100 fare, cinsiyet ayrımı yapılmaksızın tel bir kafes içine konur. Kafes 10 metre yükseklikte içi su dolu bir yüzme havuzunun dalma köprüsünün uç kenarına yerleştirilir. Kafesin içindeki farelere; su ve yiyecek eksiksiz ve düzenli aralıklarla verilir.
Deneyin ilk on günü kafesin kapağı açık bırakılır. Fareler, çok meraklı hayvanlar olduğu için sürekli açık olan kafesin kapağına kadar gelerek çevrede kendilerince keşif yaparlar. Israrla ve defalarca yaptıkları her keşif farelerin hafızasına tek bir sonucu kaydeder: “Bu yükseklikten suya atlamak ölümle sonuçlanır.” Bu sonuçla farelerden hiçbiri asla suya atlamaz.
On gün boyunca sistematik olarak devam eden bu uygulama aynı sistematik düzen içerisinde rutin ve kontrollü olarak devam ettirilir. On günün sonunda ise şartlar hipotezin kurallarına bağlı olarak değiştirilir.
Önce kafesin kapağı kapatılır, sonra üzeri hiç ışık almayacak bir şekilde siyah bir örtü ile tamamen örtülür. Bu sayede karanlık bir ortam oluşturulur. Denek farelerine verilen yiyecek önce düzensizleştirilir, zamanla yaşamsal sorun yaratacak kadar azaltılır. Değişik aralıklarla kafesin içine güçlü hoparlörler ile yüksek desibelde tehdit unsuru kedi sesleri verilir.
Bu uygulama on beş gün devam ettirilir. On beş gün sonra kafesin üzerindeki örtü kaldırılır. İki saat süreyle farelere normalleşme için zaman verilir. Bu süre sona erdiğinde kafesin kapağı açılarak davranışları gözlenmeye başlanılır.
Farelerin yarısına yakını bir müddet uyum problemi yaşamasına rağmen bir süre sonra toparlanarak yeni oluşan durum karşısında uyum eğilimi gösterir; ancak geride kalan yarıdan fazlası tereddütsüz, açık kapaktan kendilerini süratle aşağı atarak bir nevi ölüme gider. Bu deney defalarca tekrarlanır ve her seferinde sonuç aynı olur. Kafesteki denek farelerin yarısından fazlası aşağıya atlamalarının sonucunda öleceklerini bildikleri hâlde kendilerini boşluğa bırakır. Buna “İntihar Sendromu” adı verilmektedir. Bu deneye ise Toplamın Yarısı Teorisi (T ½) adı verilir.
Peki bu sonuca nasıl gelinmiştir? Fareleri bu davranış normuna iten şey ne olmuştur?
On beş gün içinde normal yaşam koşulları dışında hatta yoğun tehdit ve ölüm korkusu ile yüz yüze bırakılan deneklerin; bozulan psikolojik koşullarda hafızları silinmiş, algı ile sınırları kalkmış ve denekler kaybedecek bir şeyleri olmadığı güdüsüne kapılmışlardır. Bunun sonucu olarak, güdülenen denekler ölüm ile yaşam arasındaki çizgiyi bile fark edememektedirler.
Bu testin toplumlar üzerinde uygulanmasının çok daha karmaşık ve vahim sonuçlar doğuracağını anlamak için psikoloji üzerine lisans eğitimi almaya gerek yoktur. Şimdi çoğu kez komplo teorisi gibi algılanan “Asimetrik Psikolojik Harp” kavramına yukarıdaki bilimsel gerçekliğin ışığında bakalım.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında bulunan Arabistan Yarımadası’nda yaşayan Araplar, İngilizlerin uyguladığı yoğun psikolojik operasyonlar sonucu “bağımsızlık” ve “Türklerin onları ve İslamiyet’i geri bıraktığı” propagandalarına o kadar inandırılmışlardı ki Hristiyan ve sömürgeci İngiliz hükûmetinin desteğini alarak bağımsızlığın ve İslamiyet’i kurtarmanın peşine düştüler. Ardından Balkanlarda yaşayan nüfus benzer şekilde tetiklendi. Bu harp şekli daha sonraları o kadar çok benimsendi ki yakın tarih ve bugünün hâkim gücü ABD tarafından dünyanın her yerinde uygulamaya devam ettirildi. Avrupa, Orta Doğu ve özellikle Türkiye Cumhuriyeti tüm kurumlarıyla sık sık bu kavramla karşılaştı.
Uluslar, ülkeler ve toplumlar sürekli bir görünmeyen gizli düşman karşısında gölgelere karşı savaşmak zorunda bırakıldı. Çoğu kez de toplumlar yürütülen bir operasyonun farkında bile olmadan muhatabı ya da bir parçası oluverdi.
21. yüzyıl başları ise çatışmaların yerini daha çok klavyelerin, rotatiflerin ve iletişim araçlarının aldığı bu yeni harp kavramının aldığı bir çağ oluyor ve en yoğun yaşandığı coğrafya ise jeopolitik ve stratejik özelliklerinden dolayı Türkiye oluyordu. En çok hedef alınan ise Türk Silahlı Kuvvetleriydi.
