Türkiye’nin Demokrasi Mücadelesinde Darbeler: (15 Temmuz Darbe Girişiminin 6. Yıl dönümü)
PROF. DR. SALİM GÖKÇEN:
“Bugün 15 Temmuz Demokrasi ve Millî Birlik Günü dolayısıyla Türk demokrasi tarihinde darbelerin demokrasiye etkileri üzerinde duracağız. Türk demokrasi tarihinde önemli hususlardan birisi kavram meselesidir. “Darbe” ve “ihtilal” gibi kavramlar toplumumuzda sürekli olarak karıştırılmıştır. Genellikle yanlış olarak, aynı olaylar için kullanılan bu iki kavramın birbirinden çok farklı anlamlar ihtiva ettiğini bilmemiz gerekiyor. “Darbe” bir grubun bir zümrenin ya da bir askerin yönetimi demokrasi kuralları dışında ele geçirmesi anlamına gelir. “İhtilal” ise yönetimi ele geçirmenin yanında rejimi de değiştirmek anlamına gelmektedir. Bu bağlamda ihtilale karşılık olarak 1789 Fransız İhtilali, 1917 Bolşevik İhtilali gibi hadiseleri örnek verebiliriz. Bu arada İkinci Meşrutiyet’in oluşum sürecini de bir bakıma ihtilal olarak değerlendirmek mümkündür. Çünkü bu hadise ile halkın, toplumun talep ve istekleri doğrultusunda baskı ile rejimin de değiştiğini görüyoruz. Bir bakıma İkinci Meşrutiyet’in ilanı da aslında Türk demokrasi tarihinde bir çeşit ihtilal anlamı taşıyor. Ama bunun dışında darbe dediğimiz hususu, özellikle demokrasilere ara veren, demokrasileri sonlandıran ve milletin iradesini bir tarafa bırakarak iktidara gelme kavgasının verildiği bir zorlama hareket tarzı olarak ifade etmekte fayda vardır.
Ülkemizde askerî müdahaleler tarih boyunca kimi zaman ordunun kurumsal olarak bazen de yüksek rütbeli subayların kendi başlarına inisiyatif alarak sivil yönetime el koyma girişimleri şeklinde ortaya çıkmış hadiselerdir. Bunlardan bazıları başarıya ulaşmış bazıları ise hükûmete yapılan bir uyarı olarak kalmıştır. Türk demokrasisinin, Tanzimat’tan itibaren 180 yıl gibi uzun bir geçmişi olmasına rağmen hâlâ kurumsallaşamadığını söylemek mümkündür. Hiç şüphesiz Türk demokrasisinin kurumsallaşamamasının nedenlerinden biri olarak meydana gelen askerî müdahaleleri gösterebiliriz. Yönetime el koyma çabaları sonucunda ortaya çıkan müdahaleler, bugünkü mevcut sorunlara çare bulamadığı gibi bu sorunları daha da derinleştirmiş ve bireyi, toplumu ve devleti birbirine yabancılaştırmış hadiselerdir. Yalnızca devlet adamları ve politikacıların değil milletin zihninde de derin travmalar yaratmış olaylardır. Millî iradenin önündeki en büyük engellerden biri olarak görülen askerî darbeleri, resmî olan ya da olmayan kişi ya da kişilerce veya her iki kesimce ani olarak anayasal olmayan yollarla hükûmetin devrilmesi ve iktidara el koyması olarak tanımlayabiliriz. Başka bir deyişle darbeyi, bir toplum mühendisliği olarak toplumu zorla darbeye ikna etme çabası olarak da ifade etmemiz mümkündür. Hangi gerekçeyle kimin veya ne adına yapılırsa yapılsın hangi şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin darbe şiddeti içeren totaliter bir eylemdir. Darbe, bireyin gelişimi ve saygınlığı, toplumsal barış, hak ve özgürlükler, hukuk, demokrasi, sosyal, kültürel ve ekonomik kalkınma önünde çok büyük bir engel teşkil eder.
Bu olumsuzluklara rağmen tarihte darbenin cenderesinden geçmeyen hemen hemen hiçbir toplum kalmamıştır. İnsanlık tarihinin en eski siyasi problemlerinden biridir darbe kültürü. Yalnızca Türk demokrasisinin değil tüm insanlığın ortak sosyal gerçeklerinden biri olmuştur. Darbeyi bir gelenek olarak, bir kültür olarak ifade etmek aslında bir bakıma darbeye meşruiyet kazandırmak anlamına gelir. Bu nedenle “gelenek” ifadesini kullanırken biraz daha temkinli olmakta fayda var diye düşünüyorum. Bunun yanında Türkiye, 98 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli darbe girişimlerinin bulunulduğu bir ülke olmuştur. İşte en son yaşadığımız 15 Temmuz’dan sonra bir de denizci albayların bildirilerine tanık olduk. Bunun yanında Avrupa’da bu darbe geleneğinin 1970’lerde Yunanistan ve en son 1980’lerde İspanya’da yapılan darbe ile ortadan kalktığını görüyoruz.
Darbe ve darbeler tarihine baktığımızda ise; çok fazla detaya inip olayları incelemeyeceğiz ancak darbe, insanlık tarihi kadar eski bir husustur. Çünkü darbe dediğimiz şey aslında bir bakıma iktidar kavgası ve ilk darbe hadisesi ise Hz. Âdem’in çocuklarından Kabil’in Habil’e yapmış olduğu darbedir. Bu hadiseyi bir darbe olarak ifade etmemiz mümkün. Aslında bu olay, kadına ve kurbana dayalı bir kardeş kavgası gibi görünse de bu kavga, iktidar olmanın, siyasal gücü elinde tutmanın ve sürdürebilmenin bir kavgasıdır. Bu olay aynı zamanda haset ve kıskançlık duyguları ile insanlığın işlediği ilk siyasi cinayettir. Zaten tarihte siyasi cinayetler çoğunlukla ya darbelere zemin hazırlamakta ya da darbelerden sonra yeni düzeni olağanlaştırmak ve meşrulaştırmak için işlenmektedir.
Demokratik bir sistemde demokrasi ile darbe yan yana gelmemesi gereken iki sözcüktür. Çünkü demokraside herhangi bir kişinin, grubun ya da bir zümrenin değil her zaman millî iradenin çıkarları önce gelir. Böyle bir sistemde de darbenin yeri yoktur. Oysa demokrasinin tarihine baktığımızda durum hiç de öyle değildir. Tarih boyunca seçim yoluyla kendilerini iktidara taşıyamayacağını düşünen kişi, zümre ya da gruplar darbe yoluyla kendilerini iktidara taşımanın yollarını aramışlardır. Bu kitleler darbeyi her zaman hem iktidara gelmede hem de çıkarlarını korumada kolay bir araç olarak görmüşlerdir.
