha arttırıyor hem de kutsanmış bir varlık olduğunun delillerini sunuyordu. Artık son aşama için seçilenler hem ruhen hem de fiziksel olarak tam olarak hazırlardı.

Artık bu senaryonun en keskin ve can alıcı bölümü devreye sokulabilirdi.

Ölmeden önce cenneti görmeye hak kazananlar, haşhaş ve benzeri uyuşturucularla kendilerini kaybedecek kadar uyuşturuluyorlardı. Hasan, onları yaptırdığı gizli geçitlerden sahte cennetine taşıyor, birbirinden güzel kızlardan seçtiği sahte hurilerin kucağına bırakıyordu. Onlar, bu gençleri sirkelerle uyandırırlarken kulaklarına şöyle fısıldanıyordu:

“Burası cennet, burası cennetin muazzam bahçelerinden sadece ilki... Bizler de sana hizmet etmek için Tanrı’nın emriyle kendini adamış hurileriz. Şimdilik sadece burayı görmene izin var. Henüz ölmedin, şu an sadece uyuyorsun ve şeyhinin isteğiyle buradasın. Biraz sonra uyanacaksın, merak etme yürüdüğün yolda ölünce sonsuza kadar bizimle olacaksın.”

Belli bir süre bahçede kalmalarına izin verilen bu gençler, sürenin sonunda tekrar aynı şekilde uyuşturulurlar, aynı yoldan kaleye getirilirlerdi. Kendi başlarına uyanmaları beklenen gençler, yeniden kendi yataklarında uyandıklarında artık ölüme can atan, şeyhlerine minnettar bir beyni yıkanmış makine haline dönüşmüşlerdir.

Bu bahçeden, Haşaşilerden ve Hasan Sabbah’dan ilk bahseden kaynak ünlü gezgin Marco Polo olmuştu. Marco Polo Alamut Kalesi’nden bahsederken;

 “Şeyh'in kendi dillerindeki ismi Alaaddin'dir. İki dağ arasındaki bir vadinin girişlerim kapattırmış ve burayı envaitürlü meyvelerin yetiştiği, eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir bahçeye çevirtmiştir. İçerisine her biri göz kamaştırıcı zarafette resimlerle bezeli, akla havale gelmeyecek görkemli köşkler ve saraylar inşa ettirmiştir. Kanallardan alabildiğine şarap, süt, bal ve su akmaktadır. Dünya güzeli kadınların ve genç kızların ellerindeki çalgılardan en hoş tınılar, dudaklarından en hoş şarkılar dökülür, dans figürleri izleyeni büyüler. Şeyh'in gayesi. tebaası buradan öte bir cennetin olmadığına inandırmaktır. Bunun için, Hz. Muhammed'in sözünü ettiği, ırmaklarından şarap, süt, bal ve suyun eksik olmadığı, sakinlerini zevklerin doruklarına eriştiren hurilerle dolu cennet tasvirini örnek almaktadır. Sahiden de, bu civarda yaşayan Arapların gözünde vadi, cennetin ta kendisiydi. Haşaşiler olarak ayırdıklarının haricinde kimse bahçeye alınmıyordu. Bahçenin girişinde, dünyaya kafa tutabilecek denli güçlü bir kale vardı, başka da bir girişi yoktu. Bizzat kendi maiyeti altına almak üzere sarayında barındırdığı on iki ila yirmi yaş arası gençlere, tıpkı Hz. Muhammed gibi, cennet hikâyeleri anlatıyordu; Gençler de, Müslümanlar Hz. Muhammed'e nasıl inanıyorlarsa aynı inançla ona bağlıydılar. Önce kendilerine uyuşturucu bir iksir içirip, ardından dörderli, altışarlı ya da onarlı gruplar halinde bahçesine sokuyordu. Böylece, gözlerini açtıkları vakit gençler kendilerini dillere destan bahçede buluyorlardı. Uyanıp da kendilerini hayal dahi edemeyecekleri güzellikte bir mekânda buluverince, buranın cennetin ta kendisi olduğuna kanaat getiriyorlardı. Etraflarında gönüllerince oynaşan kadınlar ve genç kızlar, kendileri de gençliklerinin baharında olunca, burayı terk etmek akıllarının uçundan dahi geçmiyordu. Bizim ihtiyar dediğimiz Efendi, sarayını alabildiğine görkemli bir hâle getirerek, basit dağlı halkı kendisinin yüce bir peygamber olduğuna inandırmıştı. Haşhaşilerden birini bir göreve yollamak istediği vakit, aynı iksirle bu kez sarayına taşıtıyordu. Genç adam gözünü açtığı vakit, kendisini cennetten sonra hiç de hoş gelmeyecek kalenin içerisinde buluveriyordu. Ardından, Şeyh'in huzuruna çıkarılıyordu ve genç adam bir peygamberin huzurunda olduğuna canı gönülden inanarak önünde hürmetle secde ediyordu. Şeyh nereden geldiğini soruyordu, o da cennetten geldiğini ve burasının Hz. Muhammed'in sözünü ettiğinin tıpatıp aynısı olduğunu söylüyordu. Bu da hiç şüphesiz, yanında hazır bekleyen ve bahçeye henüz davet edilmemiş olanların bir an için dahi olsa bahçeye girebilme arzularını kamçılıyordu. Şeyh, bir hükümdarın katlini isteyeceği vakit gence şöyle diyordu: "Git ve şunu, şunu öldür. Geri döndüğünde meleklerim seni cennete taşıyacaklar. Ölsen dahi, seni cennete almaları için meleklerimi yollayacağım." Bu sözlerle, geri dönmek için can attığı cennetin anahtarına ilelebet sahip olduğuna inanan genç, sabırsızlıkla düşmanını katletmeye koşuyordu. Bu sayede, Şeyh'in, ölümüne karar verdiği kim varsa müritleri sırada bekliyordu. Elindeki böylesi muazzam gücün yarattığı korku hissi, kendilerini hançerin ucunda hisseden hükümdarları kendisiyle iyi geçinmeye mecbur kılıyor, tehdit yaratacak fiillerden alıkoyuyordu.”[6]

