ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI GÜNCEL SORUNLARINA ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Prof. Dr. Selçuk DUMAN
Giriş
Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecine girmesi ile birlikte, Osmanlı coğrafyası içerisinde bulunan Türkler, 17 Şubat 1920 tarihinde Mebusan Meclisinde kabul edilen Misakımillî çerçevesinde Osmanlı Devleti’nin yeniden yapılandırılması için çalışmalara başlamıştır. Ancak Türk toprakları Mondros Mütarekesi sonrasında hızlı bir şekilde işgal edilmeye başlaması ile birlikte, Türk milleti Atatürk’ün önderliğinde vermiş olduğu Millî Mücadele ile Lozan Antlaşması sonrası millet egemenliğine dayalı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kursa da Misakımillî de belirlenen sınırlara ulaşılamamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin doğal sınırları olarak da kabul edebileceğimiz bu sınırlara ulaşılamaması dolayısıyla da Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu andan itibaren ciddi sorunlarla birlikte kurulmuş ve günümüze kadar da bu sorunlar zaman zaman Türkiye’nin karşısına çıkarılmaktadır.
Alparslan Türkeş de CKMP Genel Başkanı olduğu 1965 yılından itibaren Türkiye’nin uluslararasılaşmış millî meselelerinin Türk milleti lehine çözülebilmesi için görüşlerini Türkiye Büyük Millet Meclisi ve iletişim araçları yolu ile ortaya koymuştur. Alparslan Türkeş’in Türk siyasal hayatında aktif olarak bulunmuş olduğu dönemde Türk milletine gönül veren bir Türk milliyetçisi olarak, bu sorunlarla ilgili jeostratejik ve jeopolitik anlamda son derece yerinde değerlendirmeleri ve önerileri olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu sorunlarından ilki Kıbrıs’tır. 1517 yılında hukuken, 1571 yılında fiilen kontrol altına alınan Kıbrıs Adası, iskân politikası çerçevesinde yerleştirilen 50 bin Türk ile Türkleştirilmiş ve Anadolu kıyıları ile birlikte bir idari yapılanmaya tabi tutularak 1878 yılına kadar bir Türk toprağı olarak yönetilmiştir. Ancak 1878 yılında imzalanan Kıbrıs Antlaşmaları ile geçici olarak İngiltere’ye bırakılmış, 5 Kasım 1914 yılında İngiltere tarafından ilhak edilmiş, 1923 Lozan Antlaşması ile bu ilhak tanınmıştır. 1960 yılında imzalanan Londra Antlaşması ile bağımsız olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörü olan Türkiye, 1974 Barış Harekâtları ile Yunan cumtasının Kıbrıs’ı ilhak etme girişimini engellemiş ve 1983 yılında kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Türklerin hayatları garanti altına alınmıştır.
İkinci sorun; Batı Trakya Türkleri sorunudur. Türkiye 1923 yılında imzaladığı Mübadele Antlaşması ile Yunanistan’daki Türkler ile Türkiye’deki Rumları değiştirmiş ancak Batı Trakya’daki Türkler ile İstanbul’daki Rumlar bunun dışında bırakılmıştır. Bu tarihlerde Batı Trakya’nın nüfusu yaklaşık 160 bin iken bunun 130 bini Türklerden oluşmakta idi. Lozan Antlaşması'nda azınlıkların haklarının korunmasına dair bir protokol da imzalanarak, Batı Trakya Türklerinin her türlü haklarının korunacağı kayıt altına alınmıştır. Ne var ki o günden bugüne Batı Trakya Türkleri, çok temel insan haklarını dahi kullanamamaktadır. Batı Trakya Türkleri ile ilgili zorlu süreç ise 1956 yılından itibaren başlamıştır. Özellikle Yunanistan’ın bölgede yaşayan Türkleri göçe zorlaması ve Türkiye’nin Batı Trakya Türklerinin yerinde sorunlarını çözme yerine, onları Türkiye’ye getirme eğilimi durumu daha da karmaşık hâle getirmiştir. 1967 yılında Yunanistan’da kurulan cunta hükûmeti ile birlikte ise Batı Trakya Türklerinin Türkçe isim koymaları dahi yasaklanarak her türlü baskı ve şiddet dönemi başlamıştır. 1972 sonrası ise Türk yerleşim yerlerinin isimleri değiştirilmiştir. Yunanistan, Batı Trakya Türkleri için "Müslümanlaşmış Rumlar" tabirini kullanarak Türk olmadıklarını savunmaya başlamıştır.
Üçüncü sorun; Adalar Sorunu’dur. Kanuni Sultan Süleyman ve IV. Mehmet Dönemi’nde fethedilen ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın tanımlanmamış adaları 1936 yılında devletin envanterine kaydettirdiği adalar, bugün ciddi bir sorun olarak devam etmektedir. 13 Şubat 1914 tarihinde statüsü tespit edilen Ege Adaları, 1912 Uşi Antlaşması ve 1947 Paris Antlaşması ile statüsü netleştirilen 12 Adalar ve tanımlanmamış adaların statüsü Türkiye’nin ulusal güvenliği için ciddi bir sorun olarak devam etmektedir.
Dördüncü sorun; Kıta Sahanlığı ve Fır Hattı sorunları. 1958 Cenevre Sözleşmesi’nde şekillendirilen kıta sahanlığı, kara sularının bitiş noktasından başlayan deniz altındaki devamını ifade etmektedir. Fır hattı ise deniz üzerindeki hava kontrol sahasını ifade etmektedir.