İlginçtir ki modern Türkiye’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk bugünden tam 93 yıl önce, 31 Temmuz 1920 tarihinde Afyon’da Garp Cephesi Kolordu Karargâhında subaylara hitaben yaptığı konuşmada bakınız ne diyordu:
“Millet, bağımsızlığının korunmasını ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce vazifesi budur. Millet bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır. Orduyu imha etmek için mutlaka subayını mahvetmek ve aşağılamak lazımdır. Kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzet-i nefsini yok etmeye gayret ettiler. Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet; mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur. Dünyada hayat için, insanca yaşamak için bağımsızlık lazımdır. Bağımsızlık sahibi olmak ve bunun mevcudiyetini ispat etmek icap eder. Kuvvet ordudur. Milletimiz, ordusundan yoksun bırakılma girişimiyle karşı karşıyadır. Efendiler; Türk milletine taarruz eden düşman önce Türk subayını aşağılamak ister… Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzet-i nefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir sebebi vardır: Şerefini korumak! Hâlbuki düşmanlarımızın da kast ettiği o şerefi ayaklar altına almaktır. Dolayısıyla subay için tek bir seçenek vardır. Ya istiklal, ya ölüm!”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu hitabının üzerinden tam 85 yıl sonra 17 Eylül 2005 tarihli Akşam gazetesinde çıkan iki sütuna on beş cm.lik bir haber gözlerden kaçıyordu. Avrupa Parlamentosu Türkiye Parlamento Komisyonu Eş Başkan Yardımcısı İngiliz Parlamenter Andrew Duff:
“Binalardaki Atatürk resimlerini görmek istemiyoruz. Bu zihniyetle AB’ye giremezsiniz.” diyordu. Aynı açıklamasının içinde bakın başka ne mesajlar vardı?
“Türk devleti, terör örgütü ile masaya oturmadıkça sorun çözülmez. Biz IRA’da bunu yaptık... Bölgesel yönetimler güçlendirilmeli, federal sistem kurulmalı…”
Bu açıklama basında çok küçük bir yer aldı. Ancak bazı kişilerce dikkatten kaçmamıştı, maalesef onlarca da densiz bir Avrupalı parlamenterin kendi fikriydi. Ama bu tür açıklamaların geçmişi vardı.
15 Kasım 2002 tarihli Milliyet gazetesinin bir haberine göre dönemin Avrupa Birliği Genişlemeden Sorumlu Üyesi Verheugen şöyle diyordu: “Türkiye aday olarak kalacak… Ordu politikayı kontrol ettiği sürece Türkiye’yi AB üyesi olarak düşünemiyorum…”
Art arda yapılan açıklamalar gerçekten iddia edildiği gibi söyleyen kişileri mi bağlardı yoksa bir “psikolojik harp operasyonu” muydu? Yaşanan bir anomalinin psikolojik harp olduğu nasıl anlaşılırdı? Bu kavram neyi kapsar? Nasıl uygulanırdı ve tarihsel temeli neydi?
Psikolojik harp; sözlük anlamı ve en basit tanımıyla bir devlet veya devletler grubunun kendi millî menfaatleri doğrultusunda başka devlet veya devletler grubunu harekete zorlamak amacıyla uyguladığı siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel faaliyetlerin bütünüdür.
[1]
Askeri-sivil literatürde bu konu incelenirken çok sık yaşanan bir kavram kargaşası vardır, o da psikolojik harp ve psikolojik harekât kavramlarının eş anlamlı gibi düşünülmesi, birbirlerinin yerine ikame olarak kullanılması durumudur. Oysa ki gerçeklik bu iki kavramın birbirinden çok farklı olduğunu işaret eder.
Gerçekte psikolojik savaşın bir veya birkaç alanda uyguladığı operasyona “psikolojik harekât” denir.[2] Günümüz konvansiyonel harp araçlarının geniş yıkıcı etkisi, karşılıklı silahlanma hatta NBC (Nuclear-Biologic-Chemistry) taarruzu tehdidi, uluslararası antlaşmalar ve menfaatler mücadelesinde en geçerli yol olarak psikolojik harekâtın seçilmesine duyulan ihtiyacı arttırıcı ve daha fazla önemli kılmaktadır.
Tüm bu özellikleriyle psikolojik harp hem bir genel harbin parçası olmakta hem de özel bir harp türü olarak siyaset ve uluslararası ilişkilerle değerlendirilmelidir.
İnsan psikolojisinde hâkim olma arzusu hep olmuştur. Kontrolü elinde tutmak isteyenler bazen ahlaki sınırlar içerisinde bazen de bu sınırların da ötesine taşarak bu güdüyü gerçekleştirmeye çalışırlar; işte psikolojik harpte bu değerler gözetilsin ya da gözetilmesin kullanılan en önemli silah bilgidir. Bu savaşı kazanmanın yolu, doğru bilgiyle ve yeterince donanımlı olmaktan, tarihsel argümanlara ve analiz yeteneğine sahip olmaktan geçer. İşte bu nedenledir ki psikolojik harbe maruz kalan hedef ülkenin, önce bilgi kaynakları çökertilir, kirletilir yahut yönlendirilir.
