SÜLEYMAN HÜSNÜ PAŞA

04 Kasım 2022 14:21 Prof. Dr.Erkan Göksu
Okunma
1313
SÜLEYMAN HÜSNÜ PAŞA

SÜLEYMAN HÜSNÜ PAŞA
Erkan GÖKSU*

Giriş
Süleyman Paşa, başarılı askerî kişiliği, inkılapçılığı, eğitim tarihimize katkıları, tarihçiliği ve Türkçülük fikrinin gelişmesindeki rolü ile son dönem Osmanlı tarihinin önemli şahsiyetlerinden biridir. Ancak Şıpka Kahramanı olarak şöhret bulduğu 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda, mağlubiyetin sorumlusu olarak görülerek Bağdat’a sürülmüş ve burada geçirdiği ıstıraplı yıllar sonunda hayatını kaybetmiştir.
Süleyman Paşa, sadece bir asker olarak cephelerde Sırp, Rum ve Ruslara karşı mücadele etmekle kalmamış, aynı zamanda da kendisinden sonraki kuşaklara geniş ufuklar açan birçok eğitim ve kültür faaliyetine de imza atmıştır.
Bu çalışmada Süleyman Paşa’nın her biri ayrı öneme sahip eserleri, eğitim ve kültür alanındaki faaliyetleri incelenecektir.
1- Süleyman Paşa’nın Hayatı
Süleyman Paşa, 7 Aralık 1838 (20 Ramazan 1254) tarihinde İstanbul’da doğmuştur.  İlköğrenimini çeşitli Mekteb-i İbtidaiyyelerde ve Darü’l-Maarifte yapmış, bu arada Bâyezid Camii’nde Mudurnulu İsmail Efendi’nin derslerine devam etmiştir. 1269 (1853) yılında Maçka Askerî İdadisine giren Süleyman Paşa, üç yıl sonra Mekteb-i Fünun-ı Harbiyyeye başlamış ve buradan 1276 (1861) tarihinde mülazım-ı sani rütbesi ile mezun olmuştur. Süleyman Paşa’nın mülazım-ı sani olarak memur edildiği ilk görev yeri, o sırada Bosna Yenipazar’da bulunan II. Ordunun Beşinci Talia Taburu Dördüncü Bölüğüdür. Daha sonra taburuyla beraber Hersek bölgesine gönderilmiş ve o tarihlerde Hersek ve İşkodra bölgesinde yapılan savaşların hepsine katılmıştır. Bu savaşlarda gösterdiği başarılar üzerine 1278 (1863) yılında mülazım-ı evvelliğe, aynı yıl içinde yapılan Piyelopavliç (Byelopavliç) Muharebesi’ndeki başarısından sonra ise Beşinci Bölük yüzbaşılığına terfi edilmiştir.  Piyelopavliç Savaşı sonrasında İstanbul’a dönen Süleyman Paşa, Sultan Abdülaziz maiyetinde kurulan Rikab-ı Hümayun Saf Piyade Beşinci Bölüğüne nakledilmiş ve bir yıl sonra (1279/1864) bu bölüğün Umur-ı Tahririyyesine (yazı işlerine) memur edilmiştir. 1281 (1866) yılında bu görevine devam ettiği sırada rütbesi sol kolağalığına yükseltilmiştir. Aynı yıl içinde yeniden terfi ettirilerek Âli Silahşoran sağ kolağalığına atanmıştır. İstanbul’da bulunduğu sırada bir taraftan askerî hizmetine devam eden Süleyman Paşa, bir taraftan da Eyüb Mahkemesi Reisi ve devrin saygın ulemasından olan Ahmed Nüzhet Efendi’nin derslerine devam etmiş ve bu değerli âlimden Arapça ve din bilimleri konularında icazetname almıştır. Yine aynı dönemde Akkermanî’nin “İrade-i Cüz’iyye” risalesini Türkçeye tercüme etmiş ve bu eserini 1868’de yayımlatmıştır.  
1866 Ekim’inde (Eylül 1282) Silahşoran lağvedildiğinden açığa çıkarılmıştır. Bir müddet sonra, o sırada Girit’te çıkan karışıklığı önlemesi için İzmir’de toplanan Redif askerlerinin eğitimi ile görevlendirilmiştir. Birkaç ay sonra tekrar İstanbul’a dönmüş ve 1867’de Karahisar-ı Sahip Redif Taburuna binbaşı olarak atanmıştır. Bu sırada büyüyen Girit olaylarını bastırmak üzere taburuyla beraber buraya gönderilmiştir. 1868 yılı sonuna kadar Kandiye bölgesinde gerçekleşen bütün savaşlara katılmış ve Malviz Komutanlığı sırasında eşkıyaların Kandiye’ye yaklaşmasını önlemiş, emrindeki kuvvetleriyle, bölgede o zamana kadar yapılamamış olan başarılı tedip hareketlerinde bulunmuştur. Girit olaylarının bertaraf edilmesinin ardından İstanbul’a dönerek 1869 yılı Şubatında Mekteb-i Harbiye Münşeat Müdürlüğüne, 1870 tarihinde ise yarbaylığa (kaymakamlık) yükseltilmiştir.
Aynı yıl Yemen-Asir’de çıkan olayları önlemek üzere, Fırka-i İhtiyatiye Komutanı Ferik Redif Paşa ile beraber bu bölgeye gönderilmiştir. Buradaki bütün savaşlara katılmasının ardından 1871 yılında albay rütbesini almıştır. Ancak kısa bir süre sonra hastalanarak tedavi görmek üzere İstanbul’a dönmüştür. Tedavisinin ardından İstanbul’a yerleşen Süleyman Paşa, önce Harp Okulu münşeat öğretmenliğine, daha sonra aynı okulda tarih öğretmenliğine atanarak devlet hizmetine devam etmiştir. Süleyman Paşa’nın İstanbul’a yerleşmesi onun için bir dönüm noktasıdır. Zira doktorların tavsiyesi üzerine yüksek bir mahalde, Çamlıca’da kiraladığı köşkün, Yeni Osmanlılar Cemiyetine  mensup ilim, fikir ve sanat adamlarının buluşma yeri olan Abdurrahman Sami Paşa Konağı’yla aynı muhitte oluşu, burada toplanan birçok Osmanlı aydınıyla tanışmasına, hatta bunlardan bazılarıyla dostluk tesis etmesine neden olmuştur. Askerlik görevi sırasında zamanının büyük bir kısmını cephelerde geçiren ve dolayısıyla yurt içindeki gelişmelerden uzak kalan Süleyman Paşa, bu sayede devlet ve millet meseleleri, mevcut ilmî ve fikrî gelişmeler hakkında bilgi edinme fırsatını yakalamıştır. Bu ortam içerisinde Yeni Osmanlıların fikirlerden etkilenerek Yeni Osmanlılar Cemiyete katılmıştır.  1872 tarihinde mirliva (tuğgeneral) olan Süleyman Paşa, Askerî Mektepler İkinci Nazırlığına (Nazır Muavinliğine) ve Ders Nazırlığı görevine getirilmiştir. 1873’te ise Askerî Mektepler Nezareti, tamamen Paşa’nın idaresine verilmiştir.  Bu arada 1871’de atandığı Mekteb-i Harbiye Münşeat ve Tarih Öğretmenliği ve Askerî Mektepler Ders Nazırlığı sırasında hazırlamış olduğu “Mebânîü’l-inşâ” adlı eserini yayınlatmıştır. İki ciltten oluşan bu eser, mektepte okutulmak üzere hazırlanan bir edebiyat kitabı olup, Mekteb-i Fünun-ı Harbiyye-i Şahane Matbaasında 1872 tarihinde bastırılmıştır.