Beşinci sorun; Osmanlı Dönemi tanımlaması ile Irak-ı Türki ya da Musul Sorunu’dur. 5 Haziran 1926 tarihinde İngiltere ile Sınır ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalanmış ve taraflar birbirlerinin sınır bölgelerinde ülkeler aleyhinde oluşacak harekete izin vermeyecekleri ve birbirleri aleyhinde oluşacak silahlı gruplarla ilgili birbirlerini haberdar edecekleri ifadesine yer vermiştir ki bu sınır bölgesinin de 10. maddede, 75 km derinliğinde olduğu kayıt altına alınmıştır. 9 Ocak 1932 tarihli Türkiye-Irak İkamet Mukavelenamesi, 29 Mart 1946 tarihli Türkiye ve Irak arasında imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Anlaşması ve Eğitim Öğretim ve Kültür İşbirliği Protokolü ile de Irak Türkmenleri için önemli imkânlar yaratılmıştır. Ayrıca bugün Kuzey Suriye olarak ifade edilen bölge ile ilgili Atatürk’ün 3 Kasım 1918 tarihinde 2 ve 7. Ordulara gönderdiği emrin 1. maddesinde; Suriye hududu Suriye vilayetinin kuzey hududu telakki edilmelidir. Bu hudut Lazkiye kuzeyinden Hanşeyhun güneyinden geçerek doğuya doğru uzanır denilmiştir. 2. maddede; İskenderun, Antakya, Cebel Seman, Kilis havalisinin Türklerle meskûn olduğu ve Halep havalisinin ¾’ünün Arapça konuşan Türkler olduğu her vesile ile hatırda tutulmalı ve her davada bu esas ittihaz edilmelidir denilmiştir.
Türkiye’nin 6. sorunu ise Dış Türkler Sorunu’dur.
İşte tüm bu sorunların çözümü ile ilgili Alparslan Türkeş; olgun kişiliği, ülkü ve ülke önceliği, yapıcı, kucaklayıcı ve sorun çözücü yaklaşımı ile Türk milleti ve Türk devletinin menfaatleri için Türkiye’nin sorunları ile ilgili gerekli her türlü katkıyı sunmayı bir görev olarak görmüş ve önce ülkem ve milletim ekseninde hareket etmiştir. Biz de şimdi bu konulardaki yaklaşımlarına değineceğiz.
Alparslan Türkeş’in Türkiye’nin Güncel Sorunları Hakkındaki Görüş ve Önerileri
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Atatürk; “Efendiler Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece ikmal yollarımız tıkanır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu Ada bizim için çok önemlidir.” demiştir. Alparslan Türkeş’te Atatürk’ün bu ifadesine uygun olarak daha 1960 İhtilali sonrası Başbakan müsteşarı olduğu dönemde İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliğinin 25 Haziran 1960 tarihinde hazırladığı raporda ifade edildiği gibi Kıbrıs’ta yaşanan süreci ilk andan itibaren takip etmiştir. İngiltere büyükelçisi özetle, “Kıbrıs doğumlu olan Başbakan müsteşarı Türkeş’in Kıbrıs’tan gözünü ayırmadığını ve Kıbrıs’ı dikkatle takip ettiğini” belirtmiştir. Türkeş; Yunanistan’ın Çanakkale Boğazı hizasından Antalya doğrusuna kadar Türkiye’yi adalar marifeti ile çevrelediğini, tarih boyunca Türklere ait olmuş olan ve Yunanistan’a hiçbir zaman ait olmamış olan Kıbrıs Adası ile ilgili Yunan iddialarının, Doğu Akdeniz’in stratejik önemi ile ilgili olduğunu, Türkiye’nin İskenderun, Antalya ve Mersin Limanlarından güneye açılan kapılarının tıkanmak istendiğini, bu nedenle Kıbrıs konusunun partilerüstü bir mesele olarak ele alınması gerektiğini, Türkiye’nin stratejik güvenliğinin korunmasının şart olduğunu, Kıbrıs Türklerinin güvenliğinin mutlaka sağlanması gerektiğini, Kıbrıs Ada’sının 1878 yılında belirli şartlarla İngiltere’ye tahsis edildiğini hatırlatmış ve Türkiye’nin bugünkü miskin tavrının zararlarını dile getirmiştir. Türkeş, Kıbrıs davasının kazanılması içinde öncelikle ilmî çalışmalarla desteklenmesi gerektiğini, diplomatik bir aktivite ile uluslararası arenada savunulmasını ve Kıbrıs Adası’nın kuvvete dayalı bir fiilî durumla kontrol edilmesinin mümkün olacağını dile getirmiştir.
Çünkü Ege Denizi’nde batı ve güneybatı hattında bulunan adalar Yunanistan’a verildiği için Türkiye çepeçevre kuşatılmış bir duruma düşmüştür. Bu anlamda Akdeniz’de âdeta tek çıkış noktası konumda Kıbrıs kalmıştır. Bu yüzden Kıbrıs Adası, Türkiye için sadece orada yaşayan Türkler meselesi değil bir ulusal güvenlik meselesidir. Bu nedenle Alparslan Türkeş, Kıbrıs Adası’nı değerlendirirken tıpkı Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs Adası’nı Tarsus, İçel, Alanya ile birlikte bir idari yapılanmaya tabi tutup, Anadolu’nun bir parçası saydığı gibi öncelikle Kıbrıs Adası’nın Türkiye’nin doğal bir uzantısı olduğunu ifade etmektedir. Türkeş, Kıbrıs’ın jeolojik ve coğrafi anlamda Türkiye’nin bir parçası olduğunu hatırlatarak sadece Kıbrıs’taki Türk nüfus ile değerlendirilemeyeceğini, dünyadaki Keşmir, Batı Trakya, Güney Tirol, Karoli Berzahi örneklerinde olduğu gibi ülkelerin doğal uzantılarının o ülkeye ait olması gerektiği tezini Türkiye’nin savunması gerektiğinin altını çizmiştir. Alparslan Türkeş’in bu tezini jeologlar da kabul etmektedir. Çünkü Kıbrıs Türkiye’ye sadece 70 km uzaklıkta bulunmaktadır. 1958 Cenevre Sözleşmesi kıta sahanlığını tanımlarken; kara sularının bitiş noktasından başlayan deniz altındaki devamını ifade eder. Kıyıya sahip her devlet kıta sahanlığına da sahiptir, der. Bu nedenle de Türkiye için Kıbrıs Adası doğal bir uzantıdır ve ayrılmaz bir parça olarak düşünülmelidir. Diğer yandan Kıbrıs Adası’na 1100 km uzaklıkta olan Yunanistan’ın Kıbrıs ile ilgili planlarının emperyalist bir genişleme politikası olduğuna dikkat çeker. Türkeş, Kıbrıs’ın millî dava olduğunu, Türkiye’nin yakın emniyeti ve yakın savunması ile doğrudan ilgili olduğunu, Yunanistan’ın emperyalist bir devlet olarak sürekli Türkiye aleyhine genişlediğini, Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin amacının Enosis olduğunu, Kıbrıs’taki Türklere zalimce muamele yaptıklarını, Kıbrıs konusunda Türkiye’nin ne istediğini bilmediğini, taviz ve boyun eğmek şeklinde bir dış politika yürüttüğünü, bu sakat ve miskin politikasının Türk milletinin millî politikası olamayacağını, Kıbrıslı Rumlarla müzakereden bir sonuç çıkmayacağını belirtmiştir. Ayrıca Türkeş; Yunanistan’ın Megola İdea fikrinin hep canlı tutulduğunun bilinmesi gerektiğinin altını çizmiştir.