Bir savaşta düşmanını tanımayıp kendisini tanıyan, savaştan sonra başarıya ulaşabilir. Hem kendisini hem düşmanını tanıyan gücün ise yenik düşme ihtimali yok gibidir. Düşmanını çok iyi tanımasına rağmen kendisi tanımayan için ise yenik düşme ihtimali çok yüksektir. Psikolojik harbin birinci adımı kendini ve hasmını iyi tanımak, ikincisi ise, ileride değineceğimiz, baskı, ikna ve çöküntü yaratmaktır.
Uygulama öncesi etüt çalışmasında ve sahada amaç dost, düşman ya da tarafsız olarak sınıflandırılmış olan ulusal ya da uluslararası toplumları lehte ya da aleyhte etkilemek psikolojik harbin temel amacıdır. Elde edilen bilgi ve istihbarat ışığında düşman planını önlemek ve ondan önce hareket ederek konvansiyonel savaş öncesi, esnası ya da konvansiyonel bir savaşın söz konusu olmadığı mücadelede uygulanmaya başlanır.
Psikolojik harp, çok nesnel olarak görülebilen bir savaş türü değildir. Psikolojik harbin bu özelliği onu düşman üzerinde daha etkili kılar. Yani psikolojik harbe maruz kaldığınızı çoğu kez anlayamazsınız bile, çünkü karşınızdaki düşman, üniforma giymez; üzerinize topla, tüfekle saldırmaz ve başka bir lisan kullanmadan sizinle aynı dili kullanır. Harbe girdiğinizi anladığınızda ya çok geç olmuştur ya da gölgelere karşı savaşıyorsunuzdur. Hedef ise doğrudan beyinlerinizdir. Ulusların üzerinde uygulanan biçiminde; ortak inanç, fikir ve gelenekler çoğunlukla hedef olarak seçilerek belli bir plan çerçevesinde yürütülür. Bu yöntem, doğası gereği bir psikolojik harbi iki temel safha olarak gerçekleştirmeyi zorunlu kılar. Bunlardan ilki planlama yani düşman analizi safhasıdır. Bu aşama ile birlikte hedef ülke içeriden ve dışarıdan sosyolojik ve psikolojik olarak ciddi bir ekip tarafından masaya yatırılır. Hedef ülke, ulus ya da toplum neye inanır, nasıl yaşar, zafiyetleri nelerdir? sorularının tamamı bu çalışmanın konusunu oluşturur.
Bu ilk aşama tamamlandıktan sonra harekât aşamasına geçilir. Bu safhada hangi argümanların ne kadar, nasıl ve hangi yollarla kullanılacağına karar verilir. Burada da esas amaç hedef alınan toplumun üzerinde taraftar toplamak ve karşı propagandaları çürütmektir.
Tarihin belki de en eski savaş şekillerinden birisi olarak kabul edilmesi gereken psikolojik harp en sık, devletlerin parçalanması sürecinde kullanılır. Savaş Sanatı adlı kitabın yazarı ve belki de tarihin en ünlü savaş filozofu Çinli Bilge Sun-Tzu daha çok bozgunculuk amaçlı olarak kullanılması gereken bir yöntem olan bu harp metoduna ilişkin bir politika çizmiştir.
Tzu’ya göre hedef ülke üzerinde yapılması gereken 3 özel çalışma olmalıdır:
1. Hasım ülkelerde iyi olan şeyler gözden düşürülmelidir.
2. Hasım ülkelerin hakanlarının başarılarını küçük göstererek şöhretlerine gölge düşürünüz ve zamanı geldiğinde de kendi halkının onları hor görmesini sağlayınız. Düşman halkın kendi aralarında olan uyuşmazlık ve kavgalarını yayınız.
3. Hasmınızın geleneklerini gülünç hâle getiriniz.[3]
Günümüzden tam 2500 yıl önce yazılmış Savaş Sanatı eserinde verilen bu taktik anlayış ışığında bakalım;
Hitler, iktidara gelir gelmez yaşamın her alanında Nazi düşüncesini yerleştirmeye çalıştı. Nazi yönetimi, kendine karşı olabilecek hiçbir düşüncenin var olmasına izin vermedi. Hitler, parlamentodan diktatörlük yetkileri aldı. Kısa süre içinde Nazi Partisi dışında tüm partiler kapatıldı. Çalışma yaşamı, eğitim ve öğretim Nazi düşüncesine uygun olarak yeniden örgütlendi. Devlet bir polis devletine dönüştürüldü. SS'ler ve Gestapo (Devlet Gizli Polisi) devlet terörü uygulayarak önce Almanya'da, daha sonra da işgal ettikleri topraklarda kendilerine karşı çıkabilecek herkesi öldürdüler, işkenceden geçirdiler ya da toplama kamplarına kapattılar. Dünya hızla topyekûn bir savaşa sürükleniyordu. Almanya saldırgan ve ilerlemeci bir politika izliyor ve 1939 yılı ile birlikte fitili ateşliyordu.
Almanların ilerlemeci politikasının önemli bir kısmını Fransız toprakları teşkil ediyordu. İşte tam bu noktada Hitler’in çok önem verdiği Propaganda Bakanlığı ve onun doğal sonucu olan psikolojik harekât merkezleri ve görevlileri devreye giriyordu.