Darbe girişimlerinin Osmanlı kökenlerine baktığımız zaman bunların gerçekleşme sebeplerinin duraklamaya sebep olan hadiseleri ortadan kaldırmak amacıyla modernleşme çabalarından rahatsız olan ya da yeniliklerin kendi menfaatlerini engelleyeceğini düşünen kesimler tarafından ki, bunlar özellikle yeniçeriler olmaktadır, yapıldığını görüyoruz. Şunu da söylemekte fayda var. Yeniçeriler niçin sürekli olarak Osmanlı Devleti’nde bu tür hareketlerin içerisinde bulundular? Osmanlı ordu sistemi üzerinde durmayacağım ancak konunun anlaşılabilmesi için şunu da ifade etmekte fayda var diye düşünüyorum, en azından yeniçerilerin bu durumunu anlayabilmek için. Yeniçeriler, Osmanlı ordu sistemi içerisinde evlenmesi yasak olan, dolayısıyla çocuk sahibi olmayan, herhangi bir işle uğraşması menedilen, ticaret yapması engellenen, bunun yanında toprak sahibi olamayan, gelirleri sadece savaşlardan elde edilen ganimetler olan bir ordu sınıfıdır. Nihayetinde Osmanlı Devleti’nin Duraklama Dönemi ile birlikte, daha doğrusu savaşlardan sürekli olarak yenik ayrılması ile beraber savaş ganimetlerinden uzak kalan bu kesim, yani yeniçeriler, gelirleri ortadan kalkınca sürekli olarak memnuniyetsizliklerini dile getirmeye başlamışlardır. Hem toprak sahibi olmak hem askerlik dışında başka işlerle de uğraşabilmek için sürekli olarak kazan kaldırdıklarını, isyan ettiklerini, hoşlarına gitmeyen bir devlet adamını görevden aldırmak için çeşitli isyan hareketleri içerisinde bulunduklarını görüyoruz. Şunu da söylemekte fayda var. Osmanlı padişahlarının üçte biri, yani 12 padişah darbeye maruz kalmış bu şekilde değişmiş ya da öldürülmüştür Genç Osman gibi. Nihayetinde Osmanlının bu yenileşme çaba ve gayretlerinin temelinde yatan ana sebep askerî alanda meydana gelen yenilgiler sonrası hem idari hem de ekonomik alanda yeni düzenlemelerin yapılması gerektiğine dair bir inancın ortaya çıkmasıdır.
Osmanlı Devleti’nde çok sayıda askerî isyan vuku bulmuştur. Bunlardan ilki Fatih Sultan Mehmet Dönemi’nde “Buçuk Tepe İsyanı” ismiyle anılan bir isyan girişimidir. Hem bu hadise hem de Osmanlıda meydana gelen diğer isyanlar, çoğu zaman yeniçerilerin maaşlarının artırılması, hayat şartlarının iyileştirilmesi ve bazı devlet yetkililerinin makamlarından uzaklaştırılması veya oralara istedikleri kişilerin getirilmesi gibi amaç ve gerekçelerle ortaya çıkmıştır. Bu isyanların bazıları ile padişahlar tahtlarından indirilmişlerdir. Ancak Osmanlıda meydana gelen her isyan iktidar değişikliği ile veya başka bir ifade ile mevcut padişahın halledilmesi, yerine Osmanlı hanedanından başka birinin tahta çıkartılması ile sonuçlanmamıştır. Osmanlı Dönemi’ndeki darbelerle anlatılmak istenen merkezi iktidarı temsil eden padişah ya da sadrazamların şiddet yoluyla değiştirilmesidir. Meydana gelen bu hadiseleri sırası ile şu şekilde ifade edebiliriz: “Genç Osman Vakası, Patrona Halil Ayaklanması, Kabakçı Mustafa İsyanı, Abdülaziz’in tahttan indirilmesi, İkinci Meşrutiyet’in ilanı ki biz bunu hem darbe hem de ihtilal anlamı taşıyan bir olgu olarak değerlendiriyoruz. 1909’da meydana gelen 31 Mart Vakası, Babıali Baskını” gibi hadiseleri de Osmanlı Devleti’nde meydana gelen vakalar olarak sıralamak mümkündür.
Bunların dışında irili ufaklı birçok hadiseden de elbette ki söz edilebilir. Ancak demokrasinin olgunlaşmaya başlamasıyla beraber Genç Osmanlıların bu konudaki yoğun istek ve talepleri, Birinci Meşrutiyet’e giden yolu hazırlamış, kısa süreli bir demokrasi deneyiminin ardından tekrar 30 yıl süreyle aynı yönetim şeklini tekrar kazanabilmek amacıyla verilen mücadele ve nihayetinde İkinci Meşrutiyet’in ilanı. Bu dönemde kısmen de olsa çok partili hayatın yaşandığını görebiliyoruz. Cumhuriyet Dönemi’nde 1945’lerden sonra çok partili hayatı başlatıyoruz ancak İkinci Meşrutiyet Dönemi’ni de çok partili hayatın ilk denemeleri olarak saymamız mümkündür. Çünkü o dönemde İttihat ve Terakki dışında Osmanlı Ahrar Fırkası, Hürriyet ve İtilaf Fırkası gibi diğer birçok fırkanın kurulduğunu görmekteyiz. Her ne kadar çağdaş demokrasi uygulamalarının dışında biraz daha ilkel demokrasi uygulamalarını görmüş olsak da bunlar aslında demokrasimizin gelişmesi için çok önemli basamaklardı. Bu aşamalardan geçilerek böyle bir süreç yaşanmıştır ve bunun da Türk demokrasisinin olgunlaşmasında çok önemli adımlar olduğunu söylememiz mümkündür.
Cumhuriyet Türkiye’sinde meydana gelen darbeleri ise ki, biz bunu 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi ile başlatıyoruz. Cumhuriyet’in kuruluş düzeni ve sistemi içerisinde orduya yüklenen bir misyon vardı. Bu misyon gereği meydana gelen askerî darbeleri, ordu kendisine bir hak görerek yaptığını iddia etmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35’inci maddesi bu anlamda çok önemlidir. Çünkü darbe yapan ordu sürekli bu 35’inci maddeyi gerekçe göstererek yönetime el koyduğunu ifade etmiştir. 35’inci madde, ilk olarak 1934 yılında TSK İç Hizmet Kanunu içinde yer almıştır ve bu madde, Türk Silahlı Kuvvetlerinin vazifesini Cumhuriyet’i koruma ve kollama olarak tanımlamaktadır. Devleti dış düşmanlara karşı korumakla görevli olan ordunun, Türkiye’de siyasi kültürün bir yansıması olarak kendisini irtica, komünizm ve bölücülük gibi iç düşmanlar karşısında da görevli addettiğini görüyoruz. Bu tanım Cumhuriyet’in tehlikeye girdiğini düşünen ordu mensuplarına bir fırsat sunmuş ve söz konusu ifade “yönetime el koyma” şeklinde yorumlamışlardır. Cumhuriyet Dönemi’nde meydana gelen her askerî darbede bu 35’inci madde dayanak olarak gösterilmiştir. 13 Temmuz 2013’te Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35 ve 36’ıncı maddelerinde bir değişiklik yapılmıştır. Buna göre Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevi yurt dışından gelecek olan tehditlerle ilişkilendirilerek TSK’nin görevi yeniden tanımlanmıştır. TSK’nin görevi harp sanatını öğrenmek ve öğretmek olarak ifade edilmiştir.