2- Sultan Abdülaziz’in Tahttan İndirilmesi ve Kanûn-ı Esâsî’nin İlanı
Süleyman Paşa’nın adından en çok söz edilen faaliyeti, 1876 tarihinde Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi hadisesindeki rolüdür. Başlangıçta Hüseyin Avnî  ve Midhat Paşalar  tarafından düşünülen hal’ hadisesi, Hüseyin Avnî Paşa’nın planıyla şekillenmiş ve uygulama vazifesi, Askerî Şûra Reisi Redif Paşa’nın tavsiyesiyle Süleyman Paşa’ya verilmiştir. Tahttan indirme işinin Meşrutiyet için yapıldığına inanan Midhat Paşa dışındaki tek kişi Süleyman Paşa’dır. Öyle ki, hal’den sonra, Kanûn-ı Esâsî’nin ilanı konusunda ağır davranan Hüseyin Avnî ve Mehmed Rüşdü Paşa  ile defalarca tartışmış, onları her fırsatta ağır bir dille eleştirmiştir. Süleyman Paşa’ya göre, hal’de esas, İstibdâd’ın sona erdirilmesi ve Meşrûtiyet’in ilanıdır. Hatta hal’den hemen sonra Midhat Paşa’nın meşrûtî idare ve vekillerin sorumluluğu hakkında hazırladığı konuşma metni Süleyman Paşa da dâhil olmak üzere bütün devlet ricali tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Fakat Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa, daha o akşam fikir değiştirerek konuşma metnini tahrife çalışmış ve Mehmet Rüştü Paşa’nın bu hareketi, Hüseyin Avnî Paşa tarafından da destek görmüştür. Bu durum karşısında Hüseyin Avnî Paşa’ya müracaat eden meşrûtiyet taraftarları ve bu tabii ki Süleyman Paşa, Hüseyin Avni Paşa’nın “Bu adam sözünde ısrar ediyor. Ağyâra karşı beynimizde şikâk görünmesin diye hıfz-ı lisan ediyorum; hele biraz sabredin.” sözleriyle karşılaşmışlardır. Hüseyin Avni Paşa’nın Mehmet Rüştü Paşa’yı gizliden gizliye desteklediğini gören Midhat Paşa, “Bu iki müttefik müstebide karşı ne yapalım. Üçümüz birbirimizin kavline uymakla söz vermiştik.” diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir. Süleyman Paşa ise her fırsatta Sadrazam Mehmet Rüştü ve Hüseyin Avnî Paşa’nın tavırlarını şiddetle eleştirmeye başlamıştır. Özellikle Bab-ı Fetva’da toplanan ve vekiller heyetinin dışında Dârüş’ş-şûra Reisi Redif Paşa, Kazasker Seyfettin Efendi, Fetva Emini Halil Efendi’nin de hazır bulunduğu özel toplantıda durumdan duyduğu rahatsızlığı açık bir şekilde ifade etmiştir. Bu meclisin müzakereleri kaydedilmemiş ise de, Süleyman Paşa’nın Hiss-i İnkılâb’da verdiği bilgilere göre Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa’nın “Ehl-i vatanda meşrûtî idareye kabiliyet yoktur. Hürriyet-i ahâlide envâ’ mazarrat mevcuttur… Biz ahâliye bazı müsâadât gösterelim ki onlar devletten hukûkumuzu istihsâl ettik zannetsin. Nefsü’l-emrde ise bir şey vermiş olmayalım.” demesi üzerine, Süleyman Paşa dayanamayarak birdenbire ayağa kalkmış ve Sadrazama hitaben yüksek sesle, “Paşa hazretleri tebdîl-i saltanat hâl-i hâzır istibdâdı muhâfaza için olmadı. Herkes te’mîn-i istikbâl-i millet için bu fedâkârlığı deruhte etti. Bu işi yapanların ne saltanat-ı mahlû’a bir garaz-ı şahsîleri ve ne de şimdikine bir nisbet-i mahsûsaları vardı. Müzâkerata bu dakikaları nazar-ı itibara alarak devam buyurunuz.” demiştir. Mehmet Rüştü Paşa Süleyman Paşa’nın sözlerine aldırmayarak bir yandan meşrûtî idareyi diğer yandan da Meşrutiyet taraftarlarını eleştiren sözlerine devam etmiştir. Bu durum karşısında Midhat Paşa ve Halil Şerifi Paşa gibi Meşrutiyet taraftarları çaresiz kalmışlardır. Bu arada halka imtiyaz verme konusunda Giritliler örnek gösterilmiş ve halka imtiyaz verdikçe daima fazlasını isteyecekleri fikri ortaya atılmıştır. Bunun üzerine Süleyman Paşa yine söz alarak şunları söylemiştir: “Giritlilere vaktiyle o imtiyazlar verilip de sû-i misâl tevârüs edeceğine, devlet terbiyelerinden âciz kaldıysa adadan kâmilen kef-i yed etmeliydi. Bana kalırsa bunlar imtiyâzı devletten değil, şahıstan istiyorlar. Millet Meclisinin vücûdu bu misüllü müstediyâta mahal bırakmaz.”
Müzakereler sırasında Râşid Paşa ile Server Paşa da meşrûtî idare lehinde fikir beyan etmişler. Cevdet Paşa, Saffet Paşa ve Seyfeddin Efendi, Şeyhü’l-İslâm Hayrullah ile Hüseyin Avnî Paşa, Yusuf Paşa, Galib Paşa, Kayserili Ahmed Paşa ve Redif Paşa ya hiç söz karışmamışlar ya da tarafsız kalmışlardır. Rıza Paşa ve Fetva Emini Halil Efendi ise Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa’yı desteklemişlerdir. Meselenin sonuca bağlanması sonraya bırakılmış ise de dâhilî ve haricî sebeplerden dolayı Meclis bu konuyu görüşmek üzere bir daha toplanamamıştır.  Süleyman Paşa, Meşrutiyet taraflısı, inkılapçı ve vatansever hissiyatıyla giriştiği ve en ağır sorumluluğu aldığı bu olaydan sonra yazdığı “Hiss-i İnkılâb” adlı eserinde, hal’ hadisesi ile ilgili olarak, Padişah’a şahsi kin taşıyan Hüseyin Avnî Paşa, Mütercim Mehmet Rüştü Paşa ve Şeyhülislam Hayrullah Efendi’nin ihtiraslarına alet olduğunu üzüntü ve hüsranla dile getirmiştir. Konu hakkında günümüzde yapılan araştırmalar da olayı bu şekilde izah etmektedirler.
Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin ardından Süleyman Paşa ferikliğe (tümgeneral) yükseltilmiştir. Bu arada V. Murat iktidarının hemen başında Osmanlı-Sırp Harbi patlak vermiş ve Süleyman Paşa, Harp Müşaviri sıfatıyla Sofya’ya gönderilmiştir. Daha sonra ise İstanbul’dan gelen emir üzerine Şehirköy bölgesi komutanlığına atanmış ve Rus destekli Sırp ordularına karşı başarılar kazanmıştır. Sırplarla barış imzalandıktan sonra da yeni Padişah II. Abdülhamit’in emriyle, Midhat Paşa başkanlığındaki Kanûn-ı Esâsî Komisyonuna -padişaha vekâleten- atanmıştır. Bir süre sonra Kanûn-ı Esâsî’yi incelemek ve eleştirmek üzere oluşturulan komisyona başkanlık etmiştir.  Süleyman Paşa’nın askerî kuvvetler üzerindeki etkisini tehlikeli bulan II. Abdülhamit, bir süre sonra Paşa’yı merkezden uzaklaştırmak istemiştir. Hatta onu, mesleği dışında bir görevle Arabistan’ın nüfusunu yazmak üzere buraya tayin etmişse de bu görevlendirme Meclis-i Vükelâ tarafından kabul edilmemiştir. Ancak daha sonra Paşa’nın rütbesi müşirliğe (mareşallik) yükseltilerek, Ahmet Muhtar Paşa’nın  yerine Bosna ve Hersek komutanlığına atanmıştır.
Süleyman Paşa, teğmenliğinden mareşalliğine kadar küçük ve büyük 84 savaşa ka¬tılmış ve bu sa¬vaşlarda gösterdiği başarıları neticesinde, çok az askerin ulaşabileceği bir hızla, henüz 38 yaşında iken mareşal olmuştur. Ancak yeni görevinin, padişahın kendisine karşı bir tertibi olduğunu, Abdülhamit’in ona güvenmediğini bilmektedir. Öyle ki, Süleyman Paşa’yı Bosna Hersek Kumandanlığına tayin ettikten sonra, Mabeyn Feriki Said Paşa’yı göndererek, “kendisine sadakatle hizmet edeceğine dair söz vermesini istemiştir.” Daha sonra Şıpka’dan Abdülhamit’e yazdığı mektuptan anlaşıldığına göre, Süleyman Paşa bu ifadeyi büyük bir üzüntüyle karşılamıştır.  Yeni görevinin, kendisine güvenmeyen padişahın bir tertibi olduğunu bilen Süleyman Paşa, görev yerine gider gitmez bölgedeki kuvvetleri düzenlemiş ve Karadağlılara karşı başarılar elde etmiştir.
3- 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve Süleyman Paşa’nın Akıbeti
Bu esnada Rusların Tuna’yı geçerek Balkanlar’a doğru hareket ettiklerini haber almış ve “Edirne ve İstanbul’u Rus tecavüzünden muhafaza için, Çetine hareketinin terkiyle, yanında ve yahut Ali Saib Paşa  maiyetinde bulunan kırk elli taburun Bar tarikiyle Dedeağacı’na aldırılması” lüzumuna dair kaleme aldığı ve İşkodra Fırkası Kumandanı Ali Saib Paşa’ya da imza ettirdiği telgrafname üzerine, iki gün sonra Rumeli cihetine memur olmuş ve maiyetinde bulunan on yedi on sekiz bin mevcutlu kırk dört taburla ve Bar İskelesi tarikiyle, 21 Temmuz 1877 (9 Temmuz 1293)’de Dedeağacı’na gelerek kuvvetlerini Edirne, Tırnova ve Sekbanlı İstasyonu’nda topladıktan sonra 2 Ağustos 1877 (18 Temmuz 1293)’de Rus kuvvetlerinin elinde olan Eski Zağra’yı geri almış ve Rusları Balkanlar’ın gerisine atmıştır. Daha sonra Şıpka’ya hareket ederek meşhur Şıpka Geçidi’ni zorlamış ise de Osman ve Mehmed Ali Paşaların bulundukları yerlerden kımıldanmamaları ve bu arada Rusların Tırnova ve Slovi üzerinden kuvvet takviye etmeleri sonucu başarılı olamamıştır. 1293 Eylül’ü ortalarında (H. 1294 Ramazan’ının sonları) Tuna Umum Kumandanlığına atanan Süleyman Paşa, Plevne’den ümit kesildiği bir sırada 28 Eylül’de Umum Rumeli Harp Orduları Kumandanlığına atanmıştır.  