Savaş başlamadan önce Almanya’dan Fransa’ya istihbarat ve psikolojik harekât istihbaratçısı olarak 15 bin kişi turist görüntüsü ile gelmişti. Fransızlar turist artışına sevinmekte, alacakları dövizi düşünmekteydi. İstihbaratçılar Fransa’nın kritik arazilerini yol, köprü, menfez, boğaz, geçit ve elektrik santrallerini tespit edip fotoğraflarını çekerken, psikolojik Harekât İstihbaratçıları da Fransa’nın her alandaki hassasiyetlerini tespit etmekteydiler. Bir uzman psikolojik harekât istihbaratçısı, Paris’te Eyfel Kulesi civarında Le Monde gazetesini okurken önünde duran taksiden bir Fransız generali iner ve ücret konusunda anlaşamadığı taksi şoförü ile münakaşaya başlar ve taksi şoförü generalin arkasından küfür eder. Bu olayı kayıt eden Alman psikolojik harekât uzmanı, mesajını Psikolojik Harekât İstihbarat Merkezine çektiğinde, Alman Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Psikolojik Harekât Başkanlığı olağanüstü bir toplantı yapar.
Değerlendirme şöyledir:
“Bir ordu mensubu ve bir general normalde halkından saygı görür. Eğer taksi şoförü sokakta generalin arkasından küfrediyorsa halk ordusunu sevmiyordur ve ordunun morali bozuktur. Fransız ordusu toparlanmadan, kendini halkına sevdirmesine zaman bırakmadan Fransa’ya taarruz edilmelidir.”[4]
Gerçekten Fransa, Alman hududu boyunca uzanan ve 30 milyon franka mal olan meşhur Majino Hattı’nı yapmış ve modern Fransız topçusunu beton ve çelik mevzilere yerleştirmiştir. Ancak Fransız ordusunda sabah içtimasında bölük komutanının arkasından asker nanik yapıyor ve halk ordusunu sevmiyordu. Bu sevgisizlik, Alman psikolojik harekât ajanlarının da etkisiyle nefrete dönüştürülmüş, Fransız mühimmat fabrikalarındaki topçu mermilerinin sevk çapı, birkaç milimetre büyük imal edilmişti. Alman taarruzu başladığı zaman Majino Hattı’ndaki Fransız topçusunun mermileri namlulara girmiyor ve bazı Fransız subayları top başında tabancalarını şakaklarına dayayarak intihar ediyorlardı.
Gerçekten Fransız halkı o dönemde ordusunu sevmiyordu ve ordu mensupları da bu durumu hissederek kendilerini sevmeyen bir halk için savaşa karşı isteksizlik gibi ciddi bir zafiyet içinde bulunuyordu. Bu hassasiyeti bir olayla tespit eden Alman psikolojik harp teşkilatı, elde ettiği hassasiyet haberini doğru yorumlayarak psikolojik harekât istihbaratı hâline getirmiş, elde ettiği psikolojik hareket istihbaratını yerinde ve zamanında kullanarak ve düşmana bu hassasiyetini gidermeden taarruz ederek Fransız ordusunu 1 hafta içinde imhaya sürüklemişti.
Bir harbin psikolojik boyutu, harbin genel ve fiziki boyutu kadar önemlidir. Psikolojik harp aslında yardımcı bir silahtır. Ancak etkisi tank, top, tüfek gibi ateşli silahların yarattığı etkilerden farklıdır. Bu silah sadece düştüğü yeri yakmaz, tersine toplumun çok geniş kitleleri üzerinde gerçek silahlardan daha çok etkiler yaratır. Psikolojik harp; istihbarat ve propaganda ağı içerisinde yürütülür. Hedef kitlenin sosyal psikolojisi belirlenir ve zaaf noktalarından bu kitle psikolojik olarak vurulur. Bu savaşta en büyük görev; olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek için yoğun bir kampanya ile yürütülen "yanıltıcı propaganda"ya düşer.
Propaganda, bu savaşın en önemli silahıdır. Latince kökenli bir kelime olan propaganda propagere “yeni fidanlar elde etmek üzere toprağa ekmek” ve propago “dini yayma” köklerinden türemiş ve dilimize yerleşmiştir. Günümüzdeki tanımına göre ise hedef toplumun; fikir, duygu, davranış ve tutumlarını etkilemek maksadıyla hazırlanmış bilgiler, fikirler doktrinler veya özel çağrılardır. Basit bir tarif olarak propaganda için insanların duygu, düşünce, tutum ve davranışlarını etkileme tekniğidir, denebilir.[5]
Propaganda iyi ya da kötü değildir, propagandanın doğru ya da yalan olması gerekmez. Propaganda bir yöntemdir sadece. İnsanların fikirlerini, duygularını, bakış açılarını ve davranışlarını yönelimine değiştirmek üzere yapılan çalışmaların tümüdür.
Uygulamalar bazen sınır tanımıyor olabilir. Bazen en kısa ifade ve sözler sanıldığının aksine en zekice hazırlanmış ve bilinçaltına yönelik kalıcı mesaj veren sözlerdir ki bu propagan-danın en basit ifadesidir ve tabii sonucu en etkin olanı.[6]
Ancak bir propaganda çalışması yapılmadan önce tüm taşların doğru karelere oturtulması gerekir ki bu da ancak onu hazırlayanın uzmanlığı ile ölçülebilir.