Türkiye’de meydana gelen darbelere genel anlamda baktığımızda, Cumhuriyet’in 98 yıllık sürecinde darbe, postmodern darbe, muhtıra, e-muhtıra, silahlı ve silahsız girişimler gibi hadiseler meydana gelmiştir. İlk olarak 1960 Askerî Darbesi’ni anlayabilmek için dönemin şartlarını çok iyi tahlil etmek gerekir. 1950-1960 arası dönem, Türkiye’nin çok partili hayata girmesiyle beraber, demokrasi kültürünün de yavaş yavaş oluşuyor olması, toplumun demokrasiyi tam olarak içselleştirememesi, demokratik yollarla iktidara gelme kavgasının legal yollarla yapılmasının çok ciddi çatışmalara döndüğü bir dönemdir. Özellikle CHP’nin tek parti iktidarının ardından ortaya çıkan ikinci bir partinin iktidara gelme deneyimi, 1950’lerde yaşanmış ve Türkiye’deki bu demokratik değişim toplumda da demokrasinin yaşanması ve yaşatılması konusunda önemli tecrübelerin kazanılmasını sağlamıştır. Burada, siyasetin ve siyasi olgunluğun tam oluşmadığı bir dönemde iktidarın ve muhalefetin devletin bekası doğrultusunda yapmaları gereken tartışmaları aslında bir iktidar kavgasına dönüştürdüklerini görüyoruz. Hem iktidar partisinin yeterince ağırlığını hissettirememesi, bu ağırlığı taşıyamaması ve önceki yönetimle adeta rövanş alıcı bir yönetim tarzı benimsemesi; muhalefetin de uzun yıllar süren iktidarını kaybetmenin verdiği kızgınlıkla tekrar iktidarı ele geçirmek amacıyla fütursuzca yaptığı kavgalar ve siyaset sahnesinde yaşanan o olumsuz hadiseler 1950-1960 arasında yaşanan önemli olaylardır ki, 1957’deki seçimlerde zirve noktasına ulaşmıştır. Bundan başka CHP’ye yönelik DP tarafından tahkikat komisyonunun oluşturulmuş olması da oldukça önemlidir. DP iktidarının bu komisyonu oluşturmasının en önemli sebeplerinden birisi kendisine gelen istihbarat raporlarında CHP’nin kaos yaratarak iktidara gelmeyi amaçladığı bilgisidir. Bu sebeple CHP’yi bertaraf ederek siyaset sahnesinden kaldırmak amacıyla bir tahkikat komisyonun oluşturulduğunu görüyoruz. 1957 Seçimleri sonrasında da CHP’nin bu ayaklanma ve isyan stratejisini uygulamaya koyduğu şeklinde bir bilginin DP tarafından konuşulduğunu görüyoruz.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün CHP Lideri olarak 18 Nisan 1960’ta TBMM’de bu darbenin teşviki anlamını taşıyan bir konuşma yapmış olması da son derece önemlidir. 28 Nisan’da İsmet Paşa’nın konuşmasından 10 gün sonra İstanbul Üniversitesinde meydana gelen öğrenci olayları darbeye yeşil ışık yakan zinde kuvvetleri ayartan bir başka gelişme olmuştur. Ali Fuat Başgil 27 Mayıs Darbesi’ni anlattığı eserinde, darbeyi hocaların kışkırttığını ve darbenin öğrencilerin ayaklanması ile başladığını ifade eder. Aslında olaylara bugünden baktığımızda, Ali Fuat Başgil olayları bu şekilde görüyor, diğer yazarlar ve dönemin tanıkları farklı şekillerde ifade ediyor ama bizim söyleyebileceğimiz hadise burada çok yönlü bir operasyonun olduğudur. Çünkü 1957’den sonra özellikle DP’nin ki, 1950’li yılların başında gerek NATO’ya girmek için verilen mücadele gerekse Amerikan yardımları Truman doktrini sonrasında oluşan Marshall yardımları ile gelen sıcak paranın ordunun modernizasyonunda kullanılması gerekse Kore Savaşı’na asker gönderilmesi gibi hususlar aslında ABD ile ilişkilerin çok iyi ilerlediği bir dönemden 1957’ye geldiğimiz bir süreçte DP dış politikasının biraz daha Rusya’ya yönelik bir eğilim gösteriyor olması 1960’da meydana gelen darbenin bir anlamda yönünü ve şeklini de bize göstermiş oluyor.
Bu darbeye önemli gerekçelerden biri de aslında DP’nin bir bakıma otoriterleşmesi idi. DP’nin otoriterleşmesine sebep olan iki önemli dış gelişmeden birisi bu dönemde Irak’ta meydana gelen bir darbedir. Menderes ile Irak Devlet Başkanı arasındaki samimi ilişki dolayısıyla darbe sonrası Türkiye’nin nedeyse Irak’a askerî müdahalede bulunulacağı düşünülüyordu. Muhalefet, Irak devrimini doğru buluyor ve istibdat ve baskıya karşı bir ayaklanma olarak değerlendiriyordu. İkinci bir dış gelişme ise Fransa’da İkinci Dünya Savaşı’nın karizmatik subayı De Gaulle’un başbakanlığı ve parlamenter sistemi sonlandırarak bütün yetkileri kendi elinde toplaması, bir bakıma başkanlık sistemini getirmesi idi. De Gaulle savaşta elde ettiği karizmatik tavrından arınarak otoriter bir yönetimi benimsemişti. Adnan Menderes 21 Eylül’de İzmir’de De Gaulle düzenini örnek almak istediğine yönelik bazı sözler sarf etmişti. Devlet görevlilerine baskı yapılırsa demokrasiye paydos denilebileceğini de yine burada ifade etmişti.
Bir de şöyle bir husus vardır ki, dönemin bakanı Samet Ağaoğlu’nun Menderes’e; “Hep orduya dayandık güvendik, ordu bir gün bize karşı koyarsa örgütlü bir gücümüz yok.” şeklindeki sözleri çok önemlidir. Samet Ağaoğlu’nun dönemin Başbakanı Menderes’e ordu ile ilgili yapmış olduğu bu değerlendirme aslında darbenin ayak seslerini de ortaya koymaktadır. Samet Ağaoğlu’nun bu şekildeki yakınması aslında Platon’un yazdığı “Devlet” isimli eserinde yakındığı görüşten çok farklı değildir. Platon eserinde aynı soruyu “Bizi koruyacaklardan bizi kim koruyacak?” şeklinde ifade ediyordu.