Süleyman Paşa, Plevne’nin esareti ve Rusların Balkanlar’ı aşmaya teşebbüs etmeleri üzerine Elene’yi boşaltıp Elene ile Tuna Şark ordusundan kırk dokuz tabur asker alarak Orhaniye, Sofya ve Tatarpazarcığı cihetinden düşmanın önünü kesmeye memur edilmiştir. Ancak askerî harekâtı idare etmek üzere umum kumandan sıfatıyla Edirne’de bulunması lazım geldiği ve bunda ısrar ettiği hâlde, kendisine mutlaka Edirne’den çıkması ve telgraf merkezi dahi olmayan Otluk köyüne giderek harekâtı oradan idare etmesi emredilmiştir.  Bunun üzerine Süleyman Paşa, 5 Ocak’ta (24 Kanûn-ı Evvel) Umum Kumandanlığı Serasker Rauf Paşaya terk ederek, Orhaniye’den Otluk köyüne çekilen fırka kumandanlığını deruhte etmek üzere Otluk köyüne gitmiştir. Otluk köyünde bulunduğu sırada Şıpka Kolordusunun esareti haberi gelmiş ve bunun üzerine Hacıoğlu Pazarcığı’na gelerek Edirne’ye çekilmeye başlamıştır. Ancak Dersaadet’ten verilen geri çekilmeme emri, harekât-ı askeriyeyi üç gün geciktirmiş ve bu müddet içinde Şıpka, Hainköy ve İstirayka geçitlerinden ilerleyen Ruslar, hatt-ı ricâtimizi kat’ etmiştir. Bunun üzerine Süleyman Paşa, düşmanın yüz yetmiş bin piyade, altı buçuk fırka süvari ve sekiz yüz toptan mürekkeb kuvvetine karşı ekseri mustahfızdan ibaret yirmi beş otuz bin piyade, bin beş yüz süvari ve doksan toptan ibaret cüz’î kuvvetiyle Rodop Balkanlar’ına çekilmeye mecbur olmuştur. Bu sırada ferik Fu'ad ve Şakir Paşaların aldıkları emrin hilafına hareketle Ruslar karşısında hezimete uğramaları ve İskeçe’ye doğru firar etmeleri üzerine Edirne’yi tutmaya imkân kalmamıştır. İstanmiyaka’ya toplayabildiği kadar kuvvetle Gümülcine’ye çekilen Süleyman Paşa, oradan Karaağaç İskelesi’ne inmiş. Burada fırka ve livaların bir kısmını Dersaadet’e, Çatalca istihkâmatına bir kısmını Yunanistan hududuna, bir kısmını da Kılâ-i Sultaniyye’nin muhafazası için Gelibolu ilerisindeki Bolayır istihkâmına sevk etmiş ve o sırada Bolayır mevkii kumandanlığına tayin olunduğundan, Gelibolu’ya gitmiştir.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı hakkında çalışma yapan birçok araştırmacıya göre, mağlubiyetin en önemli sebebi, padişah tarafından İstanbul’da kurulan Meclis-i Askerînin, savaşın sevk ve idaresi konusunda yaptığı müdahalelerdir. Süleyman Paşa’nın umum kumandan sıfatıyla ifade ettiği haklı görüş ve uyarıların da Meclis-i Askerî tarafından dikkate alınmadığı görülmektedir. Bu durum, Süleyman Paşa ile padişah ve bazı devlet adamları arasında ciddi fikir ayrılıkları ve tartışmalar ortaya çıkarmıştır. Öyle ki, Süleyman Paşa’nın, durdurulamayan Rus harekâtına karşı oluşturulacak nihai savunma hattını Edirne ve Çatalca’da kurma fikrinin, Meclis-i Askerî tarafından kabul edilmemesi, harbin sevk ve idaresi konusunda yapılan son büyük hata olmuş ve Rus kuvvetlerinin Edirne’yi geçerek İstanbul yakınlarına kadar ilerlemesine sebep olmuştur.  Buna rağmen, savaş sonunda mağlubiyetin yegâne sorumlusu olarak Süleyman Paşa görülmüştür. Serasker Rauf Paşa’nın 15 Şubat 1878 (3 Şubat 1293) tarihli yazısıyla “Harp Orduları Umum Kumandanı bulunduğu sıradaki sû-i hâl ve hareketi ve buna benzer konulardan dolayı” tutuklanması emredilen Süleyman Paşa, yapılan “garip muhakeme”  sonrasında, “kendisinin haklı çıkarak, hasmı olan Rauf Paşa’nın mahkûm olması gerektiği hâlde”  suçlu bulunmuş ve altı yıl müddetle Bağdat’a sürülmesi kararlaştırılmıştır. (R. 8 Şubat 1294/ M. 20 Şubat 1879).  Süleyman Paşa, Bağdat’ta büyük sıkıntılar içinde 14 yıl yaşamıştır. Defalarca müracaat etmesine rağmen memleketine dönmesine izin verilmemiş ve yakalandığı ıstıraplı ve amansız bir hastalık neticesinde 7 Ağustos 1892 (26 Temmuz 1308)’de vefat etmiştir.  Musa Kâzım Camii yanında Ebu Yusuf Mescisi haziresine defnedilen Süleyman Hüsnü Paşa’nın kabri, yıllar sonra yaygın kanaate göre Süleyman Paşa’nın “Şıpka Kahramanı” unvanını aldığı 1877-78 Osmanlı Rus Harbi’nin sonunda, hezimetin sorumlusu olarak muhakeme edilmesi ve Bağdat sürülmesinde, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi hadisesindeki rolü başlıca etken olmuştur.  Nitekim Abdülhamit, bu olaya karışan diğer devlet adamlarına olduğu gibi Süleyman Paşa’ya da hiçbir zaman güvenmemiş ve uygun zamanını bulunca tasfiye etmekten çekinmemiştir.  
İbnü’l-emin Mahmud Kemal İnal bu konuda şunları söylemektedir: “Vakâ-yı hâl’in başlıca icrâ memûrlarından olduğu için Süleyman Paşa’yı payitahttan uzaklaştırmak maksadı ile öyle mühim bir zamanda, öyle mühim bir kumandanlığa tayin etmek, Sultan Abdülhamit merhûmun vehmü vesvesesinden mütevellid bir tevcih-i gayr-ı vecihdir.
Süleyman Paşa kumandanlığa elyak ve gireceği harpte muvaffak olsun olmasın, o cihetin -fıtraten mütevehhim iken birbiri üstüne vaki olan iki hal’den amcasının uğradığı musibet-i azîmeden gözü korkarak büsbütün vehm-i mücessem kesilmiş olan- şehriyâr-ı vesvesekâr nazarında ehemmiyeti yok. Onun ehemmiyet verdiği cihet, Süleyman Paşa -böyle karışık bir zamanda- payitahtta ve Mekâtib-i Askeriye Nezâretinde bulunup da amcası merhuma yaptığını kendine de yapmaya kalkışması ihtimalidir. Bazı emsali gibi Paşa’dan da hiçbir suretle emin olamadığı için ona tevcih ettirdiği kumandanlık ve Müşîrlik, bilahare -halkın deyimi ile- ‘ocağına incir ağacı dikeceğine’ işaret idi.”
Süleyman Paşa’nın akıbetinde etkin olan diğer bir sebep de Süleyman Paşa’nın Kanûn-ı Esâsî’nin ilanı konusunda sarf ettiği gayret ve ısrarcı tutumudur.  Öyle ki, Abdülhamit’in Kanûn-ı Esâsî’nin ilanı konusunda çıkardığı güçlükler karşısında ümitsizliğe düşüldüğü bir sırada ortaya atılan Süleyman Paşa, Sırbistan Muharebesi’nin ardından Abdülhamit’le bir görüşme yapmış ve bu görüşmede padişahı âdeta tehdit ederek Kanûn-ı Esâsî’yi ilana mecbur etmiştir.  İlginçtir ki, Abdülhamit’in Osmanlı-Rus Harbi’nin son safhasında verdiği Süleyman Paşa’nın tutuklanma kararı ile Meclisi tatil etme kararı aynı zamana rastlamaktadır.  Nitekim 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın, mağlubiyetin kaçınılmaz olduğu son safhasında Bolayır Kumandanlığına atanan Süleyman Paşa, buradan Mabeyn-i Hümayûna, Başvekâlete, Harbiyye ve Bahriyye Nezaretlerine 7 Şubat 1878 (26 Kanûn-ı Sani 93) tarihli bir telgraf çekmiştir. Bu telgrafın bir nüshası Zaman gazetesi muharriri ve Selânik Mebusu Mustafa Bey’in eline geçmiş, o da bu telgrafı Meclis-i Mebusanda okumuştur. Dönemin halet-i ruhiyyesi ve Süleyman Paşa’nın infialini açıkça ortaya koyan bu telgraf şu şekildedir: “On beş günden beri birçok tehâlikle mükerreren istediği iki zırhlı vapur yetiştirilmezse kılâ-yı sultaniyyeye Rus askerinin geçtiği haber-i fecî‘i alınacağı; iki güne kadar zırhlı gönderilmezse kendimi kumandanlıktan müsta‘fî add edeceğim ve din ü vatan karındaşlarımı gözümün önünde eli bağlı düşmana teslime razı olmayacağım… Ey Mebusan, Meclis-i kirâm! Selamet-i maddiyye ve maneviyelerini te‘mîn etmek ve hukûk-ı insaniyyelerini vekâye ve muhâfaza etmek maksadıyla otuz milyon halkın bize havâle etdikleri emr-i vekâletin derece-i cesâmeti bir fikr-i amîk ile te’ümmül ve tedkîk buyurulursa dağların, kayaların tahammülü fevkinde olduğu görülür. Çünkü bu kadar mahlûk-ı ilâhinin burada bulunan yüz mebusun mürüvvet ve merhametine tevdî‘ eyledikleri hukûk-ı beşeriyyelerini almazdan geldiği kadar muhâfaza maazallah derece-i tesâhül ve ahlâfımıza devr olacak tarih-i insaniyetde bizim için levm ve nefret ve huzur-ı rabbi’l-âleminde bais-i mes’ûliyetdir.