Sistemin etkisinin büyüklüğünü ispatlayacak birçok tarihî olaya rastlamak mümkündür. Bunların birçoğu hem Orta Doğulu hem Batılı yazılı kaynaklardan günümüze ulaşmıştır. Dönemin Horasan Valisi olan Orhan, Bu Batıni tarikata savaş açmış onların elinde tuttuğu toprakları, Hasan’a destek verdiğini bildiği köyleri yakıp, yıkmıştı. Üç Hahşaşi fedaisi Gence kenti yakınlarında Orhan’ın karşısına dikildiler, muhafızlarını etkisiz hâle getirdikten sonra valiyi de hançer darbeleriyle delik deşik ettiler. Bu korkunç cinayeti işleyenler büyük bir soğukkanlılıkla ellerinde kanlı hançerleri olduğu hâlde bağırarak kente saldırdılar. Amaçları kendilerine yapılanlardan en az vali kadar sorumlu tuttukları Vezir Şerefü’l-Mülk’ü de öldürmekti. Veziri bulamadılar ve kısa sürede üzerinden şaşkınlığı atan halkın attıkları taşlarla öldüler. İşin garip yani, yüzlerce insanın arasına saldıran bu üç kişinin gözlerinde korkudan eser olmamasıydı. Dolayısıyla bunu görenler için fedailer karşısında duydukları korku bir kat daha artıyordu.

Haşhaşiler, Haçlı Seferlerini kendilerine bir fırsat olarak görüyorlardı. “Düşmanımın düşmanı dostumdur.” prensibi ile Kudüs’ün Haçlı ordularınca istilası sonucu kral olarak bölgede olan Champagne Kontu Henry, Haşhaşilerin Suriye kolunun şeyhini ziyaret etmişti. Şeyh kendisine hem oldukça konuksever davranmış hem de gücünü göstermek istemişti. Şeyhin fedaileri ile birlikte yaşadığı kaleyi gezerlerken kontun dikkati burçlarda nöbet tutan gençlerdeydi. Kontun gençlere baktığını fark eden şeyh, konta dönerek; Hiçbir Hristiyan’ın hatta cesaretleriyle övündükleri şövalyelerin bile efendilerine, taraftarlarının kendisine itaatli olduğu kadar itaatli olamayacağından emin olduğunu söyledi. Daha kontun cevap bile vermesine fırsat vermeden, onun şaşkın bakışları arasında gençlerden en yüksek burcun üzerinden olan ikisine atlamaları yönünde bir işaret yaptı. Bu iki gencecik adam bir an bile tereddüt etmeden kuleden atladılar ve kayalıklara çarparak paramparça oldular.

Şeyh, kendisine korkuyla çevrilen kontun gözlerine bakarak geriye kalan gençlere bunun gibi kendilerini kurban olarak boğazlamalarını emretmeyi teklif etti. Fakat Kont, onların itaati hususunda yeteri kadar delile sahip olduğunu, bu bağlılığın kendi adamlarınınkinden çok daha büyük olduğunu söyledi.