İlaç ambargosu öncesi Irak’ta ölen bebek sayısı ayda sadece 171 iken, ABD ambargosu ardında bu sayı 1817 idi ve bu rakamların tamamı BM rakamları idi. Bu ambargo tam 14 yıl sürdü yani 276.528 bebek bu yüzden öldü. Kimsenin gözünde Bush bebek katili değil, Saddam öyleydi oysa… [7]
İşte bu, bilinçaltını propaganda tekniklerinin nasıl kontrol ettiğini gösterir.
Bu teknik tüm dünyada bir senaryo üzerine kurulur. Aktörler doğru seçildikten sonra set hazırlanır ve oyun başlar.
Bir anlamda propaganda, fikirlerin fikirlerle çarpışmasıdır. Bu yüzyılda esas olan savaş kavramı içinde orduların değil ulusların karşılıklı mücadelesidir. Propaganda denilen olgu ulus kavramını dağıtmak ya da bölmek amaçlı kullanıldığında ise daha vahim ve yıkıcı olmaktadır.
Rakip ya da düşmanın fikirlerini değiştirmek ve kendi çıkarlarını sağlamak amacıyla kullanılan yöntem olan propaganda, etkin uzmanlarca doğru kullanıldığında tonlarca konvansiyonel bombadan daha çok etkili olmaktadır. Özellikle propagandanın moral bozucu etkisi, çoğu kez tıpkı silahlanma gibi düşmanın gözünü korkutarak yıldırmayı amaçlar ve etkisi şüphesiz yadsınmayacak kadar çoktur.
Tarih kadar eski bu kavramınsa ilk kez bir harp malzemesi olarak kullanılması Nazi Almanya’sı ile başlar. Almanya propaganda ve psikolojik harekât üstünlüğünü 2. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında da sürdürmeyi başarıyordu. Versailles Antlaşması’yla büyük çöküş yaşayan Almanya, Adolf Hitler idaresindeki faşist yönetimde evlenen her çifte “Kavgam” isimli kitabını hediye ediyordu. 5 milyon adet basılıp dağıtıldığı söylenen bu kitapla halk, Alman ırkının üstün olduğuna ve üstün ırkının güçsüze hâkim olabilmesi için zayıf olanı yok etmesi gerektiğine inandırıldı.
Hitler yönetimindeki Almanya savaştığı ülkelere karşı yeni bir propaganda yöntemi geliştiriyor ve özel olarak hazırlayıp, bastırdığı el ilanlarını uçaklarından düşman siperlerinin üzerine havadan attırıyordu. Bu ilanlarda bir bar, müzikholde iyi giyimli bir beyin kucağına oturmuş hâlde gülerek kadeh tokuşturan İngiliz ve Amerikalı kadınlar resmediliyor ve resmin altına “Sizler evinizden uzakta savaşırken karınız, sevgiliniz ne yapıyor biliyor musunuz?” yazıyordu. Bir diğer farklı el ilanında o dönem Amerika’nın en ünlü sosyete-magazin dergisi olan Life’ın (yaşam) kapağı ve konsepti aynen taklit edilerek Death (ölüm) yazıyor ve bir kurukafanın üzerine geçirilmiş Amerikan askeri miğferi yerleştiriliyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ilk bakışta tank, uçak ve roketlerin yaygın olarak kullanımıyla gelecekteki savaşlar için çığır açacak yeni yöntemleri ortaya çıkardığı uzmanlarca iddia edilir. Bu ifade askerlik sanatı ve savaş teknolojileri açısından bakıldığında doğru bir tanımlamadır ancak eksiktir. Çünkü aslında 1939-45 yılları arasında süren bu büyük savaş kitle haberleşme teorilerinde büyük gelişmelere yol açmıştır. Haberleşmede kullanılan bu hızlı ve yaygın ağ sayesinde uluslararası propaganda teknik ve yöntemlerinde çok şeyi değiştirerek bir anlamda daha önceleri de uygulanan ama etki ve önemi yönünden konvansiyonel harp yanında ikincil durumda olan psikolojik harp ve propaganda kavramının etkinliği ve önemi artmıştı. Bu yöntem ise en iyi ve doğru bir silah olarak Nazi Almanya’sı tarafından kullanılmış ve mimarı Nazi Propaganda Bakanı Goebbels olmuştu.
Goebbels, 29 Ekim 1897 tarihinde eski adıyla Rheydt bugünkü adıyla Mönchengladbach kentinde dünyaya geldi. 1921 yılında Heidelberg Üniversitesi’nde 18. yüzyıl romantik draması üzerine yazdığı tezle felsefe doktorasını tamamladıktan sonra, önce gazeteci sonraları ise bankacı ve borsacı olarak çalıştı. Ayrıca roman ve hikâyeler yazdı ancak yazdıkları hiçbir yayınevi tarafından beğenilmedi. 1923 yılında tanıştığı Nazi Partisine 1924 yılında üye oldu. Kısa zamanda yeteneği ve zekâsıyla parti içinde hızla yükselen biri oldu. Partinin Berlin Bölge Temsilciliğine atandı, bu görevi sırasında propaganda yeteneklerini sonuna kadar kullandı. Nazi gazeteleri ve SA’nın yardımıyla yerel sosyalist ve komünist partilerle mücadele etti. Sadece 4 yıl sonra partinin en göze çarpan üyelerinden biri olmuştu.