Vekâletimizin bu nokta-i mühimmesi her mebûs-ı hamiyyetiminden nokta-i naazarından bir dakika tebâüd etmez itikâdında müttefikiz. Şu mukaddimeyi bast etmekden maksâd: bu millet-i muazzamanın şan ü şerefini ve cah ü namusunu muhâfaza için girişdiğimiz şu muhârebe-i hâ’ileden kasd etdiğimiz neticeyi istihsâl için ihtiyar ana ve babalar umûmlarında nâ’il oldukları veled-i kulbîlerini takbîl ile muhâfaza-i vatana göndermişlerdir. Ve o vatan gençleri vatan uğruna silaha sarılarak sevine sevine dârü’l-harbe koşuşmuşlardır. Ne çare, kumandanların kumandalarına müdâhale edildiği için şu zikrettiğimiz vatanın genç yaşlı yüz bin kişinin al kanlarıyla Rumeli kıtası kırmızı renge boyanarak en sonra millet ve vatan-ı azizimiz bu felâkete, bu dahiyye-i hâileye uğramış ve mal ve can şöyle dursun, şeref ve haysiyeti yaralar bir sûrette akvâm-ı vahşiyye tarafından telef edilmişdir. Memleketimizde bulunan müvekkillerimizin ağzından ve hal-i hayatlarında bizden farkı olmayıb halet-i sükûnu sada-yı hayatlarından daha müthiş olan bu yüz bin kişinin ervâhının lisân-ı hâlinden şu sûretle hitâb olunmaktayız:
Milletimizin vekilleri! Padişah-ı azâmımız, birinci emelinin müttehimlerin muhâkemesi olduğunu nutk-ı hümâyûnlarında fermân buyurdular. Muhâkeme için Divân-ı Harb teşkil buyurularak muhâkemeye başladılar. Siz de padişahınıza ve vatanınıza sadâkat edeceğinizi yemin ile te‘mîn ettiniz. Ancak ervâhımızın dahi müttehim zannettiği büyük kumandanlar hakkında hala bir tahkîkat ve tedkîkatda bulunmuyorsunuz.”  
Telgrafın Mecliste okunmasından sonra büyük bir hareketlilik başlamıştır. Mebuslar, Serasker Rauf ve Bahriye Nazırı Said Paşa’nın azledilerek mahkemeye sevk edilmelerini istemişlerdir. Durumdan endişelenerek padişahın huzuruna çıkan Rauf Paşa, “Süleyman Paşa’nın gönderdiği telgrafın Meclisi altüst ettiğini” ifade etmiş ve zaten Süleyman Paşa hakkında iyi niyet beslemeyen Abdülhamit’i Paşa’ya karşı iyice kışkırtmıştır. Bunun üzerine durumdan iyice rahatsız olan Abdülhamit, Meclisin dağıtılmasını ve Süleyman Paşa’nın tutuklanmasını emretmiştir.  Süleyman Paşa, 21 Nisan 1878 (9 Nisan 1294) tarihinde tutuklu bulunduğu Taşkışla’da başlayan sorgulamaya haklı birçok sebep göstererek itiraz etmiştir. Ancak savunması, ifadeleri ve çeşitli istek ve görüşleri dikkate alınmamış, bunun üzerine Süleyman Paşa, sorulara cevap vermeyeceğini ifade etmiştir. Divan-ı Harp, yargılamanın yazılı olarak yapılması yoluna gitse de Süleyman Paşa bu şekilde bir sonuca ulaşamayacağını anladığından bu davranışından vazgeçmiş ve kendisine sorulan soruları cevaplandırmıştır.  
Muhakeme kayıtları incelendiğinde, mahkeme heyetinin Süleyman Paşa’ya karşı tavrı açıkça belli olmaktadır ki, bu tavır mahkeme sonucunu daha başından belirlendiğini göstermektedir. Bu duruma dikkat çeken Namık Kemal, Menemencizade Rifat Bey’e gönderdiği 3 Eylül 1877 tarihli mektubunda Süleyman Paşa’nın 93 Harbi sırasındaki faaliyetlerini “…himmetleri ve maharetlerini gördükçe, hakkında Nefî kadar mübalağalı kasideler söyleyip de Harabât’ı tamir edeceğim geliyor.” sözleriyle övmekte ve muhakeme öncesinde “O adamın hıyaneti, hatta hatası olmasa gerektir; fakat kable’l-muhakeme hüküm veremeyeceğim.” demektedir. Namık Kemal’in muhakeme sonrasındaki değerlendirmesi şu şekildedir; “Süleyman Paşa muhakemesini okudum. Bî-çarenin lisanına hiç fütur gelmemiş harpte medar-ı galebe şiddet ise, muhaverede hilmdir. Pek makul davranıyor, pek makul söylüyor. Şahitlere şaşmak gerekmez. Benim aleyhimde de Erkân-ı Harb Rifat’i Fuad Paşa hafidi Hikmet’i, İsmail Bey’i şahit diye göstermemişler miydi. Zannederim ki bu şahitler de benim şahitlere benzer…” “Süleyman Paşa’nın berâet-i zimmeti, her akl-ı selim nazarında tebeyyün etti; bundan sonra ne yaparlar ise yapsınlar; fakat yapmayacaklar gibi görünür…”  
2- Süleyman Paşa’nın Eğitim ve Kültür Alanındaki Faaliyetleri
Yazılı evrakından ve özel bir defterde bulunan kayıtlardan anlaşıldığına göre Süleyman Paşa, askerlik hizmeti sırasında toplam 84 savaşa katılmış ve bu sa¬vaşlarda gösterdiği başarıları neticesinde, çok az askerin ulaşabileceği bir hızla, henüz 38 yaşında iken müşîr (mareşal) olmuştur.  Ancak Süleyman Paşa’nın Türk tarihindeki yeri, bu askerî başarılarıyla sınırlı değildir. Devletin içerisinde bulunduğu kötü durumun kaynağını cehalet, hükûmetin cahiller elinde olması ve halkın hak ve vazifelerini bilmemesinde gören Süleyman Paşa, elinden geldiği ve rütbesinin müsait olduğu derecede eğitim ve kültür faaliyetlerine yönelmiştir.
a) Eserleri
Süleyman Paşa, Darü’ş-şafaka ve Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslamiyyenin (İslam Öğretim Derneği) kurucularından olduğu gibi Darü’ş-şafakada uzun süre ders vermiş ve bu derslerde okutulmak üzere “İlm-i Hal-i Sagir” (Küçük İlmihal), “İlm-i Hal-i Kebir” (Büyük İlmihal) ve “Sarf-ı Türkî” (Türkçe Dil Bilgisi) adlı eserleri kaleme almıştır.
Bu eserlerden “İlm-i Hal-i Sagir” ve “İlm-i Hal-i Kebir”, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiyyenin teklifi ile Darü’ş-şafaka yönetimi ve ders nezaretini üzerine alan paşanın din dersi kitabı olarak hazırladığı eserlerdir. Birincisi 1871, ikincisi 1873’te yayımlanan bu eserlerin en büyük özelliği, sade bir dilin kullanılmış olması ve Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerden kaçınılmasıdır. Yusuf Akçura, Rüşdiyede iken okuduğu ve ezberlediğini söylediği İlm-i Hal’in dil bakımından sadeliğini şu örnekle izah etmektedir: “Mesela Allah’ı tarif ederken: Birdir, kendisinin hiç ortağı ve yardımcısı ve benzeri yoktur; dünyada gördüğümüz ve bildiğimiz şeylerden hiçbiri ona benzemez. Anadan, babadan, oğuldan, kızdan, karıdan, uykudan, uyuklamaktan, yemeden, içmeden, gülmeden, ağlamadan, sevinmeden, yerinmeden berîdir… der.”    
“Sarf-ı Türkî” ise, alanında çığır açan bir Türkçe gramer kitabıdır. Süleyman Paşa bu çalışmasına, o güne kadar Kavâid-i Osmaniye, Sarf-ı Osmanî vb. adlarda hazırlanan dil bilgisi kitaplarının aksine ilk defa “Sarf-ı Türkî” adını vererek, Türk milletinin dilinin Türkçe olduğunu, “Osmanlı” tabirinin bir siyasi terim olarak devlet veya toplumu ifade edip, Türk dili ve edebiyatı için kullanılamayacağını savunmuştur. Süleyman Paşa bu görüşünü, “Talim-i Edebiyat” adlı bir eser yazmış olan Recaizâde Mahmud Ekrem’e yazdığı mektupta da açıkça dile getirmiştir.  