Türkeş, Kıbrıs’ta Yunan subaylarının 15 Temmuz 1974 tarihinde darbe yaparak yönetime el koymaları üzerine, 17 Temmuz 1974 tarihinde Ankara’da yaptığı açıklama ile Kıbrıs’ta gerçekleşen darbe sonucu Enosis’in gerçekleştirildiğini, Londra ve Zürih Antlaşmaları ile oluşturulan Anayasa’nın kaldırıldığını, Elen Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ve yeni bir Anayasa hazırlandığını, ABD’nin bu duruma rıza gösterdiğini, Ecevit hükûmetinin hazırlıksız, kararsız ve ne yapacağını bilmez bir durumda olduğunu belirtmiştir.
20 Temmuz 1974 tarihinde Türkiye tarafından Kıbrıs Barış Harekâtı’nın başlatılması üzerine aynı gün bir açıklama yapan Türkeş; Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet hükûmeti, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarını kutlamış ve müttefiklerle iş birliğinin oluşturulması gerektiğini de belirtmiştir. Ancak Türkeş Ada’nın mutlaka Türkiye’ye verilmesi gerektiğini çünkü Ada’nın tarihî anlamda Türkiye’nin bir parçası olduğunu, güvenliği ile doğrudan ilgili bir konu olduğunu, Ada’nın mülkiyetinin de %40 oranında Türklere ait olduğunu belirtmiştir. Diğer yandan Kıbrıs Barış Harekâtı’nı 6 gün gecikmiş bir harekât olarak nitelendiren Türkeş, yapılan hareketin siyasi hedefinin; Londra ve Zürih Antlaşmalarında oluşan anayasal düzenin sağlanması, Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin güvenliğinin sağlanması, Kıbrıs’ta barışın sağlanması, Lozan ile Doğu Akdeniz’de sağlanan dengenin yeniden ihdası ve Enosis’e giden yolu kapamak olarak açıklandığını ancak yapılan hareketin bu boyutta şümullü olmadığını dile getirmiştir. Türkeş, 20 Temmuz 1974 Harekâtı ile 30 km derinlikte bir üçgen sahanın kontrol altına alınabildiğini ve bu harekâtla hiçbir siyasi hedefin yerine gelmediğinin altını çizmiştir.
Türkeş, 18 Ağustos 1974 tarihinde Kıbrıs Türklerinin 20 yıldır Rumlar tarafından baskı ve zulme tabi tutulduğunu, Türklere jenosit (soykırım) uygulandığını, sivil Türklerin esir alınarak çok zor şartlarda yaşamaya mahkûm edildiğini, Kıbrıs’ta Türklerin zulüm ve işkence görmesine BM’nin engel olmadığının altını çizmiştir. Türkeş, Kıbrıs’ta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne ve BM Şartı’na rağmen Kıbrıs Türklerine yapılan katliamları hatırlattıktan sonra bunların “jenosit” fiilleri olduğu tespitini de bulunmuştur. Türkeş, suçluların yargılanması için uluslararası mahkemelerin kurulması gerektiğini ve tahkik heyetlerinin meydana getirilmesinin önemli olduğunu belirtmiştir. Türkeş, Muratağa ve Atlılar Katliamı örneklerini vererek 5-10 er ya da çavuşun suçlanması durumunda bunun kabul edilemeyeceğini, Yunanistan ve Rumların bu suçu işlediğini dile getirmiştir.
Türkeş, Ecevit hükûmetinin hatalarını şu şekilde sıralamıştır; Kıbrıs’ta darbe yapılır yapılmaz harekâtın başlaması gerekirken 6 gün sonra yapıldığını ve küçük bir kuvvetle çok dar bölgenin kontrol edilebildiğini, geç kalındığı için uluslararası tepkilerin arttığını oysa darbeyle aynı gününde yapılacak bir harekâtla uluslararası tepkiler olmadan konunun halledilmesinin mümkün olduğunu, Ada’nın iki üç gün içinde Baf da dâhil tümünün kontrol altına alınabileceğini ancak alınamadığını, ikinci harekâtla Türk hükûmetinin hedefe ulaşabildiğini, üçüncü harekâtın da elzem olduğunu belirtmiş ve nihai hedefin Ada’nın tamamının Türkiye’nin hâkimiyetine alınması olması gerektiğinin de bir kez daha altını çizmiştir. Türkeş; Kıbrıs Adası’nın 308 yıl fiilen, 400 yıla yakın hukuken Türk toprağı olduğunu, Yunanistan’ın ise hiçbir zaman hâkim olmadığını, dolayısıyla da “Neden Türkiye kazandı?” yerine “Neden Yunanistan Ada’nın 2/3’ü kontrol ediyor?” diye sorulması gerektiğini ifade etmiştir.
Türkiye’nin uluslararası sorunlarından ikincisi olan ve kuruluştan itibaren devam eden diğer bir konu Batı Trakya Türkleri sorunudur. Batı Trakya; sadece Dış Türkler çerçevesinde değerlendirebileceğimiz bir konu değildir. Batı Trakya küresel güçlerin rekabet alanı olarak Yunanistan’a bırakılan bir coğrafyadır. Çünkü daha 3 Mart 1878 tarihinde Rusya tarafından Ayestefanos Antlaşması sırasında Büyük Bulgaristan’ın bir parçası hâline getirilmiş ve Akdeniz’e çıkışın bir anahtarı olarak görülmüştür. İngiltere bu tehlikeyi gördüğü için 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşması’nda bu durumu düzelterek Batı Trakya’nın Osmanlı Devleti’nde kalmasını sağlamıştır. Ancak Balkan Savaşlarında Osmanlı Devleti’nin yenildiği görülmesi ile birlikte Batı Trakya nüfusunun %75’i Türklerden oluşmasına rağmen Yunanistan’ın doğal uzantısı tezi ile Yunanistan’a bırakılmıştır. İngiltere bu sayede Yunanistan üzerinden Rusya ve Osmanlı Devleti’ni aslında çevrelemiştir. Atatürk bunu gayet iyi gördüğü için Batı Trakya’yı Misakımillî sınırları içerisine almış ve nüfus mübadelesinde de Batı Trakya Türklerinin değişimin dışında bırakılmasını istemiştir. Ancak Batı Trakya Türkleri günümüzde Lozan Barış Antlaşması'nda garanti altına alınan hakları yok sayılmıştır.