1960 -1980 arasındaki dönem Türk demokrasisinin olgunlaşmaya başladığı bir dönemdir. Niçin? Çünkü darbenin hemen akabinde bir Anayasa oluşturulmuş ve 1924 Anayasa’sından sonra ilk defa bir Anayasa değişikliği yapılmıştır. Şunu da görmek lazım. Bizdeki Anayasa değişiklikleri hep darbelerden sonra yapılmıştır. 1960’tan sonra 1961 Anayasa’sı, 1980 Darbesi’nden sonra 1982 Anayasa’sı. Bu süreçte Türk demokrasisini şekillendirip olgunlaştıran 1961 Anayasa’sı olmuştur. 1961 Anayasa’sı ile Cumhuriyet Senatosu, Anayasa Mahkemesi, Siyasi Partiler Yasası gibi çok önemli yasaların hayata geçirildiğini görüyoruz. Aslında 1961 Anayasa’sı birçok anlamda bugün bile çağdaş diyebileceğimiz çok önemli demokratik kural, kuram ve yasaları içeren bir Anayasa idi. İlk defa Siyasi Partiler Yasası bu dönemde çıkartılmıştır. O zamana kadar siyasi partiler, Dernekler Yasası ile kuruluyor ve tüzüklerini buna göre hazırlıyorlardı. Hatta 1945’e kadar Türkiye’deki siyasi partiler 1909 Cemiyetler Kanunu’na göre kuruluyordu. İlk defa siyasi fırkaların yasal zeminde oluşumu İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra 1909’da Cemiyetler Kanunu ile hayata geçmiştir. İttihat Terakki Fırkası illegal bir görünümdeydi çünkü yasal dayanağı olmayan bir fırka durumundaydı. Bu fırkanın yasal bir zemine çekilmesi 1909 Cemiyetler Kanunu ile olmuştur ki, bundan sonra ortaya çıkan Cumhuriyet Halk Fırkası, Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka gibi siyasi fırkalar 1909 Cemiyetler Kanunu’na göre kurulmuştur. İlk defa 1945’te Dernekler Yasası yapılmak suretiyle Türkiye Cumhuriyeti’nde siyasi partilerin kuruluşu biraz daha modernleştirilmiştir. Çağdaş anlamda Siyasi Partiler Yasası ise ilk defa 1961 Anayasa’sı ile ortaya konulmuş ve bugüne kadar da birçok değişiklikle devam etmiştir.
Türkiye tek parti iktidarlarının ardından ilk defa 1960-1980 arasında koalisyon hükûmetleri ile tanışmıştır. Bu deneyim doğal olarak Türk demokrasisinin olgunlaşmasını da beraberinde getiriyordu. Bu şekilde siyasal gelenek, Türk demokrasisinde hoşgörü, anlayış, farklı görüş ve düşüncelere sahip olan siyasi hareketlerin birlikte çalışma ortamlarını hayata geçirme ve deneyimlerinin yaşanması sürecini meydana getirmiştir. Her ne kadar başarılı olamasa da çünkü bu koalisyonlar çok kısa ömürlü olmuştur. Başlangıçta zıt görüşlerin bir araya geldiği koalisyon denemelerinin başarısızlığının ardından 1970’lerde Milliyetçi Cephe hükûmetlerinin kurulduğunu görüyoruz. CHP’nin bu süreçte kendisini sol bir parti olarak ifade etmesi, özellikle Bülent Ecevit Dönemi’nde, çünkü İsmet İnönü hiçbir zaman CHP’yi sol bir parti olarak ifade etmemişti. Bülent Ecevit’in CHP yönetimini ele geçirmesi ile birlikte sol parti kavramını ilk defa kullanmış olması ve bunun üzerine İsmet Paşa’nın CHP’den istifa etmesi Türk siyasi hayatının ideolojik yapılanmasının önünü açmıştır. CHP’nin sol parti kavramını kullanması bir bakıma siyasal geleceğini de oldukça olumsuz etkileyen sonuçlar doğurmuştur. Milliyetçi Cephe hükûmetlerinin toplum tarafından daha çok benimsenmesi bu sürecin önemli sonuçlarından biridir. Bununla birlikte bu dönemle ilgili şunu da söyleyebiliriz ki, Türk toplumu 1960 Darbesi’nden sonra hiçbir siyasi partiye tek başına iktidar kuracak bir oy çokluğunu vermemiştir. Böylesine dağınık ve dalgalı bir sandık dağılımını görüyoruz. Nihayetinde bu dalgalı siyasi hayatın, özellikle 1960 Darbesi’nden sonra koalisyonlar ve azınlık hükûmetlerinin bir gelenek hâline getirdiğini söyleyebiliriz. Bu şekilde ortaya çıkan zayıf, düşük profilli iktidarlara ve hükûmetlere karşı daha fazla müdahale yapılmıştır. Bu dönemde özellikle Talat Aydemir’in başarısız bazı darbe girişimleri meydana geliyor. 1971’de Türk siyasi hayatı askerî muhtıra ile tanışıyor. Muhtıra kavramı, bir bakıma uyarı ve ihtar anlamlarına gelen siyasal bir ifade. İktidarı değiştirmeden icraatlarda meydana gelen hataların ve yanlışların düzeltilmesine yönelik bir uyarı anlamına gelen bir ifade. 12 Mart 1971 Muhtırası’na meşruiyet zemini sağlayan bu dönemde meydana gelen özellikle sol gençlik gruplarının meydana getirdiği terör olaylarıdır. 12 Mart Muhtırası’nı darbeyi önleyen bir muhtıra olarak görmek gerekir. Nitekim 9 Mart 1971’deki darbe girişimi ancak komuta kademesinin karşı muhtırası ile durdurulabilmiştir. Bu dönemde orduda radikal genç subayları temsil eden Muhsin Batur, Faruk Gürler cuntası özellikle konuşulmaktaydı. Gençlik örgütleri de o cuntayla iş birliği içine girmişlerdi. Bu gençlik örgütlerinin özellikle Doğan Avcıoğlu’nun fikirlerinden etkilenerek 9 Mart 1971’de Sol Darbe hazırlığına giriştikleri ifade edilmektedir. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, MİT’in ihbarı ile darbe hazırlığını öğrenmiş ve 12 Mart’ta hükûmete bir muhtıra vermiştir. Bundan 10 yıl önce gerçekleşen 27 Mayıs Darbesi’nde üç sağ siyasetçi idam edilmişti. 10 yıl sonra 12 Mart’ı izleyen günlerde de darağacında bu kez üç sol görüşlü genç bulunmakta idi.
Darbelere genel olarak bakıldığında; 1960 Darbesi’nden sonra üç sağ siyasetçi idam ediliyor, 1971 Muhtırası’ndan sonra da üç sol görüşlü genç idam ediliyor, 1980’de de “bir sağdan bir soldan” ifadesi ile dönemin cuntası tarafından idamlar yaşanıyor. 12 Eylül 1980’de yapılan askerî darbe aslında 12 Mart Muhtırası’ndan sonra meydana gelen olayların neticesinde ortaya çıkmıştı. 1971-1980 arası meydana gelen hadiselere baktığımızda bu darbenin ortaya çıkmasının aslında bir bakıma ordu tarafından olayların önlenmesinde gevşek kalınmasının çok önemli rol oynadığını söyleyebiliriz. Özellikle bu süreçte yaşanan dünyadaki ekonomik krizler sadece Türkiye’de değil Türkiye’nin çevresinde Orta Doğu’da, Balkanlar’da, Güney Amerika gibi birçok bölgede bu tarz gençlik olaylarının ve darbelerin yaşandığını görüyoruz. Bir bakıma Soğuk Savaş’ın da en şiddetli olarak yaşandığı süreçtir 1970’li yıllar. Çünkü Türkiye bu dönemde ABD ve Sovyetler Birliği’nin çatışma sahası hâline gelmişti. Türkiye üzerinden istihbarat savaşları yapılmaya başlanmıştı. Türkiye hem NATO’nun hem de Varşova Paktı’nın kendi istihbarat savaşlarının yaşandığı bir bölge hâline gelmiş ve bu şekilde toplum kamplaştırılmış, bölünmüş ve karşı karşıya getirilmişti. Yaşanan bu hadiseler neticesinde 1980 Askerî Darbesi özellikle iç karışıklık, terör olaylarının ülkeyi yaşanamaz hâle getirmesi, siyasi istikrarsızlığın had safhaya varması ve 114 tur yapılmasına rağmen bir türlü Cumhurbaşkanı seçilememesi siyasi istikrarsızlığı gösteren en önemli örneklerdir. Ekonomik kriz sonucu dönemin başbakanı tarafından ülkenin 70 sente muhtaç olduğu ifade edilmiştir. Ciddi bir ekonomik kriz yaşanmıştır. Türkiye özellikle karaborsanın, uzun kuyrukların yaşandığı bir ülke durumuna gelmişti. Böylesine bir süreçte ve bu gerekçelere yaslanılarak askerî bir darbe yapılmıştı. İdamların, tutuklamaların, işkencelerin sonucunda terör örgütlerine katılımcı sağlayacak uygulamaların çoğunun kaynağıdır aslında 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi. Çünkü 12 Eylül 1980 Darbesi ile cezaevleri bir bakıma terör örgütlerinin eğitim mekânı hâline gelmişti. 1980 sonrası özelikle sol örgütlerin cezaevlerini bir eğitim alanı olarak görmeleri ve modern cezaevlerinin hayata geçirilmemiş olması da 1980 ve 1990’larda Türkiye’nin başına çok büyük bela açacak olan bölücü terör örgütünün ortaya çıkmasında 1980 Darbesi önemli bir rol oynamıştır diye düşünüyorum.