Sarf-ı Türkî’nin kaleme alındığı yıllarda ilan edilen Kanûn-ı Esasî’nin 18. maddesinde , “devletin resmî dilinin Türkçe olduğu”nun zikredilmesi ve “devlet hizmetinde çalışacak kişilerin bu dili bilmek zorunda olduklarına” dair bir hükmün getirilmesinde, zaten Kanûn-ı Esâsî komisyonunda bulunan Süleyman Paşa’nın Türk dili ile ilgili görüşlerinin etkisi olduğu muhakkaktır. Eserin daha sonraki yıllarda Türk aydınları üzerinde de büyük etkide bulunduğu bilinmektedir.
Süleyman Paşa, Mekteb-i Fünun-ı Harbiyyede edebiyat ve tarih öğretmenlikleri sırasında da “Mebânîü’l-İnşa” (Düzyazının Temelleri) ve “Tarih-i Âlem” (Dünya Tarihi) adlı eserlerini kaleme almıştır. Bunlardan Mebânîü’l-İnşa, Arapça, Farsça ve Fransızca edebiyat ve literatür kitaplarından ve çeşitli edebiyat yazarlarından faydalanılarak iki cilt hâlinde hazırlanmış bir edebiyat kitabıdır.  Süleyman Paşa bu eserde diğer edebiyat kitaplarından farklı olarak, öğrencilere kahramanlık ve cesaret aşılayacak, vatan ve millet sevgilerini artıracak sade ve anlaşılır çağdaş edebî metinlere yer vermiştir. Bu durum, Mebânîü’l-İnşa’yı “Avrupaî metotla, ancak tam bir milliyetçi ve Türkçü görüşle yazılan ilk edebiyat kitabımız.”  hâline getirmiştir. Ancak Süleyman Paşa’nın eserinde çağdaş edebî metinlere yer vermesi, çeşitli tenkitlere yol açmıştır. Bu konuda Cevdet Paşa’nın görüşleri şu şekildedir:
“… Böyle yeni te’lif olunan kitap¬larda eslâfın âsârından misâl getirmek lâzım iken Süleyman Bey muâsırının kelâmlarından misâller getirdi. Hattâ kitâbının mukaddimesinde kelâmı dört mertebeye taksîm ile birinci mertebesini Ali Paşa’nın bir tezkîresiyle temsil etti. Bu tezkîre ise Ali Paşa’nın en aşağı derecede bulunan âsârındandır. Hâlbuki Süleyman Bey hadd-i zâtında ezkiyâdan bir zât ise de ulûm-ı edebiyyeyi yoluyla tederrüs etmeyip şundan bundan ahz ile bu kitâbı te’lif eylemiş olduğundan bunda çok hataları görüldü. Ma’a-hâza şive-i ifâdesi dahi usul-i ma’rufe-i inşâmıza çendân muvâfık değildir ve fenn-i inşânın esâsi ilm-i belâgat olduğu hâlde anın bu ilimde bıda’ası olmadığından çok yerlerde esâsdan hâriç şeyler yazmıştır. Bu kitab ise mekteblerde okutturulmak üzere tab’ ettirilmiş olduğundan nev-resîdegân-ı mekteb-i edebî bu yolda habt ü hatadan vikaaye için anlara medâr-ı teyakkuz ve intibâh olabilecek bazı ma’lumât itâsına lüzum görülmekle Ta’dil-i Mebânîü’l-İnşa nâm risâleyi yazdım…”
Süleyman Paşa’nın en önemli eseri olan “Tarih-i Âlem” ise, o zamana kadar Türkçe yazılmış olan tarih kitaplarından hem metot hem de içerik bakımından tamamen farklıdır. Süleyman Paşa’nın, Abdülaziz’in son zamanlarında Serasker Rauf Paşa’nın isteği ile kaleme aldığı bu eserin ön sözünde “Askerî okullarda okutulan Tarih-i Umumi dersleri yabancı dillerden aynen aktarılması yüzünden, İslam kaideleri ve millî ahlaka aykırı düşüyordu. Ayrıca Eski Çağ bölümlerinin pek az kısımları çevrilmiş olduğu için şimdiye kadar maksada uygun bir sonuç elde edilememişti… İslam gelenek ve inançlarına ve Doğu’ya ilişkin olaylara çok geniş ve ayrıntılı surette yer verilerek kaleme alınmasına cüret ettiğim bu kitap …” ifadeleri kullanılmış  ve böylece eserin kaleme alınmasındaki amaç açıkça belirtilmiştir.  
Başlangıçta “Tarih-i Âlem”in planı çok geniş düşünülmüş ve eserin “İlkçağ” kısmı, 1876’da V. Murat Dönemi’nde yayımlanmıştır. Ancak Süleyman Paşa’nın ömrü, eserin orta çağ ve son çağ bölümlerini tamamlamaya yetmemiştir.  Eserin hemen başında yararlanılan kaynakların listesi verilmiş, daha sonra ise uzun bir mukaddime ile ilm-i arzdan bahsedilmiştir.  Verilen listeye göre eserin hazırlanması sırasında De Guignes’in “Hun Tarihi”, Raymond’un “Tatar Tarihi” adlı eserleri ve Ebu’l- Gazi Bahadır Han’ın “Şecere-i Türkî”si gibi Batı ve Doğu kaynakları bunmaktadır. Bu bakımdan, Tarih-i Âlem, Batı’da ortaya çıkan Türkoloji araştırmalarından istifade edilerek yazılmış ilk Türkçe eser hüviyetini taşımaktadır. Eserin en önemli özelliği ise Türk tarihinin ilk çağlarına ilk defa geniş yer ayrılmış olmasıdır. Nitekim bu zamana kadar yazılmış dünya tarihlerde Avrupa’da okutulan kitaplar taklit edilmiş ve dolayısıyla Türklerin İslamiyet’ten önceki dönemlerine çok az yer ayrılmışken (bütün eserin 1/20’si), ilk kez bu eserde kitabın 1/7’sini kapsayan ve 144 sayfa olan yedinci bölüm, eski Türklerden bahsetmektedir. Bu bölümde Türklerin en eski atalarının Hunlar olduğu ve Oğuz Han’ın Hun Devleti’nin büyük hükümdarı Mete ile aynı şahıs olabileceği zikredilmiş, Türkler hakkındaki önyargılı ve menfi iddialara yer verilmemiştir.  Tarih-i Âlem de yayımlandığı dönemde büyük yankı uyandırdığı gibi, daha sonraki dönemlerde de Türk aydınları üzerinde de etkili olmuştur. Namık Kemal ve Cevdet Paşa’nın Tarih-i Âlem hakkındaki görüşleri dikkat çekicidir. Namık Kemal’in Süleyman Paşa’ya yazdığı mektup şu şekildedir:
“Paşamız, İltifatnamenizi aldım. Meşâgil-i malûmenin kesretine diyecek yok fakat zannederim ki bendenizin meşguliyetim daha galibdir. Meşguliyetin nedir diye sual buyurursanız evvela otuz sekiz dereceye mütekârib sıcak saniyyen her biri arı kadar milyon sivrisineğin salisen müsamatın her birinde bir isilik veya eski Türkçeye göre ısılık mevcud olduğundan su içmek çamaşır değiştirmek la-yenkat’ kaşınmak nişadır ruhu koklamak uyuyacak bir zaman ve mekân aramak postamın mektuplarını yazmaya bile güç ile güç vakit bırakıyor. Mamafih şayia yine mümkün olduğu kadar ilerledi. Buna dair Rıfat’ın mektubuna bazı tafsilat yazdım ondan anlarsınız. Tarih-i Umûmî pek güzel olmuş şüphelendiğim bazı yerlerini tatbik ettim. Sinin ve şuhûr ve eyyam ve esami gibi telifin maksad-ı aslisi olan hususlarda mürettib hatası bile göremedim. Baki ne diyeyim.”  
Cevdet Paşa ise Süleyman Paşa’ya yazdığı iki mektupta Tarih-i Âlem’i övgüye değer bir eser olarak nitelemekte, ancak bazı küçük düzeltmeler yapılmasını rica etmektedir.