• Türk adının kullanımı
• Türk adıyla örgütlenme engeli
• Türkçe eğitim ve Türk okullarının oranı
• Türk öğretmen sorunu
• Türkçe kitap sorunu
• Din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili kısıtlamalar
• Türklere ait vakıflar sorunu
• Vatandaşlıktan çıkarılan Türkler sorunu
• Siyasi katılım ve temsil sorunu yaşamaktalar.
Alparslan Türkeş’te Misakımillî ruhuna uygun olarak Batı Trakya’ya sahip çıktığı gibi Batı Trakya Türkleri ile de çok yakından ilgilenmiştir. Türkeş; 1923 yılında Batı Trakya Türklerinin %83’ünü Türkler oluştururken Yunanistan hükûmetlerinin baskısı ile durumun tam tersine döndürüldüğünü belirtmiş ve özellikle 1967 yılında Yunanistan’da kurulan cunta hükûmeti ile birlikte Batı Trakya Türklerinin Türkçe isim koymaları dahi yasaklanarak her türlü baskı ve şiddet döneminin başlaması ve 1972 sonrası ise Türk yerleşim yerlerinin isimleri değiştirilmesi ile Yunanistan, Batı Trakya Türkleri için "Müslümanlaşmış Rumlar" tabirini kullanarak Türk olmadıklarını savunmaya başlamıştır. Bunun üzerine 13 Ekim 1972 tarihinde MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş imzalı Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Makamına bir muhtıra verilmiştir. Bu muhtırada; Yunan hükûmetinin BM Anayasa’sı, Lozan ve kendi anayasalarına da aykırı olarak Yunanistan’da yaşayan Türklere yönelik insan hak ve hürriyetlerini yok sayarak baskı ve zulüm yapıldığının altı çizilmiş ve yapılan insanlık dışı uygulamalardan örnekler verilmiştir. Türkeş; Batı Trakya Türklerinin Lozan Antlaşması’nın 37-44. maddeleri ile haklarının garanti altına alındığını ve bu maddelere Yunanistan’ın uymak zorunda olduğunu, Batı Trakya’da yaşayanların Türk olduklarının kabul edilmesi gerektiğinin hatırlatılmasını istemiştir. Alparslan Türkeş, Batı Trakya Türklerinin bilinçli olarak geri bırakıldığını, eğitim öğretim düzeyinin düşük olduğunu, gerekli donanıma sahip öğretmenlerin görevlendirilmediğini, okul kitaplarının Türklere göre hazırlanmadığını, gerekli olan okulların açılmadığını bu sebeple Batı Trakya Türklerinin 1923 seviyesinde bırakıldığının altını çizmiştir. Ayrıca Batı Trakya Türklerinin gayrimenkul almalarının dahi yasak olduğunu, Türkiye’ye en az 6 aylık bir izinle gelebilmelerinin sağlanması gerektiğini, Türkiye’de bulunan ve Batı Trakya’da malları olanların mülklerinin verilmesi gerektiğini, Batı Trakyalı Türklere mutlaka kredi verilmesi gerektiği, Osmanlı Devri’nden kalan Türk vakıflarının mallarını korunması gerektiği, Türk vakıfları aracılığı ile Batı Trakya’da hastane açılması gerektiğini belirterek Türkiye Cumhuriyeti Devleti Dışişleri Bakanlığının hemen harekete geçmesini istemiştir.
Türkiye’nin uluslararası düzeyde bir başka önemli tartışma konusu ise Adalar konusudur. Adalar konusunun üç başlık etrafında şekillendiği görülmektedir. Bunlar;
• Ege Adaları
• 12 Adalar
• Tanımlanmamış ada ve kayalıklar
Ege Adaları; Balkan Savaşları sırasında yani 1912-1913 yıllarında Yunanistan tarafından işgal edilmiş ve 30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması’na göre; Ege Adalarının geleceğinin saptanması büyük devletlere bırakılmıştır. 14 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşması ile de Osmanlı Devleti Ege Adaları dışında Girit’in Yunanistan’a ait olduğunu kabul etmiştir. Büyük devletler ise 13 Şubat 1914 tarihinde almış oldukları kararları gereği; Ege Adalarının Yunanistan’a verildiğini Yunanistan’a bildirmişlerdir. 14 Şubat 1914 tarihinde de Osmanlı Devleti’ne bir nota ile bildirilmiştir. Bu notada; Meis, Gökçeada, Bozcaada ve 12 Ada hariç diğer Ege Adalarının Yunanistan’a bırakıldığı açıklanmıştır. Lozan Antlaşması’nda; 12. madde; İmroz ve Bozcaadaları ile Tavşan Adaları dışındaki adaların Yunanistan’a ait olduğu geçmiş antlaşmalara atıf yapılarak kabul edilmiş ve Asya kıyısından 3 milden az uzaklıkta olan adaların Türk egemenliğinde olduğu belirtilmiştir. 13. maddede ise Yunanistan’a bırakılan bu adalarda hiçbir askerî üs kurulamayacağını iç güvenlik birimleri dışında asker bulunduralamayacağı karara bağlamıştır. 4 ve 6. maddelerde de bu durum açıkça ifade edilmiştir.