1933 yılında Nazilerin iktidara gelmelerinin ardından Propaganda Bakanı oldu. İlk işlerinden biri Yahudiler ve Nazi karşıtı yazarlar tarafından yazılmış tüm kitapları Berlin’in Babel Meydanı’nda yaktırmaktı. Sonrasında giderek Almanya’nın bütün haber kaynakları üzerinde tam bir kontrol sağladı.
Savaşın ilk ve en istekli savunucularından olan Goebbels, Alman halkını büyük ölçekli bir askerî çatışmaya hazırlamak için elinden gelen her şeyi yaptı. Savaş sırasında da diğer Nazi liderleri ile değişen ittifaklar kurarak güç ve nüfuzunu arttırdı. 1943 sonlarında savaşın Almanya aleyhine dönmesinden sonra propagandalarını artırdı. Goebbels savaşın son yıllarında ilan edilen topyekûn savaş projesinin de mimarıdır. Goebbels son ana kadar Hitler ile Berlin’de kaldı. Hitler’in intiharının ardından bir günlüğüne de olsa III. Reich’ın Şansölyeliğini yaptı. Son saatlerinde karısı Magda önce altı çocuğunu zehirledi kısa süre sonra da önce karısını sonra kendisini vurdu. Karısıyla cesedi vasiyeti üzerine yakıldı.
Bugün hâlâ birçok üniversitenin iletişim fakültesinde öğrencilere onun ses kayıtları dinletilir. Hemen her siyasi görüşteki insan onun bu alandaki dehasını kabul etmektedir.
Günümüzün en önemli psikolojik harp teorisyen ve analistleri olan Amerikalıların ise bu yöntemi temellerini öğrendiği yine Goebbels olmuştur ve her şey bir tesadüfle başlamıştır.
1945 yılında savaş sona erdiğinde Berlin’e giren Amerikan ordusu yıkıntılar arasında yanmak üzere olan tam 6800 sayfalık bir belge buldu. Propaganda Bakanı Goebbels tarafından yazdırıldığı anlaşılan, el yazısı ile kaleme alınan bu belgeler yer yer boşluklarına rağmen 21 Ocak 1942 ile 9 Aralık 1943 arasındaki dönemi kapsıyordu. El yazısı dışındaki kısımlar ise Alman Gotik klavyesi ile ve üç aralıklı olarak daktilo edilmiş, satırlar arası çok geniş bir marj bırakılmıştı. Kenar boşluklarında ise mürekkepli kalemle yazılan çok sayıda düzeltme göze çarpmaktaydı. Bu belge ilk bakıldığında Goebbels’in Hitler’e olan sadakatini, Alman kurmayların gücünü, subayların başarılarını ve Nazi davasına kendisini nasıl adamış olduğunu göstermek gibi görülse de gerçekte propaganda teknikleri ve planlarını içeren bir psikolojik harp el kitabı gibiydi.
Belgelerden anlaşıldığına göre Goebbels ve ekibi ellerindeki ham bilgi ve istihbarat ölçüsünde propaganda hazırlayabilmekteydi. Aksi takdirde propaganda ne olaya ne de hedef kitleye hitap etmeyecek ve etkili olmayacaktı. Bu yüzden o ve ekibi savaş boyunca harekât planları, harekâtın safhaları ve sonuçlarından gün gün haberdar olmuşlardı.
Propaganda çalışmalarının hedeflerinden biri olan Alman halkı hakkında gereken tüm bilgiler Alman Gizli Polis Teşkilatı Sicherheist-Dienst (SD) raporlarından derlenmişti. Onun ifadesine göre SD; bir Gallup Enstitüsü gibi çalışmış, kamuoyu çalışmaları ve analiz raporları hazırlamıştı. Gelen bu analiz ve istatistik veriler kendisinde toplanmış ve o da sağduyusuna güvenerek çalışmalarını sürdürmüştü. Her yaptığı çalışmada, gelen verilerin ötesinde kendisince daha güvenilir farklı bir yöntem seçmişti. Annesi ile konuşmak…
Freudyen bir durum gibi görülen bu yöntemi Goebbels; “Annem, halkın duygularını bilimsel araştırmaların fildişi kulesindeki uzmanların çoğundan daha iyi biliyor. Onunla konu-şurken halkın kendi sesini duyuyorum.” şeklinde açıklamıştı.
Nazi işgalindeki topraklarda ise psikolojik harp istihbaratı oralarda görevlendirilen Alman devlet memurları ve yine SD tarafından yapılmaktaydı. Düşman orduları, müttefikler ve tarafsız ülkeler hakkındaki bilgiler de ispiyonculardan, teknik dinlemelerden, tutuklu esirlerin sorgularından, onlara gelen ya da gönderdikleri mektuplardan, o ülkenin süreli kitle iletişim araçlarından elde edilmişti. Nazi politik teorilerinin temelinde merkezileştirilmiş yetki kavramı ana unsurdu. Bu esas oluşturulan propaganda faaliyetleri tek bir makamca planlanacak ve uygulanacak anlamına geliyordu.