 Haşhaşi fedailerinin anlattıkları sahte cennet ve gerçekleştirdikleri ölüm emirleri ile Tanrı’nın rızasını kazanma yalanı onların ailelerini de etkisi altına almıştı. Fedailerin ana babaları, şeyhlerine bağlılığın her şeyin üstünde, görevlerinin ifasında hayatlarını feda etmelerinin de evlatları için bir şeref olduğuna en az onlar kadar inanıyorlardı.

Bir defasında bir fedai, arkadaşlarının ölmüş olduğu tehlikeli bir görevi tamamladıktan sonra bir yolunu bulup evine salimen döndüğü zaman, annesi, oğlunun hayatta kalmasını bir utanç sayarak saçlarını kesmiş ve yüzünü de siyaha boyamıştı.

İnsanların zihinsel faaliyetlerini en büyük baskılayan gerçeklik korku olgusudur. Korku denilen bu zihinsel faaliyeti kuşkusuz tek bir kelimeyle açıklamak çok zordur. Ancak basit bir tanımlama yapacak olursak diyebiliriz ki korku irade ve mantıkla kontrol altına alınması çok güç bir yakın tehdit hissidir.

Korkular hayatımız süresince gelişen bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Korku, her şeyden önce sağlıklı ve insanın hayatta kalabilmesine yardımcı olan bir duygu hâlidir. Korku öncelikle, hem kendi kendimiz hem de çevremizdeki insanlar için sağduyulu ve itinalı olma yetisini kazandırır bize. Nasıl ağrının beden için önemli bir alarm fonksiyonu varsa, korkunun da hayati bir önemi söz konusudur. Örneğin korkmadan ve ağrı hissetmeden ateşe yaklaşabilseydik, hayati tehlike arz edebilecek yanıklara maruz kalmamız çok kolay olurdu. Yani, korkunun da sağlık açısından önemli yönleri vardır kuşkusuz. Bu durumda gerçek korku olarak tabir edilen olgudan bahsedilir: Dışarıdan gelen bir tehlike karşısında insan; bedenen, hissî olarak ve akıl seviyesinde alarma geçirilmektedir.

Yukarıda bahsedilen bu durum tamamen makul bir çerçevede değerlendirilebilecek genel çevresel faktörler ile ilişkilendirilebilir peki ya bu faktörler birileri tarafından bilinçli olarak değiştiriliyorsa?

İşte Haşhaşiler hasımlarının tam da bu zaaflarıyla oynuyordu.

Haşhaşilerin rakip ve düşmanlarına karşı stratejileri sadece öldürmek değildi. Ölüm geçerli bir korku silahıydı ancak en az o kadar korkutucu meydan okuma taktikleri vardı.

Sultan Sancar Haşaşilere karsı bir mücadele başlatmıştı, bir sabah çadırında uyandığında, hemen yastığına bir hançerin saplanmış olduğunu gördü. Yanındaki bu hançerin üzerinde bir pusula iliştirilmişti. “Sana, senden daha yakınız. Eğer isteseydik bu hançer kalbine saplanmış olacaktı.” Çok zaman geçmeden sultanın kardeşinin öldürülmesi onu bu mücadeleden alıkoyacaktı.

Başka bir olayda dönemin ünlü ulemalarından İmam Fahreddin Razi’nin başına geliyordu. İmam hakkında gizli bir İsmaili mensubu olduğu konuşuluyordu. Bu ithamlar zaman geçtikçe artmaya başladı. Bu mesnetsiz ithamlardan fazlasıyla rahatsız olan imam bunun aksini ispat etmek için ciddi bir çabaya girişti. Artık her vaazında, her ziyaretinde açıkça ve şiddetle İsmailileri lanetliyordu. 

Çok geçmeden yeni gelen birisi onun öğrencilerinin saflarına katıldı. Bu yeni talebesi gerçekten diğerlerinden daha zeki ve yetenekliydi. Bu özellikleri ile imamın kısa sürede dikkatini çekmeyi başardı. Artık İmam ve talebesi daha çok vakit geçiriyor, daha çok şey paylaşıyorlardı. Böyle bir arada oldukları bir gün talebe hançerini kınından çıkartarak ona bir daha asla İsmaililerin aleyhinde konuşmaması gerektiğini söyledi. Aksi takdirde bir dahaki sefere o ya da yerine gelecek başkası böyle konuşmayacak, sadece canını alacaktı. İmam, kendisinden istenileni yapmaya yemin etti. Zamanla ağzına hiç İsmaililerin adını almayan, aleyhte tek bir kelime daha söylemeyen imama bu değişiklik sorulduğunda o şu meşhur veciz sözü söyleyecekti;