12 Adalar ise 1912 tarihli Uşi Antlaşması’nda; İtalya -Trablusgarp Savaşı sırasında işgal etmiş olduğu 12 Adaları Osmanlı Devleti’ne geri verecek ancak Balkan Savaşları sırasında Yunanistan’ın işgal etmemesi için geçici olarak elinde bulunduracaktı, ifadesi ile yer almış ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nın 15. maddesinde; 12 Adalar ve Meis Adası’nın İtalya’ya bırakıldığı belirtilmiştir. İtalya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine 12 Adalar önce Almanya tarafından işgal edilmiş, akabinde İngiltere’nin kontrolüne geçmiştir. Müttefik Devletler; 1947 Paris Antlaşması ile de 12 Adaları Yunanistan’a bırakmışlardır.
Bir diğer tartışma konusu ise Yunanistan’ın sahip olduğu adaları silahlandırması ve askerî üsler kurması sorunudur. Lozan Antlaşması’nda 4 ve 6. maddeler ile 13 maddesinde açıkça yasaklanmasına rağmen Yunanistan bu kararı tanımamaktadır. Lozan’da verilmediği, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 1936 yılında devletin envanterine kaydettirdiği adalar, alenen Yunanistan tarafından bugün işgal edilmiştir. Lozan Antlaşması’nın 15. maddesine ek olarak konulan İtalya’ya verilen 12 Ada ile Rodos ve Meis olmak üzere toplam 14 ada gösterilmiştir. Türk toprağı olmasına rağmen, 2004 yılında işgal ve ilhakı başlayan Yunanistan’a alenen el koyduğu 16 ada ve 1 kayalık, yer almaktadır.Yunanistan bu şekilde Güney Ege bölgesindeki ada sayısını 14’ten 30’a çıkartmıştır. Alparslan Türkeş Adalar konusunu Türkiye’nin ulusal güvenlik stratejisi açısından değerlendirerek uluslararası antlaşmaların uygulanmasını özellikle istemiştir. Çünkü Yunanistan bir taraftan uluslararası antlaşmalara aykırı olarak adaları silahlandırırken diğer taraftan tanımlanmamış adaları işgal etmektedir. Türkeş; “Ege, Adalar, Batı Trakya ve bugün henüz su yüzüne çıkmamış nice meselemizde yapmamız gereken ilk iş, millî ülküleri uzun vadeli planlarla gerçekleştirmeye yönelik bir dış siyasetin tespiti, iç siyaseti ve millî eğitimi de bu hedeflere göre milliyetçi bir felsefeyle ele almaktır…” diyerek yapılması gerekene dikkat çekmiştir. Ayrıca Türkeş adaların Yunanistan’a ait olması ile Türkiye’nin deniz ile olan irtibatını tıkadığına dikkat çekmiştir.
Türkiye için 100 yıldır devam eden ve ulusal güvenlik meselesi olan bir diğer konu ise kıta sahanlığıdır. Kara sularının bitiş noktasından başlayan deniz altındaki devamını ifade eden kıta sahanlığı; kıyıya sahip her devlet için geçerlidir. Ayrıca kıta sahanlığına sahip ülkenin sadece bu bölgedeki canlı cansız doğal kaynakları arama ve işletmede egemen yetkileri vardır; su alanı ve hava sahası uluslararası statüsünü korur. 1958 Cenevre Deniz Hukuku Konferansı'nda kabul edilen Kıta Sahanlığı Sözleşmesi'nin 4. maddesinde bu konu aynen şu şekilde ifade edilmiştir: "Buna göre; sahil devleti, kıta sahanlığı üzerinde araştırma yapmak, doğal kaynakları işletmek bakımından egemen haklarını kullanır." Ayrıca 6. madde de; kıta sahanlığı sınırlandırılması anlaşma ile gerçekleşir. Anlaşma yapılmazsa eşit uzaklık ilkesi uygulanır, denilmiştir.
1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 76. maddesine göre,
her devlet en az 200 deniz mili mesafeye kadar kıta sahanlığına sahip olabilir.
Eğer kıta sahanlığı 200 mil mesafeyi aşıyorsa, kıyı devleti doğal uzantı
gereği bu sahanlığın sona erdiği yere kadar kıta sahanlığını uzatabilir. Ancak hiçbir zaman 350 mili ya da 2.500 metre derinlikten itibaren 100 mili aşamaz. Aynı Sözleşme’nin 121. maddesine göre adaların da kıta sahanlıkları vardır. Ama insan yerleşiminin olmadığı veya kendine ait bir ekonomik yaşamı olmayan kayalıkların özel ekonomik bölgesi ya da kıta sahanlığı yoktur. Bitişik ya da karşılıklı kıyı sahibi olan devletlerin ise kıta sahanlığını anlaşarak sınırlandırmaları gerekmektedir, denilmiştir.
Yunanistan kıta sahanlığı ile ilgili Türkiye'nin karşısında bulunan adalar Yunan ülkesinin ayrılmaz bir parçasıdır ve bu adaları kıta ülkesinden ayırmadan Yunan ülkesini bir bütün olarak ele almak gerekir. Adaların da kıta sahanlığı vardır. Böyle olduğu 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi ile de belirtilmiştir. Bu yüzden kıta sahanlığı sınırlandırılması yapılırken, adaların da kıta ülkesiyle eşit şartlarda ele alınması gerekmektedir, demektedir. Türkiye ise kıta sahanlığının sınırlandırılmasında doğal uzantı esastır. Ege'de bu ilke uygulandığı zaman, buradaki deniz yatağının önemli bir bölümünün Anadolu Yarımadası'nın doğal uzantısı olduğu ve adaların kendi başlarına bir kıta sahanlığı alanına sahip olmadığı görülmektedir. Kıta sahanlığının sınırlandırılmasında hakça çözüm esastır ve bu yüzden Ege kıta sahanlığının sınırlandırılmasında da hakça ilkeler uygulanmalıdır. Ege bir "yarı kapalı deniz"dir ve bu yüzden burada bölgenin niteliğine uygun özel kurallar uygulanmalıdır, demektedir. Bugünkü duruma göre; Ege'nin yaklaşık %28'i Türk karasuları, %35'i Yunan kara suları ve %46.2'si açık denizdir. Eğer kara suları 12 mil olursa, Ege'de Türk kara suları %10, Yunan kara suları %64 ve açık deniz %26 olacaktır.