Goebbels; tüm siyaseti ve halkın kontrolünü propaganda silahını kullanarak yapıyordu ve bu silahı belli ilkelere bağlamıştı. Bu ilkelere göre;
1. Propagandacı olaylar ve kamuoyu hakkında bilgili olmalıdır.
2. Propaganda sadece tek bir makam tarafından planlanmalı ve uygulanmalıdır.
3. Bir eylemin propaganda sonuçları bu eylemin planlanmasında hesaba katılmış olmalıdır.
4. Propaganda düşmanın politikasını ve eylemini etkilemelidir.
5. Bir propaganda kampanyasının tam uygulanmasını sağlamak için sınıflandırılmış operasyonel enformasyonun da el altında bulundurulması gerekir.
6. Algılanması için, propaganda dileyicinin dikkatini uyandırmalı ve dikkat çeken bir iletişim aracı ile yayınlanmalıdır.
7. Propaganda sonucunun gerçek ya da yalan oluşu sadece kaynağının güvenilirliğine bağlıdır.
8. Düşman propagandasının amaç, muhteva ve etkinliği; bir mesaj sunumunun kuvveti ve etkileri ve o andaki propaganda kampanyasının doğası düşman propaganda kampanyasının görmezden mi gelineceğini yoksa ret mi edileceğini belirler.
9. Muhbir veya haber elemanın güvenilirliği, zihnî gerekliliği ve mümkün etkileri propaganda materyallerinin sansür edilip edilmeyeceğini belirler.
10. Düşman prestijini kıracağı zaman veya propagandacıların kendi amaçları için yararlı bir destek alacağı zaman düşman propagandasından elde edilen materyaller kullanılabilir.
11. Kaynağı daha az güvenilirlik taşıyan veya istenmeyen etkiler yaratacağa benzer beyaz propaganda yerine, siyah propaganda tercih edilmelidir.
12. Prestij sahibi liderler propagandanın işini kolaylaştırabilirler.
13. Propagandanın uygulama zamanı dikkatle seçilmelidir.
14. Propaganda her kişiye ve olaya bir slogan takarak işlenmelidir.
15. Yurt içi cepheye yönelik yapılan propagandanın yaratacağı endişe optimum düzeyi tutturmalıdır.
16. Yurt içi cepheye yöneltilen propagandanın sonradan ortaya çıkacak olaylarla yalanlanacak olan sahte umutlara meydan vermemesi gerekir.
17. Yurt içine yöneltilecek olan propaganda, hayal ve umut kırıklığı ile karşılaşılan kitlelerde, hayal kırıklığının etkilerini azaltmalıdır.
18. Propaganda nefret hedeflerinin yerlerini belirleyerek saldırıların yer değiştirmelerini sağlamalıdır.
19. Propaganda kuvvetli karşı eğilimleri hemen etkileyemez ise bunun yerine bazı çeşit eylem veya değişik anlatımlar sunmalıdır. Bazen de her ikisi birden denenmelidir.
Psikolojik savaş bizim gündemimize yakın tarihte girmesine rağmen bazılarının iddia ettiği gibi yeni değildir. Yalnızca psikolojik savaşta kullanılan araçlar değişmiştir o kadar.
Psikolojik savaşın kazanılmasının en temel göstergesi ise hedef kişi ya da kitlenin mağlubiyeti kesin olarak kabul etmesidir. Ülkemiz dün de bir psikolojik savaş altındaydı bu gün de. Dünden tek farkı, iletişim alanındaki baş döndürücü hıza hazırlıksız yakalanmamızdır.
Dün 16 Türk devletini yıkan, çaşıtlarla Osmanlı Devletini parçalayan psikolojik savaş bugün daha korkunç bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hedef almıştır. Bütün argümanları ile saldırmaktadır. Neredeyse hemen her haberin altında bu savaşın izini görmek mümkün. Hemen her olaydan sonra yaşadıklarımızı düşününce olayın vahametini daha rahat anlayabiliyoruz. İşin tek teselli verici tarafı, bu savaştan kimin zaferle çıkacağına yine bizim karar verecek olmamızdır.
Amerikalı düşünce ve aksiyon insanı Noam Chomsky, bir İnternet sitesinde kendisiyle yapılan röportajda, mevcut gelişmelerle ilgili olarak aynen şunları söylemektedir:
“Amerika’nın bu savaşta terörizmi hedef aldığı masalı anlatılmaktadır. Oysa en büyük terörist Amerika’dır. Son yüzyılda Amerika’nın yaptığı katliamlar, dünya tarihinde eşine rastlanmayan kitlesel imha hareketleridir.”