“Fikirleri ve hançerleri çok keskin, üstelik bana çevrilmiş durumda…”

Her şeyin olduğu gibi bu efsanenin de bir sonu olacaktı. 1255 yılında Rükneddin, Haşhaşilerin son şeyhi oldu. Ama onun saltanatı o kadar uzun sürmeyecekti. Mengü’nün kardeşi Hülagü Han devrinde, Moğollar, Bağdat’a hücum etmek ve Abbasi halifeliğini yıkmak için daha uzak batıya ilerliyorlardı. Hülagü ve ordusu, 1256 sonbaharında Haşhaşilere darbe indirecek mesafeye kadar geldiler ve şeyhi teslim olmaya davet ettiler. Karşı koymanın olanaksız olduğunu anlayan Rükneddin kaydı hayat şartıyla teslim oldu. Bir süre eziyetten sonra idam edildi. Kısa süre sonra nihayet Alamut fedailerinin iktidarı sona erdi. İsmaililik ise var olmaya devam etti ve Hindistan, Suriye ve Afrika’da birçok taraftara sahip olarak, bugüne kadar da mevcudiyetini sürdürdü.

Günümüzdeki alt kolları birer ahtapot gibi yerküreyi saran “psikolojik” operasyonlar için, çok ama çok eski dipnotları var. Hasan Sabbah´ın Haşhaşi tarikatında, müritlerin, haşhaşın uyuşturucu ve hayaller gördürücü etkisiyle intihar ve suikastları kolayca yapmaları bunlara verilebilecek bir örnek sadece. Kendilerine verilen kimyasallar ve bunun üzerine yapılan telkinlerle tamamı cennete inandırılan Haşhaşinler, mutlulukla ölüme/öldürmeye koşuyorlardı. Bu tarihsel olayın etkileri öyle derin oldu ki, günümüzde Batı dillerinde suikast anlamına gelen “assassination” kelimesi bile “haşhaşin”den türetildi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKÇA

 

-  Ahmet Ateş, Batınilik, İslam Ansiklopedisi - İstanbul 1949

-  Ayşe Atıcı, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda Batıni Hareketi – Hasan Sabbah ile İlk Halefleri ve İran Nizârî İsmâilîleri, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005

-  Bernard Lewis, Haşişiler – Kapı Yayınları, İstanbul 2005

-  Bora İYİAT, Zihin Kontrolü – Psikolojik Savaşın Temel İlkeleri, Kripto Kitaplar, Ankara 2013

-  Bora İYİAT, Haşhaşiler’den Gladyo’ya Gizli Örgütler, Kripto Kitaplar, Ankara 2014

-  Cihangir Gener, Ezotenik –Batıni Doktrinler Tarihi - Gece Yayınları, Ankara 1994

-  Işın Demirkent, Haçlı Seferleri – Dünya Yayıncılık, İstanbul 1997

-  İsmail Kaygusuz, Nizari İsmaili Devletinin Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut, Öğretisi, Tarihi, Felsefesi - Su Yayınları, İstanbul, Kasım 2004

-  James Waterson, Alamut'un Fedaileri – İkon Kitap, İstanbul 2011

-  Orhan Hançerlioğlu, İnanç Sözlügü (Dinler, Mezhepler, Tarikatlar, Efsâneler) - Remzi Kitapevi Yayınları, İstanbul 1975

-  Ömer Rıza Doğrul, Cennet Fedaileri “İslam Tarihinde Gizli ve Yıkıcı Teşekküller” - İstanbul, 1945

 

 


[1] Daha sonraki yüzyıllarda Yesevilik'te ve Bektaşilik'te, en üst mertebeye ulaşanlara verilen "baba" lakabı, İsmaililerin bu geleneğine dayanmaktadır.

[2] Vladimir BARTOL, Alamut

[3] Nizam-ül Mülk D:1018, Ömer Hayyam D:1048 ve Hasan Sabbah D:1053 yılında doğmuştur. Bu yıllar arasındaki fark bu söylenceyi çürütmektedir.

[4] Aynı söylence Konstantinapol’ün fethi öncesi Rumeli Hisarı’nın yapılışı hususunda Osmanlı Sultanı II. Mehmet ve Bizans Kralı Konstantin arasında da rivayet edilmektedir.

[5] Deylem: Hazar Denizi’nin batısında kurulmuş olan eski bir devlettir.

[6] Marco Polo / Seyahatler