Alpaslan Türkeş, Ege Deniz’inin deniz dibi jeolojik haritalarının olduğunu, bu deniz dibi haritalarda, Ege Denizi’nin Meriç Nehri ağzından itibaren Girit Adası’na doğru bir yarıkla ikiye ayrıldığını, bu ikiye ayrılan hattın doğusu Türkiye, batısı Yunanistan’a ait olması gerektiğini belirterek Yunanistan’ın 12 mile çıkarma talebinin Türkiye’nin Ege Denizi’nden geçmesinin bile mümkün olmayacağını yani Türkiye’nin bu bölgede hapis olacağını belirtmiştir. Alparslan Türkeş Ege Adaları konusunda yaptığı açıklamada; Türkiye için Ege Adalarının yakın millî hedefler içerisinde olduğuna vurgu yapmış ve bu millî hedefi hiçbir Türk’ün gönlünden çıkarmaması gerektiğini belirtmiştir.
Türkiye’nin kıta sahanlığı ile de ilgili bir başka tartışma konusu ise hava sahası (fır hattı) sorunudur. Türkiye, Yunanistan’ın 1931 yılına kadar 3 mil olan hava kontrol sahasını 10 mile çıkarmasına iki ülke arasındaki iyi ilişkilerden dolayı tepki göstermemiştir. Uluslararası Sivil Havacılık Örgütünün 1952’deki bölge toplantısında, Türkiye Ege kara suları sınırını fır hattı olarak kabul etmesi, Ege Denizi üzerindeki hava sahasının kontrolünü büyük ölçüde Yunanistan’a bırakmıştır. 1974’e kadar bir problem oluşturmayan fır hattı, Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmiştir. Türkiye, 6 Ağustos’ta yayımladığı NOTAM ile yeni bir fır hattı oluşturmuştur. Bu hatta göre; Türkiye yönünde uçuş yapan her uçak Türk kıyılarına 50 mil kala durumunu ve uçuş planını Türk yetkililerine bildirecekti. 1977 yılında Türkiye’nin, Ege hava sahasını Yunanistan ile ortaklaşa kontrolü konusundaki girişimleri Yunanistan tarafından kabul edilmemiş, NATO’nun Türkiye ve Yunanistan ile yaptığı temaslar sonucunda her iki tarafın da daha önceden almış olduğu Ege hava sahası ile ilgili kararları yürürlükten kaldırmaları ile sorun çözülmüştür. Ancak kıta sahanlığında olduğu gibi fır hattında da belirsizlik devam etmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken en çok uğraşılan konu ise Irak-ı Türki ya da Musul eyaleti konusudur. Türkiye Lozan Antlaşması sırasında da en çok bu konu ile uğraşmıştır. Lozan görüşmeleri sırasında ABD’yi yanına alabilmek için Chester Projesi kapsamında Musul petrollerini işletme hakkı karşılığında Lozan’da ABD’nin desteğini almaya çalışmış hatta konuyu BMM’de görüşmüştür. Ancak ABD Orta Doğu petrollerinin %25’ini İngiltere’den aldığı için Türkiye ile anlaşmamıştır. Lozan’da konu halledilemediği için sonraya bırakılmış ve 1924 yılında başlayan görüşmeler sonuç vermeyince konu MC’ye götürülmüş ve MC’yi Musul ve çevresinin Irak’ın bir parçası olduğuna hükmetmiştir. Ancak Türkiye hiçbir zaman bunu kabul etmemiştir. Türkiye ısrarla halk oylaması istemiştir. Fakat çıkan Kürt isyanları nedeniyle 1926 yılında Türkiye Musul ve çevresinin Irak’a ait olduğunu kabul etmiş, ancak 75 km derinlikte çıkabilecek kargaşada Irak merkezî hükûmetinin sorunu çözememesi durumunda müdahale hakkı elde etmiştir. Ayrıca 9 Ocak 1932 tarihli Türkiye-Irak İkamet Mukavelenamesi ile Türkiye vatandaşlarının Irak’ta Irak vatandaşlarının Türkiye’de ikametleri, çalışmaları ve mülk edinmeleri düzenlenerek özellikle Irak Türkmenlerinin Türkiye’ye gelebilmelerine imkân tanınmış ve 29 Mart 1946 tarihli Türkiye ve Irak arasında imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Anlaşması ve Eğitim Öğretim ve Kültür İşbirliği Protokolü ile de Irak Türkmenleri için önemli imkânlar yaratılmıştır. 1991 yılında Körfez krizi çıktığı dönemde Özal'ın, Misakımillî sınırlarımız içinde bulunan Musul ve Kerkük’e Türkiye’nin müdahale hakkını dile getirmesi üzerine Bush, Özal’a “Musul ve Kerkük sizin hakkınız.” demişti. Alparslan Türkeş ise, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a bir mektup yazarak Türkiye’nin bu krizi iyi değerlendirmesi gerektiğini, Musul ve Kerkük'ün kontrol altına alınması için Türkiye’nin gerekli girişimlerde bulunması gerektiğinin altını çizmiş ve Atatürk’ün Lozan görüşmeleri yaşanırken ABD’ye teklif ettiği Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye ait olması, bunun karşılığında ABD’nin petrol işletim hakkını elde etmesi önerisini Alparslan Türkeş Özal’a yapmış ve yapılacak bu çalışmalarda hükûmetin yanında yer alacaklarını da belirtmiştir. Alparslan Türkeş, Musul ve Kerkük konusuna büyük önem vermiş ve Türkiye’nin Irak Devleti ile görüşmeleri sırasında Kerkük Türklerinin kültürel ve insanlık haklarının anayasal güvence altına alınması gerektiğini de belirtmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti için Dış Türkler konusu özellikle 1991 yılından itibaren Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığını kazanması ile başlamış ve günümüze kadar da Türk dış politikasında önemli bir yere sahip olmuştur. Alparslan Türkeş ise Türk dünyası ile ilgilenmeyi bir hayat tarzı olarak benimsediği ve Türk dünyasından birçok dost edindiği için Türkiye dışındaki Türklerin sorunları ve Türkiye’ye yaklaşımları konusunda ciddi bir birikime sahipti. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ile bazı Türk Cumhuriyetlerinin bağımsız olması ve bazılarının ise daha özgürlükçü bir bağımlılık nedeniyle Türkiye ile ilişki kurmak istemesi üzerine Alparslan Türkeş; Türkiye ile Dış Türkler arasında bir köprü görevi görerek çok önemli çalışmalar yapmıştır.