Elbette ki, bu dönemde 1979 İran İslam Devrimi’nin de yapılmış olması bu süreçte 1980 Askerî Darbesi’nin yapılmasında ABD’nin ne kadar büyük bir rolü olduğunun göstergesidir. 1980’li yıllardan sonra siyasi yasaklar başlıyor. Özellikle kudretli siyasetçiler, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş, Necmettin Erbakan’ın bu darbeden sonra siyasi yasaklı hâline geldiğini görüyoruz. 1987’de yapılan referandumla da siyasi yasakların sona ermesi ve 1991’de eski partilerin isimlerini tekrar alması, sonuçta Türk demokrasisinde yaşanan oldukça çalkantılı bir süreç. Aslında bu süreç 15 Temmuz 2016’da yapılan darbenin zeminini hazırlamıştır. O sürecin bir kuluçka süreci olduğunu da görmekte fayda vardır. Türk demokrasisinin yaşadığı bu çalkantılı süreç, Türk toplumunda muhafazakârlığın çok önemli bir söylem olarak güç kazanmasını sağlamıştır. 1994’teki yerel seçimlerin galibi Refah Partisi olmuştur. 1996’da Refah Partisi, Doğru Yol Partisi ile koalisyon ortağı olarak REFAHYOL hükûmetini kurmuşlardır. Millî Nizam Partisi ile başlayan ve Millî Görüş geleneğinden gelen bu partinin ordunun tepkisini çekmeye başlaması ile birlikte Genelkurmayda “Batı Çalışma Grubu” kurularak yeni oluşumlar takip ve kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Ankara Sincan’daki Kudüs temalı bir tiyatro oyunu gerekçe gösterilerek 1997 Şubat’ında Sincan’da tanklar yürütülüyor. 28 Şubat’ta ise askerler 9 saatlik bir Millî Güvenlik Kurulu toplantısında hükûmete 18 maddelik bir muhtıra veriyor. “Postmodern Darbe” olarak adlandıracağımız 28 Şubat 1997 Darbesi. Bu muhtıra sonrasında hükûmet değişiyor. Refah Partisi kapatılıyor.
2002 sonrası Türk siyasal hayatında farklı bir siyasal figür olarak Ak Parti ortaya çıkıyor. 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir kriz yaşanıyor. 27 Nisan 2007’deki seçimde ilk turun ardından 367 tezi ile seçim, Anayasa Mahkemesine taşınıyor. Genelkurmayın İnternet sitesinde o gece “e-muhtıra” olarak da anılan bir bildiri yayımlanıyor. İlk defa böyle bir muhtıra şekliyle tanışıyoruz. Bu durum teknolojinin gelişmesi ile birlikte demokrasiye yapılan müdahalelerin de çeşitlendiğini bize gösteriyor. Gece yarısı yayımlanan bu şekildeki bir muhtıranın ardından dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın “Ben yazdım.” dediği bildiride dönemin Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül eleştiriliyordu. Nitekim Ak Parti hükûmetinin bildiriye yönelik cevabı bu süreçte oldukça sert oluyor. Peşinden de meşhur Dolmabahçe görüşmesi gerçekleşiyor. 22 Temmuz’da erken seçime gidiliyor ve Ak Parti oylarını %34’ten %47’ye çıkarıyor. Toplumun bu tür olaylara 2000’li yıllardan itibaren artık sandıkta tepki vermeye başladığını görüyoruz.
Toplum, 1960 Darbesi’nden sonra sandıkta siyasi partilere sadece koalisyon ile iktidar olma hakkı vererek onları bir şekilde cezalandırıyordu. Demokrasiyle yaşama ve olgunlaşma sürecinde toplumun siyasete ve demokrasiye yani yaşanan olaylara karşı tepkisi bu şekilde gerçekleşiyordu. 1980’li yıllarda bu defa muhafazakârlık ön plana çıkmaya başladı özellikle postmodern darbe ile beraber Türk milleti tepkisini farklı şekillerde göstermeye başladı. 2007’de ordunun e-muhtıra şeklinde seçilmiş hükûmete ihtarda bulunması toplumun tepkisini sandığa yansıtmasına sebep olmuştur. Mağdur edildiğini düşündüğü Ak Partiyi sandıkta bir oy patlaması ile oy oranını %47’ye çıkartarak oldukça demokratik bir tepki vermiştir.
Nihayetinde 15 Temmuz 2016 başarısız darbe girişimi bir kaos yönetimi olarak görülmelidir. Gerek yabancı basın gerekse bu konuda yapılan analizleri değerlendirdiğimizde aslında Türkiye’de bir kaos planının 15 Temmuz’la beraber hayata geçirilmek istendiğini gösteriyor. E-bildiriyi atlatan Ak Parti hükûmetine karşı ilk başarısız darbe girişimi 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan Gezi Parkı Olayları ile farklı bir kulvarda ortaya çıkmıştı. Yabancı basının dünya kamuoyuna parlatarak sunduğu bir olgudur Gezi Parkı Olayları. 2013’te masumane çevreci bir hareket gibi, bir ağacın sökülmesine engel olunması girişimi olarak başlayan olayın kısa sürede nasıl genişleyip terör örgütlerinin buna angaje olduklarını ve toplumu nasıl yönlendirdiklerini hep beraber yaşadık. Burada çok ciddi anlamda istihbarat çalışmalarının da yapıldığını, provokatif birçok eylemin de burada gerçekleştiğini daha sonra yapılan çeşitli çalışmalarla görme imkânımız oldu. 7 Şubat 2012 tarihinde MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı ifadeye çağırma operasyonu ile başlayan bu süreç 17-25 Aralık Operasyonları ile devam etmiş, 19 Ocak 2014 tarihinde MİT tırlarına yapılan operasyonla olaylar daha da farklı bir boyuta gelmişti.