Özellikle Türkçülük fikrinin doğuşu ve gelişmesinde önemli yeri olan “Tarih-i Âlem”, 1875’te Paris’te toplanan Coğrafya Kongresinde de ikinci rütbe bir madalya almıştır.  Ancak Süleyman Paşa’nın bu önemli eseri, Divan-ı Harpteki muhakemesinin ardından askerî mektepler ders programından kaldırılmış ve yasaklanarak mevcut nüshaları toplatılmıştır.  Mekteb-i Harbiye Matbaası bodrumunda çürümeye terk edilen Tarih-i Âlem, İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde Mekteb-i Harbiye Nazırı olan Tevfik Paşa tarafından 1911 yılında yeniden yayınmanmıştır.  Süleyman Paşa’nın bir diğer eseri de “Hiss-i İnkılâb yahud Sultan Abdülaziz’in Hal’i ile Sultan Murad-ı Hamis’in Cülusu” adlı eserdir. Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesi, sarayın kuşatılması, V. Murat’ın tahta oturuşu gibi hadiselerin anlatıldığı bu eser, Süleyman Paşa’nın oğlu Sami Bey tarafından 1326 (1911) yılında Tanin Matbaası’nda basılmıştır.  Daha sonra ise küçük kızı Mediha Gezgin tarafından “İnkılâb Hissi yahud Sultan Abdulaziz’in Tahttan İndirilmesi ile Beşinci Murad’ın Tahta Çıkarılması” adıyla, 1953’yılında İstanbul’da yeni harflerle yayımlanmıştır. Süleyman Paşa bu eserin muhtelif yerlerinde de Türk milletinin zekâ, fazilet ve kabiliyeti hakkında derin inancını belirtmiştir.  Namık Kemal’in isteği ile kaleme aldığı harp hatıralarından oluşan “Umdetü’l Hakayık” ise 6 ciltten oluşan büyük bir eserdir. Eserin başında “Sahib-i Eser Süleyman Paşa’nın Terceme-i Hali” verilmiştir ki bu hâl tercemesi, Süleyman Paşa Muhakemesi’ndeki ile aynıdır. Daha sonra “ifade-i müstensih” başlığı ile 1928 yılında eseri yayımlayan Süleyman Paşa’nın torunu Semuhi Bey’in verdiği bilgiler yer almaktadır. Karadağ Muharebeleri ile başlayan, Osmanlı-Rus Savaşı da dâhil olmak üzere paşanın katıldığı küçük büyük bütün savaşlar hakkında bilgi veren “Umdetü’l-Hakayık”ın muhtelif yerlerinde mükemmel haritalar verilmiştir.  Eserde bahsedilen savaşların sevk ve idaresinde bizzat bulunan önemli bir kumandanın kaleminden çıkmış olması hasebiyle harp tarihi bakımından önemli bir eser niteliğindedir.  
Ziya Gökalp, Süleyman Paşa’nın “Esma-yı Türkiye” (Türk İsimleri) adlı bir eserinden de bahsetmektedir.  Ancak Yusuf Akçura’nın verdiği bilgilere göre, bu eserin Süleyman Paşa’ya ait olmadığı anlaşılmaktadır.
b) Eğitim Alanındaki Faaliyetleri
Süleyman Paşa’nın eğitim ve kültür alanında yaptığı en büyük hizmetlerden biri de gerek Darü’ş-şafaka ve gerekse askerî mekteplerde gerçekleştirdiği reform niteliğindeki düzenlemelerdir. Bu düzenlemelerin başında ders programlarının tanzim edilmesi gelmektedir. 1873 yılında Darü’ş-şafaka idari işleri ve ders nezareti görevi sırasında tanzim ettiği program şu şekildedir:
Birinci sene dersleri           
1-    Nev Usûl Elifba
2-    Kur’an-ı Azîmü’ş-şân
3-    Şerâit-i salavât
4-    Esmâ-i Türkiye
5-    Hesâb-ı amelî
6-    Fevâid-i mes’ellimîn
7-    Hüsn-i Hat-ı Türkî
8-    Jimnastik
İkinci Sene Dersleri
1-    Kur’an-ı Azîmü’ş-şân
2-    Sarf-ı Türkî
3-    İlm-i Hâl-i Sagîr
4-    Hesâbdan İmal Erba’a-yı ma’-küsûrat
5-    Talîm-i Farısî
6-    Muhtasar Coğrafya-yı Umûmî
7-    Lügât-ı Selâse
8-    Usûl-i İmlâ
9-    Hüsn-i Hat-ı Türkî
10-    Tersîm-i Hutût
11- Jimnastik
Üçüncü Sene Dersleri
1-    Sarf-ı Arabî
2-    İlm-i Hâl-i Kebîr
3-    Coğrafya-yı Umûmî
4-    Mükemmel Hesâb
5-    Fransızca
6-    Mukaddemât-ı Hendese
7-    Usûl-i İmlâ   
8-    Kavaid-i Farısi ve Nasihatü’l-hükkâm
9-    Hüsn-i Hat-ı Türkî
10- Jimnastik
    
Dördüncü Sene Dersleri
1- Hesâb: Muâmelat
2- Coğrafya-yı Osmanî
3- Nahv-ı Arabî
4- Mebâdi-i Tarih-i Tabiî
5- Kavâid-i Osmanî
6- Hendese
7- Fransızca
8- Gülistan
9- İmlâ
10- Resim
11- Jimnastik

Beşinci Sene Dersleri           
1-    Kimya (cild-i evvel)           
2-    Hikmet (cild-i evvel)       
3-    Tarih-i tabiî           
4-    Coğrafya-yı Husûsi       
5-    Haber-i Âdî           
6-    Usul-i Defteri (cild-i evvel)   
7-    Fransızca                    
8-    Kitâbet               
9-    Zübdetü’l-beyân           
10-    Mantık               
11-    Resim               
12-    Jimnastik               
12- Resim
13- Jimnastik
Altıncı Sene Dersleri
1- Kimya (cild-i sani)
2- Hikmet (cild-i sani)
3- Tarih-i Tabiî, (cild-i sani)
4- Hendese-i Mücessime
5- Usul-i Defteri (cild-i sani)
6- Devlet-i Aliyyenin Ticaret ve Ziraat ve Sanayi’ Coğrafyası
7- İmlâ
8- Fransızca
9- Kitâbet
10- Adâb-ı Sadâd
11- Tarih-i Osmanî

Yedinci Sene Dersleri           
1-    Kimya (cild-i salis)   
2-    Hikmet (cild-i salis)
3-     Tarih-i Tabiî (cild-i salis)
4-    Usûl-i Defterî (cild-i salis)       
5-    Hendese               
6-    Usûl-i fıkh               
7-    Kıta’ât-ı Hamsenin Ticaret Coğrafyası               
8-    Kitâbet: Mebânîü’l-İnşa (cild-i evvel)               
9- Hukûk-ı milel    ve Gölge
10- Kozmografya           
11-    Makine (cild-i evvel)       
12-    Drama               
13-    Fransızca                 
14-    Jimnastik



Sekizinci Sene Dersleri
1- Kimya (cild-i rabi’)
2- Hikmet (cild-i rabi’)
3- Tarih-i Tabiî (cild-i rabi’)
4- Makine (cild-i sani)
5- Usul-i Defteri (cild-i rabi’)
6- Tercüme-i Ahvâl
7- Usul-i Din: İlm-i Kelam
8- İhtiraat-ı İlmiyye
9- İlm-i Servet
10- Kavânin-i Hariciyye
11- Hendese-i Resmiyye-i Menâzır
12- Mebânîü’l-inşa (cild-i sani)
13- Fransızca
14 Tahtît-i Arazi
15- Jimnastik
Süleyman Paşa’nın disiplin ve askerî terbiyenin temellerini attığı askerî mekteplerde yaptığı düzenlemeler de dikkat çekicidir.  Askerî okullarda edebiyat ve tarih öğretmenlikleri zamanında dil, edebiyat ve tarih derslerini metot ve içerik bakımından ileri bir seviyeye getirdiği gibi, gerek ders gerekse umum nazırlığı döneminde imtihan usulleri ile ilgili düzenlemeler yaparak yazılı imtihan usulünün yerleşmesini sağlamıştır. Erkân-ı Harb sınıfının heyet, taksim-i arazi ve mimari derslerinin Avrupa usulüne göre yenilenmesi ve bunun için Belçika’dan muallimler getirilmesini sağlamış, Erkân-ı Harb sınıfı ders programına makine-i ali ve şimendifer inşası derslerinin ilave ettirmiştir. Yine bu dönemde, Mekteb-i Fünun-ı Harbiyye piyade ve süvari sınıfı programlarını Fransa’daki “Saint Cyr” okulu, Topçu sınıfı derslerini de Prusya Topçu Mektebi programı esas alınarak yeniden düzenlenmiştir. Aynı mektep piyade ve süvari sınıflarının tahsil süreleri dört seneye yükseltilmiş ve topçu ve mühendis sınıflarından Erkân-ı Harb seçilmesi usulü uygulanmaya başlanmıştır. Mekâtib-i İdadiyye-i Askeriyye ders programları da “lise” yani “idadiye” programları üzerine tanzim edilmiş, ayrıca bu okullardaki Fransızca dersi artırılmıştır. Süleyman Paşa’nın, eğitim alanındaki faaliyetleri bunlarla sınırlı kalmamıştır. Askerî İdadîlere öğrenci yetiştirme konusunda görülen eksikliği gidermek amacıyla Askerî Rüştiyeler tesis ederek, eğitim tarihimizde unutulmaz bir isim bırakmıştır.  İstanbul’da dokuz, Şam ve Bağdat’ta da birer Askerî Rüştiye açtırarak, ders programlarına Fransızca dersini koydurmuştur. Bu okullara, her millet ve mezhepten öğrenci kabulü usulünü de Süleyman Paşa başlatmıştır. Sami Bey’in verdiği bilgiye göre Süleyman Paşa bu usulü, Kanûn-ı Esâsî’nin ilk ilanından, yani 1876 yılından önce vazetmiş ise de o zaman tebaa-yı müslime tarafından rağbet gösterilmemiştir. Bunun için Süleyman Paşa gazetelere şu ilanı vermiştir:
“Mekâtib-i Askeriyye Nezâretinin taht-ı idaresinde bulunan Askerî Rüşdiyelere tebaa-yı gayr-ı müslime etfâlinin dahi kabulü usûl-i mütehazze icâbından olduğu hâlde bu sene tebaa-yı merkûmeden mekâtib-i mezkûreye kayd olunan şâkirdanın mikdarı pek cüz’î olması usûl-i mezkûrenin vaktiyle gazetelerle ilan olunmamasından dolayı dehâlet arzusunda bulunacakların bit-tabiî âdem-i vukûfuna haml olunmakta bulunması cihetiyle bu bâbdaki müddetin yani Mekâtib-i Rüşdiyye’ye şâkird kabulü zamanının ta’dîli lazım gelerek yani Kanûn-ı Evvel-i Rûmînin on üçüne ve Kanûn-ı Evvel-i Efrencînin yirmi beşine kadar gerek tebaa-yı gayr-ı müslime ve gerek müddet-i sâbıkanın inkızâ’sından dolayı duhûlü sene-i âtiyyeye ta’lîk edilmiş olan tebaa-yı müslime etfâlinden mekâtib-i mezkûreye şakird kabul olunabileceğinden dehâlet arzusunda bulunanların lazım gelen malûmât-ı ibtidâiyyeden imtihân vermek üzere zîrde esâmî ve mevâkii muharrer Askerî Rüşdiyelerin müdîrlerine mürâcaat etmeleri lazım geleceği ilân olunur. ”
Süleyman Paşa’nın bir diğer önemli düzenlemesi de Askerî İdadî ve Harbiyede ders verecek öğretmenlerin yetiştirilmesi konusundaki çalışmalarıdır. Süleyman Paşa, hemen hemen bütün derslerin ümera ve zabitan tarafından veriliyor olmasını, bu subayların aslî askerlik vazifelerini olumsuz yönde etkilediğini düşünmüş ve askerî mekteplerde ders verecek öğretmenler yetiştirmek için “Menşe-i Muallimîn Mektebini” açmıştır. Ancak “Menşe-i Muallimîn” iki sene kadar devam etmiştir. “Menşe-i Muallimîn”in tek öğrencisi olan Defter-i Hakanî Nazırı Mahmud Esad Efendi’nin 31 Temmuz 324 (13 Ağustos 1908) tarihli Tercüman-ı Hakikat gazetesinde verdiği bilgiye göre, “Zülüflü İsmail” Paşa’nın bir jurnali üzerine bu önemli mektep kapatılmıştır. Menşe-i Muallimîn Mektebinin nizamnamesinden anlaşıldığına göre, bu okulda on bir çeşit öğretmen yetiştirilecektir. Bunlar; 1- Sınıf-ı Sani Ressamlığı ve Topografya, 2- Edebiyat-ı Türkiye; 3- Ecnebî Lisanı, 4- Tarih, 5- Coğrafya, 6- Riyâziyye-i Âdiyye, 7- Sınıf-ı Evvel Ressamlığı, 8- Riyâziyye-i Âdiyye Tatbîkâtı, 9- Riyâziyye-i Aliyye, 10- Riyâziyye-i Aliyye Tatbîkâtı, 11- Ulûm-ı Tabî’iyyeden Hikmet, Kimya ve Mevâlid öğretmenlikleridir. (Madde: 1) Mektebe kabul olunacak öğrencilerin, Menşe-i Muallimin İdadîsinde gösterilecek dersleri vermiş ve giriş sınavında başarılı olmaları gerekmektedir. Giriş sınavında başarılı olan öğrenciler, kabiliyetlerine göre zikrolunan öğretmenliklerden birinin vazifelerini öğrenmek için ayrılacak ve her bir ders için mevcut notun yarısından az not alanlar sınıf geçemeyecek, üçte birinden az alanlar ise okuldan atılacaklardır. (Madde: 2-3) Okulun tahsil süresi ise şu şekilde belirtilmiştir: Edebiyat-ı Türkiyye, Lisan-ı Fransevî, Coğrafya, Tarih, Riyâziyye-i Âdiye, Sınıf-ı Sani Ressamlığı ve Topografya öğretmenlikleri için ikişer ve Riyaziyye-i Adiyye Tatbikatı ve Riyaziyye-i Aliye öğretmenlikleri için üçer ve Sınıf-ı Evvel Ressamlığı ve Riyaziyyat-ı Aliyye Tatbikatı ve Ulum-ı Tabiiyye öğretmenlikleri için de dörder sene. (Madde: 4)  Menşe’-i Muallimîn Nizamnamesi’nden anlaşıldığına göre, mektebin bir İdadî safhası olup, Menşe-i Muallimîn İdadisinde dört yıl eğitim ve öğretim alan öğrenciler, belirlenen şartlara uygun olmaları hâlinde fünûn muallimliği derslerine devam etmek üzere Menşe-i Muallimîne kabul edilmektedir. Menşe-i Muallimîn İdadisinin nizamnamesinin ilk maddesinde bu mektebe alınacak öğrencilerin Osmanlı tebaasından olması şart koşulmuştur. Nizamnamede ayrıca okulun yatılı olmadığı, gündüz eğitim verileceği, on sekizden küçük,  yirmi beşten büyük olmayan öğrencilerin alınacağı da zikredilmiştir. Bunların dışında öğrencilerin ikametleri ve daha önceki tahsil durumları hakkında bilgileri içeren belgeler, öğrenimlerine bir engel veya hastalığının olmadığına, gerekli aşılarının yapılmış olduğunu bildirir doktor onayı şartları da aranmaktadır.
Nizamnamenin diğer maddelerinde öğrenim zamanı, tatiller, müfredat ve program hakkında açıklamalar yer almaktadır. Dikkat çeken diğer bir husus da Menşe-i Muallimin İdadîsine kaydolunacak öğrencilere, devam ettikleri “cami-i şerif derslerini terk etmemek” şartının konulmasıdır. Nizamnamenin 9. maddesinde ise Menşe-i Muallimin İdadîsi öğrencilerinin dördüncü sene imtihanını verdikten sonra tahsillerinde görülen özellik ve kabiliyete göre sınıflarına ayrılarak, bu sınıflara mahsus giriş sınavına alınarak başarılı olduğu halde Menşe’-i Muallimîne kabul olunacakları zikredilmektedir. Menşe-i Muallimîn İdadîsinin ders programı da şu şekildedir: “Birinci yıl: İlm-i Hesab, Coğrafya-yı Umûmî, Kitabet, Muhtasar Tarih-i Umûmî, Fevaid-i Osmani, Kavaid-i Farısi, Gülistan, Ecnebi Lisanı dersleri
İkinci yıl: Usul-i Cebir, Hendese-i Cedide, Coğrafya-yı Osmani, Ecnebi Lisanı, Kitabet, Resim Hattı dersleri
Üçüncü yıl: Hendese-i Cedide, Müselsat-ı Müsteviyye, Logaritma, Ecnebi Lisanı, Kitabet, Resim, Drama dersleri
Dördüncü yıl: Mevaid-i Selase, Hendese-i Resmiyye, Menazır Ve Gölge, Kozmografya, Hikmet, Kimya, Ecnebi Lisanı, Resim dersleri
Beşinci yıl: Kimya, Ecnebi Lisanı, Cer-i İskal, Mevad-ı Selase, Mebânîü’l-İnşa, Resim, Drama dersleri. ”
c) Diğer Kültür Faaliyetleri ve Şairliği
Süleyman Paşa’nın çeşitli bilimlere ait kitap tercüme ve telif edenlere mükâfat ve nişan vermek üzere çıkardığı nizamname de bu alanda verimli bir dönemin yaşanmasına sebep olmuştur. Kitap tercüme ve telif edenlere yüz liradan üç yüz liraya kadar mükâfat ve bir de Mecidî veya Osmanî nişanları verilmesine dair “Mükâfat Nizamnamesi”nin çıkarılmasından hemen sonra başlayan çalışmalar sayesinde Türk ilim âlemine birçok telif ve tercüme kazandırılmıştır.  Mükâfat Nizamnamesi Nizamnamesi’nde telif ve tercüme olunacak kitapların ulûm-ı riyaziyye ve tabiiye, fenn-i harb, topculuk ve istihkâmat bilimleri, lisan ve tarih ve Mekteb-i Fünun-ı Harbiyyede ve İdadilerde okutulması gereken, asker ve subayların işine yarayacak her türlü eserin mükâfat kapsamına alındığı görülmektedir.  Süleyman Paşa’nın fazla bilinmeyen diğer bir yönü de şairliğidir. Bursalı Mehmet Tahir’in verdiği bilgiye göre “Hüsnî” mahlasıyla şiirler yazan Süleyman Paşa’nın bir beyti şu şekildedir:
 “Hırs ü âz ashabına vermez kesel şugl-i cihan
Bârı arttıkça beşaşet gösterir hamâllar”  
Yine Bağdat’tan Mehmet Nafi’ye gönderdiği bir mektubunda da Arapça yazılmış bir şiiri yer almaktadır.