Öncelikle Türkeş, Türk dünyasını tanımlarken Hazar’ın doğusu ve Hazar’ın batısı kavramını kullanarak tüm bu coğrafya da yaşayan Türkler ile ilgilenmeyi bir görev olarak görmüş ve Türkiye’nin Orta Asya da yeni kurulan Türk Cumhuriyetlerine her konuda liderlik etmesinin çok önemli olduğunu belirtmiştir. Türkeş, Türk dünyası ile İran, Arap ülkeleri, Avrupa ülkeleri ve ABD’nin yakından ilgilendiğini belirterek, onların amacının Türk toplumlar üzerinde Rusya’yı sıkıştırmak ve Türk topraklarını sömürmek olduğunun altını çizmiştir. İran ve Arap ülkelerinin ise amacını ideolojik olarak nitelemiştir. Ayrıca Türkeş; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Türk toplumları ile yeteri derecede ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler kuramadığını, özel çabalarla durumun yürütülmeye çalışıldığını, devlet politikası olmadığı için bu çabaların yetersiz kaldığını da dile getirmiştir.
Türkeş, Türkiye’de Türkiye dışındaki Türkleri siyasi olarak konu edinmenin bir korku hâline getirildiğini ve zararlı bir konu olarak görüldüğünü ve bunu savunanların suçlandığının da altını çizmiştir.
Türk Cumhuriyetlerindeki Rus nüfusu ve Rus etkisinin farkında olmak gerektiğini belirten Türkeş, Türk Cumhuriyetlerinde yaşanan son gelişmelerin Türkiye için yeni fırsatlar doğurduğunu ancak buna göre diplomatların hazırlık yapması gerektiğini, Türk Cumhuriyetleri ile ilgili politikalar hazırlarken Turan imparatorluğu isteniyor şeklindeki Pantürkist hareketlerden uzak durulması ve dünya kamuoyunun rahatsız edilmeden politikaların geliştirilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Türkeş, Türk Cumhuriyetlerindeki ideolojik boşluğa da dikkat çekerek, günümüzde dünyanın en ciddi sorunu olan köktenciliğe de vurgu yaparak; Orta Doğu devletlerinin kökten dinciliği bu bölgelerde yaymak istediklerini, Türkiye’nin barışçı, insan haklarına saygılı, kardeşliği esas alan bir din anlayışını bu coğrafya da anlatması gerektiğini belirterek, Türk toplumları ile ilişkilerin geliştirilmesinde bu esaslara dikkat edilmesinin önemini vurgulamıştır.
Alparslan Türkeş tüm bu çalışmaların organize bir şekilde yapılabilmesi için Türkiye’de bir bakanlığın oluşturulması gerektiğini de düşünerek 14 Aralık 1994 tarihinde TBMM’de vermiş olduğu kanun teklifi ile Dış Türkler Bakanlığının kurulmasını da önermiştir. Türkeş bu önerisinde; Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının Batı Avrupa, Suudi Arabistan, Libya ve Kuveyt gibi ülkelerde yaşadıklarını bunlar ile yakından ilgilenmek gerektiğini, Türkistan bölgesindeki Türkleri, Kafkasya Türklerini ve Avustralya’daki Türkleri de göz önüne almak gerektiğini belirterek yurt dışında bulunan Türklerin; dil, dinî ibadet, sosyal adaptasyon ve ekonomik durumları ile ilgili bulundukları ülkelerde ciddi sorunlar yaşadıklarını ve bu sorunlarla aktif olarak ilgilenilmesi gerektiğini belirten Türkeş, İngiltere’de “Foreing and Common Wealth Office”, Fransa’da Department a’outre Mer” “DOM” ile “TOM” gibi kuruluşları bulunduğunu ayrıca Avrupa Birliği, Karadeniz Ekonomik İş Birliği Örgütü, Nafta ve Asya Pasifik ülkelerinin oluşturdukları kuruluşlarla birbirlerini desteklediklerini belirtmiştir. Türkeş, Dış Türkler Bakanlığı aracılığı ile bir taraftan dışarıda yaşayan Türklerin hayat standartlarının düzeltilmesi gerektiğini belirtirken diğer taraftan diğer Türk toplumları ile ilişkilerin geliştirilmesi için çalışmalar yapması gerektiğini dile getirmiştir.
Alparslan Türkeş’in Türk dünyasının bir araya gelmesi, ortak projelerde ve ortak kuruluşlarda bütünleşmesi için başlattığı “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı”nın ilki 21-23 Mart 1993 tarihinde Ankara’da 1300 konuğun katılımı ile toplanmış ve burada Nevruz resmî olarak Türk Bayramı olarak tanımlanmıştır.
Düzenleme Kurulu Onur Başkanı olarak Türkeş bozkurt işaretleri ve Başbuğ Türkeş sloganları ile bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmasında; Türk toplulukları arasındaki yakın iş birliğinin kesinlikle başkalarına zarar vermek amaçlı olmadığını, barış içinde mutluluğun ve refahın sağlanmak istendiğini, Türklerin bulundukları coğrafyalarda komşuları ile barış içinde yaşadıklarını belirtmiş ve Rusya ile ilişkilerin eşit haklar çerçevesinde iç işlerine karışmamak şeklinde olması gerektiğine vurgu yapmıştır. “I. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı” özellikle ortak dil ve ortak alfabe konusuna dikkat çekmiş ve “I. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı”nda “Dünya barışının teminatıyız.” teması ön plana çıkmıştır.
II. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı da 20-23 Ekim 1994 tarihinde İzmir’de yapılmıştır. Basında “Türk dünyasının kalbi İzmir’de atıyor.” şeklinde yer bulan kurultayda Onursal Başkan olarak bir konuşma yapan Alparslan Türkeş, Azerbaycan, Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Kırgızistan’ın katılımı ile “Türk Cumhuriyetleri Yüksek Konseyi”nin kurulması gerektiğini, bu konseye birer yıl olmak üzere ülkelerin cumhurbaşkanlarının sırası ile başkanlık yapabileceğini ve her ülkeden 50’şer kişiden oluşan “Türk Cumhuriyetleri İşbirliği Meclisi”nin oluşturulması gerektiğini ve eşitlik prensibine bağlı olunmasını belirtmiştir.
Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı tarafından düzenlenen ve 30 Eylül-2 Ekim 1995 tarihinde İzmir’de yapılan III. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayında TÜDEV Genel Başkanı olarak Alparslan Türkeş yapmış olduğu açılış konuşmasında Türkeş, Türk milletinin hayat standartlarının yükseltilmesinin ve refah düzeyinin artırılmasının yolunun bilim ve teknolojide çağın yakalanmasından geçtiğini, bu nedenle kurultay da bu konunun ana gündemi teşkil ettiğini, üniversiteler arası öğrenci ve bilim insanı değişim programlarının geliştirilmesi için çalışılacağını, refah seviyesinin yükseltilmesinin Türk toplumlarının hürriyetlerinin de garantisi olduğunu, Türkeş Azerbaycan ve Batı Türkistan devletlerinin petrol ve doğal gazlarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasının çok önemli olduğunu ve bu yönde adımların artırılması gerektiğini belirtmiş ve Türkeş, I. Kurultayda dile getirilen 34 harfli ortak Türk alfabesinin süratle uygulanmaya başlanması gerektiğini, Latin alfabesinin uygulanmasının önemli olduğunun altını çizmiştir. Türkeş, NAFTA, AB gibi teşkilatlardan da örnekler vererek Türk Cumhuriyetleri arasında mutlaka bir ekonomik birlik kurulması gerektiğini belirterek mütekabiliyet, eşitlik ve iç işlerine karışmama prensibine riayet edilmesi gerektiğini hatırlatmıştır. Alparslan Türkeş, günümüze kadar devam eden Azerbaycan topraklarının işgali konusunda uluslararası kuruluşları müdahaleye çağırarak, Ermenistan saldırganlığı dolayısı ile Kuveyt işgal edilince BM’nin Irak’a karşı harekete geçtiğini, aynı hassasiyetin Azerbaycan için de kullanılmasının gerektiğini, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatının ilkelerine göre de mevcut sınırlar ve her devletin toprak bütünlüğünün garanti altına alındığını, bu durumun sadece Avrupa devletleri için geçerli olmaması gerektiğini, Azerbaycan’ın bu işgalinin önlenmesi gerektiğini, barışı koruyan bir devlet olarak bu coğrafyada da barışı sağlamak zorunda olduğumuzu, TBMM’nin bu saldırganlığa karşı Türk Silahlı Kuvvetlerine sınır ötesi harekete izin vermesi gerektiğini, diplomatik yollarla uluslararası topluma konunun hukuki boyutunun anlatılması ve Ermenistan’ın mutlaka saldırganlığının sona erdirilmesi gerektiğini dile getirmiştir.
Alparslan Türkeş’in dikkat çektiği bir başka konu ise Bulgaristan’da Türklere yönelik yapılan uygulamalardır. Alparslan Türkeş, 1985 yılında Bulgaristan’daki Türklere yönelik başlayan asimilasyon ve soykırım nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti hükûmetini uyararak Türklerin soykırıma maruz kalmalarını durdurabilmek için yoğun bir diplomasinin gereğini belirtmiştir. Türkeş 2 milyon Türk’ün Bulgaristan’da BM’nin gözleri önünde soykırıma tabi tutulduğunu, camilerinin yıkıldığını, isimlerinin değiştirildiğini belirtmiş ve Bulgaristan’ın bu uygulamalarının insanlığa karşı yapıldığına dikkat çekmiştir.
Sonuç
Alparslan Türkeş’in Türkiye’nin uluslararası sorunlarına yönelik yapmış olduğu öneriler; bugün emperyalizm ve uluslararası terörizm ile çok yönlü mücadele içerisinde olan Türkiye için oldukça önemlidir. Türkiye’nin uluslararası sorunlarına Türk merkezli yaklaşan ve ulusal güvenlik ekseninde değerlendiren Türkeş, yayılmacı ve ötekileştiren olmamıştır. Alparslan Türkeş’in ortaya koyduğu öneriler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sonsuza kadar yaşayabilmesi için gerekli olan düzenlemelerdir. Türkeş’in bu birikimleri umarım bugünkü siyasetçiler için bir başvuru kaynağı olur.
Bibliyografya
TBMM Arşivi
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 19, C.1, 12 Aralık 1991.
TBMM Tutanak Dergisi, Dönem 19, C.1, 17 Aralık 1991.
Gazeteler
Cumhuriyet gazetesi
Hürriyet gazetesi
Hürriyet gazetesi
Sabah gazetesi
Tercüman gazetesi
Türkiye gazetesi
Yenişafak gazetesi
Tetkik Eserler
ANADOL, Cemal, Alparslan Türkeş Olaylar, Belgeler, Hatıralar ve MHP, İstanbul 1995.
EKŞİ, Rasim, Amerikan, İngiliz ve Fransız Belgelerinde Alparslan Türkeş, İstanbul 2007.
I.Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı, Ankara 21-23 Mart 1993.
II. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı, Ankara 20-23 Ekim 1994.
III. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı, İzmir 30 Eylül-2 Ekim 1995.
IV. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı, Ankara 24-26 Mart 1996.
ORAKOĞLU, Bülent, “Özal, Erdoğan, Musul ve Kerkük”, Yenişafak Gazetesi, 4 Ekim 2017.
SOYDAN, Macit, “Başbuğdan Günümüze Mesajlar”, Yeniçağ Gazetesi, 4 Nisan 2008.
TBMM, Alparslan Türkeş’in TBMM’deki Konuşmaları (Yay. haz. Hüseyin Hüsnü Uğur), Ankara 2009.
TBMM, Alparslan Türkeş’in TBMM’deki Konuşmaları, (drl, Hüseyin Hüsnü Uğur), Ankara 2009.
TEKER, Erdinç, “Alparslan Türkeş ve Bulgaristan Türkleri” http://ajansbkose.blogspot.com.tr /2016/07/alparslan-turkes-ve-bulgaristan-turkleri.html
TÜRKEŞ, Alparslan, “Kıbrıs Yunanistan ve Türkiye”, Töre dergisi, S.39-40, Ankara Ağustos-Eylül 1974.
TÜRKEŞ, Alparslan, Dış Politikamız ve Kıbrıs, Ankara 1979.