Sonuç olarak 15 Temmuz 2016 gecesi meydana gelen başarısız darbe girişimi, kahraman Türk milletinin, ordu içinde darbecilerle savaşan kahraman Türk askerinin ve kahraman emniyet güçlerinin direnişi sonrasında başarısız darbe girişimi olarak şüphesiz ki, Türkiye’de hafızalardan uzun yıllar silinmeyecektir. Ancak bu darbe girişiminin özellikle sivil bir tepki ve direnişle bastırılması ayrı bir öneme sahiptir. Halkın darbecilere karşı gösterdiği direniş gerçekten takdire şayandır. Özellikle Batılı ülkelerden, Türkiye’nin demokrasi yolunda mesafe alması için üst perdeden nasihat etmelerine karşılık demokratik düzeni değiştirmeye yönelik bu darbe girişimine sıradan vatandaşın gösterdiği tepkiye ve demokrasinin varlığını sürdürmesine yönelik katkısına hiçbir övgü ya da takdir gelmemiştir. Batı’daki bu sessizlik Türkiye’deki darbe girişimlerinin arkasında bazı ülkelerin istihbarat servislerinin var olduğu şüphesini daha da güçlendirmiştir. Burada şu tespiti yapmakta fayda vardır. Türkiye’de meydana gelen darbe girişimleri, bir bakıma Türkiye’yi ya hizaya getirmek! amacıyla ya da bu darbe girişimleri neticesinde kendi görüşleri doğrultusunda bir iktidarın oluşmasına yönelik çaba ve gayretin göstergesidir. Ancak bunun tahlil ve analizini çok iyi yapmamız gerekiyor. Yaşadığımız bu süreç içerisinde bulunduğumuz yeri gerçek manada açıklayabilmek için çevremize ayağımızı bastığımız yerden bakmak dünyaya at gözlüğü ile bakmak anlamına gelir. Daha sağlıklı değerlendirmeler için geniş perspektiften ve objektif bir bakış açısıyla olaylara bakmamız gerekir. Bu sebeple bulunduğumuz yere elbette ki, yukarıdan, uzaydan ve daha geniş bir açıyla bakarak sağlıklı değerlendirmeler yapmak son derece önemlidir.
21’inci asır aslında bütün dünya için yeni başlamıştır. Ancak biz Türk toplumu olarak bugüne gelene kadar göç toplumuna evrilmiş, tarım toplumuna evrilmiş, sanayi toplumuna evrilmiş, ardından bilgi toplumuna evrilmiş ve aslında bugün bütün dünyanın tartıştığı içerik toplumuna adım atmış bir insanlık olarak yarınımızı kimimiz merak ediyor kimimiz de şekillendirmeye çalışıyor. Dünyanın artık Eski Dünya olmadığını, yepyeni bir sürecin önümüzde durduğunu belki bugün Suriye ve Irak’ta yaşananların, etrafımızdaki coğrafyada yaşananların yıllar önce Avrupa’nın göbeğinde Srebrenitsa’da yaşananların, bugün yeniden tartışılan Avrupa Birliği’nin, Birleşmiş Milletlerin neyi ifade ettiğini, dünyanın ekonomik teşkilatlarının IMF gibi, Dünya Bankası gibi bunlar da dâhil olmak üzere kendilerini yeniden şekillendirmek zorunda kaldığı bir dünyada yaşıyoruz. 1990 öncesi iki kutuplu bir dünya vardı. Bir tarafta Varşova Paktı diğer tarafta da bizim de içinde bulunduğumuz Kuzey Atlantik Paktı. Hepimiz 1990’lı yıllarda yaşanan Glasnost ve Perestroyka süreci ile ve Berlin Duvarı yıkılınca şöyle zannetmiştik: Artık iki kutuplu dünya yok oldu ve tek kutuplu bir dünya olacak. Ancak 2000’li yıllara geldiğimizde gördük ki, dünya çok kutuplu bir dünya hâline geldi. 1980’li yıllardaki Doğu ile Batı arasındaki ekonomik farklılıklar ile bugünkü Doğu ile Batı arasındaki farklılıklar arasında uçurum var. Yani artık Batı, Doğu’ya muhtaç duruma gelmiştir. Birçok anlamda bugün Avrupa Birliği evet bilim, sanayi ve teknolojide 400 yıldan beri zirvededir, dünyanın da bir anlamda efendisidir. Ancak bu efendiliğin de bugün sonu yaklaşmıştır. Avrupa bunun bilincinde aynı zamanda. Bu sebeple coğrafi keşifler ve Rönesans’tan bu yana sürdürdüğü üstünlüğünü kaptırmak istemiyor. Avrupa’da genç nüfus azalıyor ve önümüzdeki yıllarda genç nüfusun ne kadar çok önemli olduğunu da görüyor. Batı’nın özellikle Orta Asya ve Kafkasya’ya yönelmesi, Güneydoğu Asya’ya ilgisinin artırmasının en önemli sebepleri bunlardır. Peki, dünyada bu şekilde önemli gelişmeler yaşanırken, Doğu bir bakıma cazibe merkezi hâline gelirken biz bu dünyanın neresinde yer alıyoruz? Biz bunun tam da merkezinde yer alıyoruz. İşte bu güç çekişmelerinin merkezinde Türkiye var. Geçiş yolunda, kültürel birlikteliğin merkezinde, enerji havzalarının en önemli geçiş noktasında, güzergâhında, dünya ideolojilerinin sınırında hatta kesişme noktasında bulunuyor. Aslında bu durum Türkiye’nin önüne son derece önemli fırsatları getirmekle beraber bütün tehditleri de üzerinde topluyor. Batı geçmişten bu yana ülke içindeki farklılıklarımız üzerinden ihtilaflar yaratarak bizi yönetmeye ve yönlendirmeye çalıştı. Belki bir deprem kavramıdır doğrudur ancak tehlikeli fay hatları üzerinden bizi birbirimize kırdırarak zayıflatmaya çalıştılar. Bu travmalar son 60-70 yılımıza mal oldu. Demokrasiyi askıya alan askerî darbelere baktığımızda suni sebeplerle yaratılan sağ- sol, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, laik-antilaik çatışmalarına baktığımızda ülkemizin terbiye edilmeye çalışıldığını gördük. Türk milleti bu şekilde ezilmeye, psikolojik travma yaşamaya, millî birlik ve bütünlüğü yok edilmeye çalışıldı. Türkiye ne zaman başını kaldırıp kendisine bir istikamet belirlemek istese mutlaka bir sorun çıkarılarak ya da darbe yaptırılarak önü kesilmek istendi. 21’inci asır, Türkiye için çok farklı fırsatları da beraberinde getiren bir çağdır. Yaşadığı tecrübe ve birikimlerle bu aziz millet, 21’inci asrın kendisine yüklediği sorumluluğun farkında olarak hareket etmek zorundadır. Avantajlarımız ve dezavantajlarımız var. Avantajlarımızı ve dezavantajlarımızı yönetecek, her türlü sorunun üstesinden gelecek yeteneğe de aziz milletimiz sahiptir. Öğrencilik yıllarımızda çok değerli hocalarımız iç çekerek sitemde bulunurlardı. Bu arada ifade edeyim ben Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü mezunuyum, lisans eğitimimi orada yaptım. Hocalarımız şunu söylerdi: “Büyük devletler 50 yıllık, 100 yıllık büyük projeleri olan ülkelerdir. Biz ne zaman öyle bir ülke hâline geleceğiz?” şeklinde isyan ve sitemlerine tanık olurduk. Bugün geldiğimiz noktada şunu da görebiliyoruz: Gelecek projeksiyonu olan güçlü bir Türkiye aslında hiç de uzak değil. Bu aziz Türk milletinin öz güveni ve ortaya koymuş olduğu irade bunu başarmaya, yetecek kudrete sahiptir. 