Sonuç
Süleyman Paşa’nın daha kırk yaşlarında iken, dönemin siyasi ve askerî karışıklığına kurban edilerek unvanlarının alınması ve sürgüne gönderilmesi, her bakımdan büyük bir kayıptır. Zira kılıcını cephelerde Sırplara, Rumlara ve Ruslara karşı yılmadan savaşmak; kalemini milletine, özellikle Türk Harbiyelisine millî tarih şuuru kazandırmak ve dilini öğretmek yolunda kullanmış; böylece hayatını maarife, hürriyet mücadelesine, Türklüğün yükselmesine adamış bu büyük fikir ve faaliyet adamı, ömrünü sürgünlerde tüketmek zorunda kalmıştır.  Süleyman Paşa’nın akıbeti, bütün millet nazarında büyük üzüntüye sebep olmuştur. Süleyman Nazif, kabrin başında okumak üzere bir de küçük risale hazırlamıştır.  Yine 1968 yılında Irak ve Afganistan’ı ziyaret eden beşinci Cumhurbaşkanı’mız Cevdet Sunay’ın, Süleyman Paşa’nın kabrini ziyaret etmesi de Süleyman Paşa ve onun Türk gençliğine tanıtılması “gecikmiş bir borcun ödenmesi” olarak değerlendirilebilir. Nitekim 1968’den bu yana Süleyman Paşa hakkında yapılan araştırmaların sayısı artmış, mezarının ana vatana getirilmesi için resmî çalışmalar yapılmıştır.   Çalışmamızı, Süleyman Nazif’in bu büyük fikir ve faaliyet adamı hakkında ifade ettiği şu satırlarla bitirmek istiyoruz:
“Evvela bütün millet Süleyman Paşa’ya âşıktır. Ölüme cepheden dik nazarlarla yürümüş olan birçok kahramanın Süleyman Paşa’ya ağladıklarını hepimiz gördük. Felakete düçar edildiği zaman çocuktum. Fakat en küçük teferruatına kadar hatırımdadır. Pederimin dostları bizim evde toplandıkça bu meseleyi hasbihâl ederek Süleyman Paşa’nın felaketinin bir felaket-i milliye olduğunu söylerlerdi. Bunların hepsi ciddi ve vakur adamlardı.”
“Bu âlim ve fedakâr Türk’e bir kısım muasırları pek çok fenalık etmişti. Korkarım ki gelecekler de nankörce bir unutkanlıkla bu zulümlere edebiyyen katılır, ortak olurlar.”
“Süleyman Paşa her mücadeleden alnı açık olarak çıkmıştır. Utanmak bir vazife ise yalnız muarızlarına terettüb eder.”
“Vatanını, milletini, tarihini seven her Türk, bu büyük Türk’ten saygıyla bahsedebilir ve etmelidir. Biz bugün kimsesiz bir kahramanın on sekiz yıl önce vatanın kalbinde bir yara gibi açılmış olan perişan kabirlerini düzenlemeye teşebbüs etmekle, o yarayı da -fakat bir parça utanma ile- sarmış olacağız.”
Kaynaklar
Ahmed Saib, Son Osmanlı Rus Muharebesi, Hindiye Matbaası, Mısır, 1327 (1911).
Ahmet Cevdet Paşa, Tezakir 40-Tetimme, Yay. haz., Cavid Baysun, Ankara, 1991.
Akçura, Yusuf, Türkçülüğün Tarihi, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1998.
Akçura, Yusuf, Türkçülük, Toker Yay., İstanbul, 1990.
Akşin, Sina, “Siyasal Tarih”, Türkiye Tarihi, C.III., (Yay. Yön. Sina Akşin), İstanbul, 1997.
Ayın, Faruk, Cumhuriyet Döneminde Türkçülük Hareketleri, Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara, 1998.
Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1971.
Baykal, Bekir Sıtkı, “93 Harbi Esnasında Muhtelif Tavassut ve Sulh Şayiaları ve Teşebbüsleri”, Belleten, V/19, Temmuz 1941, s. 351-395.
Baysun, M. Cavid, “Muhtar Paşa”, İ.A., C.VIII., s. 516-532.
Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, C. II., haz. Mustafa Tatcı-Cemal Kurnaz, Ankara, 2000.
Danişmend, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. IV., İstanbul, 1961.
Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi,  III Cilt, İstanbul, 1974.
Gencer, Ali İhsan, “Hüseyin Avnî Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XVIII.
Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, haz. Mehmet Kaplan, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara, 1986.
Gökbilgin, Tayyib, “Midhat Paşa”, İ. A., C. VIII.
Haydaroğlu (Polat), İlknur, “Süleyman Paşa’nın Kanûn-ı Esâsî Tasarısı”, Şerafettin Turan Armağanı, Elâzığ, 1996.
Herbert, W. Von, Plevne Müdafaasında Bir İngiliz Zabitinin Hatıraları, çev. N. Artam, Ulus Basımevi, Ankara, 1938.
Heyd, Uriel, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, (çev: Kadir Günay), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1979.
Hüseyin Raci Efendi, Tarihçe-i Vaka-i Zağra (Zağra Müftüsünün Hatıraları), haz. Ertuğrul Düzdağ, Terc. 1001 Tem. Eser. İstanbul (Tarihsiz).
İbnü’l-emin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C. I-II, Dergah Yay., Üçüncü Baskı, İstanbul, 1982.
Karal, Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, C.VII., TTK Yay., Ankara, 1983.
Keçecizade İzzet Fuad Paşa, Kaçırılan Fırsatlar, Gen. Kur. Basımevi, Ankara, 1987.
Kili, Suna- A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985.
Köprülü, Fuad, Edebiyat Araştırmaları, Ankara, 1986.
Kuran, Ercüment, “Serasker Hüseyin Avnî Paşa”, Türk Kültürü, C.V/58, (Ağustos 1967).
Kurat, Yuluğ Tegin, “1877-78 Osmanlı Rus Harbinin Sebepleri”, Belleten, XXXVI/103.
Küççük, Zeynel Abidin, Osmanlı Askerî Salnamelerine Göre Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti ve Harbiye Nezareti Teşkilatı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kırıkkale, 2002 .
Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, 2000.
Mardin, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998.
Mehmed Hulusi, Niçin Mağlup Olduk? 1877-78 Osmanlı-Rus Seferi, Avrupa Cihetindeki Harekat, Sancakcıyan Matbaası, İstanbul, 1326 (1911).
Mehmed Süreyya, Sicilli-i Osmânî Yahûd Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye, C. I-III, İstanbul, 1308.
Midhat Paşa, Midhat Paşa’nın Hatıraları- Hayatım İbret Olsun (Tabsıra-ı İbret), C. I., Yay. Haz. Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yay., İstanbul, 1992.
Mordtmann, J. H., “Hüseyin Avnî Paşa”, C.V/I., İslam Ansiklopedisi, MEB Yay., İstanbul, 1993.
Orkun, Hüseyin Namık, Türkçülüğün Tarihi, Ankara, 1977.
Öztuna, Yılmaz, Bir Darbenin Anatomisi, İstanbul, 1987.
Sedes, İ. Halil, 1877-78 Osmanlı Rus ve Romen Savaşları, Askeri Matbaa, İstanbul, 1940.
Sungu, İhsan, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, Tanzimat I, 2. Baskı, İstanbul, 1999.
Süleyman Hüsnü Paşa, Hiss-i İnkılap, İstanbul, Tanin Matbaası, 1326 (1911).
Süleyman Hüsnü Paşa, İlm-i Sarf-ı Türkî, İstanbul, 1293 (1876).
Süleyman Hüsnü Paşa, İnkılâb Hissi Yahud Sultan Abdulaziz’in Tahttan İndirilmesi ile Beşinci Murad’ın Tahta Çıkarılması, Yay. haz: Mediha Gezgin, İstanbul, 1953.
Süleyman Hüsnü Paşa, Tarih-i Âlem, Mekteb-i Harbiye Matbaası, İstanbul, 1327 (1911).
Süleyman Hüsnü Paşa, Umdetü’l-Hakayık, C.I-VI, Matbaa-yı Askerî, İstanbul, 1928.
Süleyman Paşa Muhâkemesi, Yay. haz. Süleyman Paşazade Sani Bey, Askerî Matbaa, C. I, İstanbul, 1928.
Tansel, Fevziye Abdullah, “Süleyman Paşa ile Namık Kemal’in Münasebat ve Muhaberatı”, Türkiyat Mecmuası, C. XI, s.131-152.
Tansel, Fevziye Abdullah, Namık Kemal’in Mektupları, IV Cilt, TTK Yay., Ankara, 1967-1986.
Tevetoğlu, Fethi, “Büyük Türkçü Süleyman Paşa”, Türk Kültürü, Yıl.VI., Sayı.70. (Ordu Özel Sayısı), Ağustos 1968.
Tevetoğlu, Fethi, Süleyman Paşa, Kültür ve Turizm Bak. Yay., Ankara 1988.
Tural, Sadık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Yıllarında Edebiyatımızda Türkçülük Akımı (1909-1920), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Ankara Hacettepe Üniversitesi, 1978.
Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, III. Cilt 5. Kısım (1793-1908), Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Yay., Ankara, 1978.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “Şıpka Kumandanı Süleyman Paşa’nın Menfâ Hayatına Dair Bazı Vesikalar”, Belleten, XII/45, Ocak 1948, s. 207-221.