3 Ağustos 1942'de ilk atom bombası Japonya'nın Hiroşima kentine düşmesinin hemen ardından Amerika Başkanı Truman, radyodan halka sesleniyordu. Truman konuşmasında şöyle diyordu: “Bugün, ilk atom bombası Hiroşima’ya atılmıştır. Bir askeri üsse… Savaşın acılarını azaltmak ve binlerce genç Amerikalının hayatını kurtarmak amacıyla bu bomba kullanıldı. Japonya’nın savaşma gücünü tamamen yok etmek için, yeniden kullanabiliriz.” Amerika Başkanının konuşması, tıpkı şimdikiler gibi tanıdık bir şekilde başlayıp yine tanıdığımız bir sonla bitiyordu: "Tanrı Amerika’yı korusun." Bu sözleri bizler Afganistan ve Irak işgallerinin başladığı günlerde de duymuştuk. Amerika emperyalist hedeflerine ulaşmak için kitlelere dönük büyük katliamlar yaparken bir yandan da kendi halkına ve uluslararası kamuoyuna saldırısını meşrulaştırmaya çalışıyordu.
1900’lü yılların başında belki medya bugünkü kadar gelişmemişti ama yine de manipülatif rolünü oynamaya başlamıştı. Kitlelere dönük her türlü iletişim aracını kapsayan medya olgusu, emperyalist savaşlar ve tekelleşmeler arttıkça fazlasıyla değer kazandı. Medya olgusunda emperyalistlerin iştahını kabartan çeşitli cevherler mevcuttu. Geniş kitlelere her türlü saldırı, yıkım ve propagandayı tek yönlü sunarken aynı zamanda kapitalist üretim ilişkileri ve pazar ekonomisini güçlendirmek için reklam fırsatı sunuyordu. Emperyalist paylaşım savaşları ve geniş halk kitlelerine yönelen tüm savaşların masa başındaki tarafları propaganda ve ajitasyon için yine geniş halk kitlelerine yönelmekteydi. Medya artık bir savaş aracıydı ve savaş stratejilerinde belirleyici bir rol oynamaya başlamıştı. Bu yüzden savaşların şekli ve savaş aracı olarak kullanılan silahlar da değişime uğradı. Bu savaş araçlarından biri kitleleri hedef alan kitle imha silahları, diğeri ise kitlelere dönük "manipülasyon" ya da "psikolojik savaş" stratejisini ortaya çıkardı. Egemenlerin bu stratejinin birçok silahtan daha vurucu ve yıkıcı bir etkiye sahip olduğunu fark etmesi ve buna yönelmesi dünya halkları üzerine yeni bir karabasanın çökmesine sebep oldu. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan ve emperyalistler arasındaki çekişmenim büyümesine paralel olarak gelişen bu olgu, farklı tarihsel süreçlerde farklı biçimlerle karşımıza çıksa da özü itibarıyla yanılsama yaratmak amacı ile kullanılmaktadır.
Buraya kadar kısaca psikolojik savaşın temellerine ve hedeflerine değindik. Konunun en can alıcı noktalarından biri ise "medya hipnozu" yani manipülasyon olgusunun psikolojik savaş stratejilerindeki yeridir. Yazımızın başında da anlattığımız gibi 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişmeye başlayan medya olgusu kitlelere dönük monolog bir iletişime tekabül etmektedir. Yani her türlü bilgi, haber, eğitim, araştırma vd. tek taraflı olarak kitlelere sunulmaktadır.
Fakat genellikle kullanılan medya araçları: televizyon, radyo, gazete, kitap, dergi gibi tek yönlü araçlar olduğu için kitlelerden fiziki bir geri bildirim alması imkânsızdır. Tek yönlü olarak insanlara sunulan bilgiler, bir yandan teknolojik bir büyü etkisi yaparken diğer yandan kitlelere çok yönlü nüfuz ederek psikolojik olarak etkilemektedir.
Psikolojik harbe karşı koymanınsa en önemli yolu, bilgileri doğru analiz edebilmekten geçmektedir.
KAYNAKÇA:
- Said Edward, Culture and Imperyalism, Vintage, London, 1993.
- Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Psikolojik Savaş, Timaş Yayınları, İstanbul, 2010.
- Dr. Tahir Tamer Kumkale, Psikolojik Savaş, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2008.
- Münir Güneri, Psikolojik Savaşın Önemi ve Yöntemi, K.K.K Basımevi, Ankara, 1967.
- Rabi Baştürk, Psikolojik Harp ve Kültür Savaşları, IQ Yayıncılık, İstanbul, 2005.
- Osman Özsoy, Politik Propaganda Teknikleri, Alfa Yayınları, İstanbul, 1999.
- Herbert Schiller, Zihin Yönlendirenler, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.
- Hüseyin Turgud, Gizli Düşman Faaliyeti, EU Basımevi, Ankara, 1954.
- J.A.C Brown, Beyin Yıkama, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 2000.
- William H. Riker, Siyasi Manipülasyon Sanatı, Nehir Yayınları, İstanbul, 1997.
[1] Mikdat ÇAKIR, Savaş Sosyolojisi, Ankara, 2004.
[2] Mikdat ÇAKIR, age.
[3] Sun Tzu, Savaş Sanatı (Art of War).
[4] Oğuz KALELİOĞLU, Mülakat.
[5] O. Kalelioğlu, Propaganda Üzerine Notlar.
[6] A. Şerif İZGÖREN, Eşikaltı Büyücüleri, Elma Yayınları, Ankara.
[7] A. Şerif İZGÖREN, age.