5 bin yıllık bir devlet geleneği olan kadim bir devlet ve milletten bahsediyoruz. Devletin hafızası güçlüdür. Bu hafıza 15 Temmuz’da kendisini devlet refleksi olarak göstermiştir. Kurşunların üzerine yürüyen bu memleketin aziz evlatları o genlerindeki binlerce yıllık ruhla hareket etmişlerdir. Tarihte millî ve manevi değerlerinden, kimlik, kültür ve medeniyetinden kopmuş milletlerin sadece devletlerini değil kendi varlıklarını da kaybettiklerini gördük. Dünya tarihinde çok az millete nasip solan büyük devletler kurma, büyük medeniyetler inşa etme irade ve mahareti bizim milletimize nasip olmuştur. Tarih boyunca da milletimizin birlik ve beraberliğini yok etmek, toplumsal huzurunu zedelemek, devleti bölmek, parçalamak ve vatan içinde birliği-dirliği bozmak isteyen hainlerle karşılaşmışızdır. Bunlar bazen içeride bazen dışarıda aziz milletimizin istiklal ve istikbaline kastetmişlerdir. 15 Temmuz 2016 gününü 16 Temmuz’a bağlayan gece Türkiye’nin anayasal düzenine ve meşru yönetimine darbe yapılmaya kalkışılmış 251 vatan evladı şehit olmuş, 2 bin 196 vatan evladı da gazi olmuştur. Bu darbe girişimi milletimizin gözünü kırpmadan vatanı için canını feda etme ve göğsünü tanklara siper etme iradesi ile bertaraf etmiştir. Bu darbe girişimi bu şekilde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Burada elbette ki, meydana gelen hadiselere baktığımızda şerden hayır ürettik. Bir olduk, iri olduk, diri olduk. Allah bugünlerimizi bozmasın. Birliğimizi ve dirliğimizi de daim eylesin.
SORU-1
Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatından sonra, 1940’lardan sonra izlenen Türk dış politikası kurumsal anlamda bir zafiyet çıkardı mı? Darbelere sebep olabilecek dış etkilerin gücünü artırdı mı?
1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti yokluklar içerisinde kurulmuş bir devletti. Dolayısıyla devleti meydana getirebilecek kurumsal yapıyı sağlayacak yetişmiş eleman yoktu. Mustafa Kemal’in 15 yıl süren Cumhurbaşkanlığı süresince yeni bir devlet kuruluyor, bütün kurumsal yapıları ile ve ekonomik birçok girişimle. Ekonomi son derece önemli çünkü limanlar yabancıların elinde, fabrikalar yabancıların elinde, sermaye yabancıların elinde, devlet bir yandan devletleştirilerek, millîleştirilerek devlet olma yolunda hareket ediyor bir yandan da elbette ki bu demokratik hayatı gerçekleştirecek atılımları da yapmaya gayret ediyor. En önemlisi belki de taviz vermeden bağımsızlıkçı bir dış politika ile Misakımillî’den taviz verilmeden dış politikanın takip edildiğini görüyoruz. Tavizsiz bir dış politika ile ekonominin sürdürülebilir olması gerçekten çok zor. Hem de yeni kurulan bir devletin 15 yıl boyunca kendi ayakları üzerinde bunu yapabiliyor olması gerçekten her liderin yapabileceği ve yönetebileceği bir süreç değildir. Bir yandan cehaletle mücadele ediyorsunuz bir yandan ekonomi ile yoklukla mücadele ediyorsunuz bir yandan da ayakta durmaya çalışıyorsunuz. Arka arkaya yaşanan travmalar, 13 milyon nüfus ve 4 milyon şehit verilmiş. 1911 Balkan Savaşlarından 1923’e kadar 12 yıl boyunca cephelerde savaşan bir millet söz konusu. Hane başına 2-3 şehidin düştüğü büyük bir travma yaşayan toplumu tekrar ayağa kaldırıp yeniden bir devlet kuran yapıdan bahsediyoruz. Elbette ki, Atatürk Dönemi’ndeki dış politikanın bu şekilde yürütülmesi büyük bir devlet adamının öngörüsü ve basiretli politikaları ile mümkün olabilmiştir. Ancak Atatürk’ten sonra maalesef devletin o kadar da basiretli bir şekilde yönetildiğini pek de söylemek mümkün değil. Çünkü ağır bir borçlanma içine giriliyor, takip edilen bir İkinci Dünya Savaşı politikası var. Hem iç politika hem de dış politika anlamında bu süreçte çok ciddi ekonomik krizler yaşanıyor. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’na katılmamasına rağmen savaş politikası takip etmek suretiyle çok ciddi yaralar alıyor ekonomik anlamda. Dış borçlanma bu süreçte başlıyor. Elbette ki ordunun modernizasyonu gerekiyor. Devletin ciddi anlamda yatırımları için sıcak paraya ihtiyacı var. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan Yeni Dünya düzenine baktığımızda Türkiye, Orta Doğu ve Doğu Avrupa ülkelerine bir rol biçildiğini görüyoruz. Özellikle Churchill’in burada söylediği bir söz uluslararası ilişkilerde sıkça karşılaştığımız ve tartıştığımız sözlerden birisidir. Emperyalizmin Türkiye’ye bakışının ve Türkiye’ye biçilen elbisenin ne şekilde olduğunu göstermesi bakımından çok önemli. Churchill şunu söylüyor: ‘Türkiye bizim için önemli bir ülkedir ancak Türkiye’yi 50 cc’de tutmak lazımdır. Ne 51 cc olsun ne de 49 cc olsun. Yani ne başını kaldırıp bölgesinde büyük, güçlü bir ülke olsun ne de yok olsun. Bizim kontrolümüz ve denetimimizde olsun. Türkiye’ye biçilen gömlek bu şekildedir. 1945 ve 47’den sonra özellikle Truman doktrini ile beraber Marshall yardımları ile bölgede oluşturulmak istenen yeni bir yapı. Bununla birlikte Türkiye’de de ciddi anlamda bir ekonomik kriz var. Paraya ihtiyacı var. Bu anlamda bu iş birliğine son derece güveniyor. Bununla birlikte bir de Sovyetler Birliği tehdidi var. Çok önemli. Çünkü Sovyetler Birliği gerek İkinci Dünya Savaşı sırasında gerekse savaş sonrasında Stalin’in özellikle Boğazlar, Ardahan ve Kars’a yönelik talepleri var, toprak istekleri var. Bunlar elbette ki, Türkiye’ye tehdit oluşturan söylemlerdi. Türkiye’nin de burada Sovyetler Birliği tehdidine karşı bir güvenlik şemsiyesine ihtiyacı vardı. Atatürk Dönemi’ne baktığımızda 1945’e kadar süren bir Türk-Sovyet dostluğundan söz ediyoruz. Millî Mücadele Dönemi’nde başlayan bu dostlukta aslında iki tarafın da karşılıklı menfaati söz konusu idi. Bu da Türkiye’nin özellikle Millî Mücadele’nin gerçekleşmesinde dış yardımların son derece önemli olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun da sadece Sovyetler Birliği üzerinden yapılabiliyor olması Türk-Sovyet ilişkilerini geliştirmişti. Bununla birlikte Lozan’da halledilemeyen birçok problem vardı. Bu problemlerle mücadele edebilmek için de Türkiye kendisine siyasi bir partner aramak durumundaydı. Bu partner de Sovyetler Birliği idi. Dolayısıyla 1925 yılında çok kapsamlı bir saldırmazlık anlaşması yapılmıştır. Bu dostluk anlaşması 1929’da biraz daha geliştirilerek 1945’e kadar sürmüştür. Bu anlaşma gereğince Sovyetler Birliği ve Türkiye herhangi bir ülkeyle bir araya gelemiyorlardı karşılıklı birbirlerinden izin almaları gerekiyordu. Yani Türkiye, İngiltere ile ilişki kurmak istiyorsa mecburen Sovyetler Birliği’nden izin alması gerekiyordu. Sovyetler Birliği keza herhangi bir oluşuma girmek istiyorsa Türkiye’den onay alması gerekiyordu. Nitekim bu dostluk ilişkileri kapsamında Türkiye’de birçok önemli gelişmenin de Atatürk Dönemi’nde yaşandığını görüyoruz. Ancak İkinci Dünya Savaşı süreci ve sonrasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik tehditleri, toprak talebi ve söylemleri Türkiye’yi bir güvenlik şemsiyesi ve Batı’da farklı bir partner arayışına itmiştir. Burada da bir bakıma denize düşen yılana sarılır misali Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere bloku içinde hareket etmek durumunda kalmıştır. Bunun neticesinde NATO’ya yönelik talepler gündeme gelmiştir. Bu taleplerin altında yatan en önemli sebeplerin başında Sovyetler Birliği tehdidi gelmekte idi. Diğeri ekonomik krizlerdi. Çünkü askerin modernleşmesi NATO’ya girmekle mümkün olabilecekti. Buradan gelecek olan yardımların da ekonomik olarak Türkiye’yi düzlüğe çıkaracağı düşünülüyordu. Bu talepler İsmet Paşa Dönemi’nde başlamıştır, Adnan Menderes Dönemi’nde de devam etmiştir. Nihayetinde Kore Savaşı’nın ardından da Türkiye’nin NATO’ya girdiğini ve o yörünge içerisinde bulunduğunu görüyoruz. Elbette ki, Türkiye’de meydana gelen darbelere baktığımızda bu darbeleri NATO’dan çok da bağımsız göremiyoruz. Zaten bunu Amerika Birleşik Devletleri’nin birçok yetkilisi, birçok görevlisi ve bürokratı da söylemlerinde bu konuyu sürekli olarak dile getiriyorlar. Bu anlamda bu darbeleri, NATO’nun bir şekilde kendi ortağı olan ülkeleri dizayn etme çabalarının bir sonucu olarak da ifade edebiliriz.
SORU-2
Türkiye’de 1960 ve sonraki darbeleri askerî darbe olarak tanımlamak doğru mudur? Bu darbelere 15 Temmuz’a kadar halkın etkili şekilde direnç gösterememesini, kurumların darbelere karşı tavır ve tutumunu dikkate alarak yeniden bir tanım yapmak mümkün mü? Sadece askerden bahsederek bu darbelerin içeriğini daraltıyoruz. Sadece asker günah keçisi hâline getirilerek diğer kurumların sanki göz ardı edilerek sanki eksik bir darbe tartışması yapılıyor. Bu konudaki görüşünüzü öğrenebilir miyiz?
Biz darbeyi bir çeşit iktidar mücadelesi olarak ifade ettik. Ama silahla ve zorla iktidarın ele geçirilmiş olması elbette ki, buradaki önemli bir paydanın, en önemli aktörünün asker olmasından kaynaklanıyor. Bunun dışında darbe girişimleri olmamış mıdır? Demokratik toplumlarda medya çok önemli bir güçtür. İş adamları ve ekonomik çevreler çok önemli bir güçtür. 1980 ve 1990’lı yıllara baktığımızda birçok sendikanın hükûmetleri yıkıp yeni hükûmetler kurdurabilecek güce sahip olduklarını görüyoruz. Bütün dünyada işçi sendikalarının bu anlamda önemli bir güç hâline geldiğini gördük 1960 ve 1970’li yıllarda. Hatta 1980 ve 1990’lı yıllarda Türkiye’de işçi sendikalarının da bu anlamda çok önemli rol ve görevler üstlendiklerini gördük. Bunları yaparken, iktidarı değiştirme, iktidarı ele geçirme ya da kendi düşüncesinden bir fikrin iktidara yerleşmesini sağlamada elbette ki sadece asker değil bunun dışında sivil birçok oluşum da etkili olmuştur. Askeri harekete geçiren çoğunlukla sivil oluşumlar olmuştur. 1960 Askerî Darbesi’nde CHP’nin rolüne kimse inkâr edemez. Yani burada CHP’nin hükûmete yönetime el konulması çağrılarını ve yöneticilerinin basındaki demeçleri hâlâ gözümüzün önünde. Bunun dışında yine muhtıra süreçlerinde, 1980 Darbesi’nde meydana gelen olaylarda ve darbelerin sonunda toplumun vermiş olduğu tepkilerde, bir 15 Temmuz’da verilen gibi tepki verilmediğini görüyoruz. Toplumun da bu anlamda demokrasiyi içselleştirme ve yaşayabilme konusunda önemli aşamalardan geçtiğini daha yeni yeni bu tecrübeye kavuştuğunu görüyoruz. Şunu da kabul etmemiz gerekiyor. Demokrasilerin oluşum süreci çok uzun zaman alıyor. Yani 150-200 yıllık bir süreç. Bir demokrasi kültürünün bir ülkede, bir toplumda oturabilmesi çok uzun bir süreç gerekiyor. Biz çok eski demokrasi kültürüne sahip bir toplum değiliz. Dolayısıyla bunu yaşarken de çok çetin ve kavgalı şekilde yaşadık ve bu süreçte darbeler meydana gelirken bir kesimin de bu darbelerden memnuniyet duyduğunu gördük. Elbette ki, bugüne geldiğimizde artık demokrasinin de içselleşmesi ile birlikte bu tarz demokrasiye el koyma ve son verme eğilimleri, demokrasi dışı iktidara gelme çabalarının bundan sonra son bulduğunu düşünüyoruz. Hangi kesim olursa olsun, kim olursa olsun demokratik yöntemlerin dışında iktidara gelme çabalarının bundan sonra çok fazla başarılı olacağını düşünmüyorum. Bu anlamda darbeyi ve demokrasiyi anlamak, demokrasiyi daha fazla içselleştirmek, yaşamak, kendi düşüncesinden olmayan farklı düşünceden olan insanların da eğer çoğunlukta ise iktidarda bulunabilmelerini hazmedebilmek olgunluğuna erişiyor olduğumuzu söyleyebilirim.”