ATATÜRK’ÜN TÜRK DÜNYASINA YÖNELİK STRATEJİK YAKLAŞIMLARI
Prof. Dr. Salim GÖKÇEN
Giriş
Türkiye gerek stratejik konumu gerekse değişen dünya değerleri açısından bir sınırlar ülkesidir. Anadolu coğrafyası, Asya’nın Avrupa sınırını, Trakya ise Avrupa’nın Asya sınırını ifade etmektedir. Türkiye, İslamiyet ve Hristiyanlığın, ideolojilerin, yakın tarihe kadar NATO ile Varşova Paktı’nın, çok partili sistemler ile tek partili sistemlerin, doğu kültürü ile Batı kültürünün uç noktasında, sınırında bulunmaktadır. Türkiye bu konumu ile jeopolitik durumunun bütün özellikleri ile bir sınırlar ülkesidir (İlhan 1997:1031). Bu durum Türkiye açısından birçok sorunu beraberinde getirdiği gibi doğru stratejiler ile bunun bir fırsata dönüştürülmesi de mümkündür.
Tarihsel süreç içinde milletlerin ayakta kalabilmeleri; tarihî derinlik, köklü bir kültür ve oturmuş bir devlet geleneğinin olup olmadığı ile doğru orantılıdır. Söz konusu millet bu üç unsuru bir arada taşıyamıyorsa, gelecek projeksiyonunda, süreklilik kırılmasına uğraması muhtemel görülmektedir. Türk dünyası, sahip olduğu tarihî derinlik, kültür birliği ve binlerce yıllık devlet geleneğinin yanında toplam dünya nüfusunun %5’ini meydana getirmiş olması ile önemli bir demografik avantajı da elinde bulundurmaktadır
Günümüzde, fikirleri ve öngörüleri ile hemen hemen her alanda Türk milletinin yolunu aydınlatan Atatürk’ün gözden kaçan birkaç yönünden biri onun Türklük ve Türk dünyası hakkındaki düşünceleri ve stratejik yaklaşımlarıdır. Bu çalışma ile Atatürk’ün bu konudaki düşünce, uygulama ve projeleri incelenmeye çalışılacaktır.
A. Kavramsal ve Tarihsel Arka Plan
Türkler, dünyanın en eski ve köklü kavimlerinden biridir. Tarihleri boyunca Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına yayılmış bir millettir. Bugün böylesine geniş bir coğrafyada ve dağınık bir şekilde yaşayan Türklerin tarihini de belirli bir zaman diliminde bir bütün hâlinde ele almak mümkün olmamaktadır. Türkler diğer milletlerin aksine asırlar boyunca yeni topraklar, yeni iklimler arayarak tarihlerini değişik bölgelerde yaşamışlardır. Bu sebeple geçmişin herhangi bir döneminde aynı coğrafyada Türk topluluk, idare ve devletlerini izlemek takip etmek mümkün olduğundan Türk tarihi denilince belirli bir topluluğun belirli bölgedeki tarihi değil, Türk adını taşıyan ve kendisine özgü adlarla anılan akraba toplulukların çeşitli bölgelerde yaşadığı tarihin bütünü anlaşılmalıdır (Saray 1996:3).
Yaşadığımız dünyada yaşam sahası açısından dünyanın hemen her ülkesinde Türklerin hayat sürdüğü tespit edilmiştir. Ancak dünya tarihi açısından baktığımızda Türklerin hâkimiyet sahasını coğrafi olarak, Adriyatik Denizi’nden Çin Seddi’ne kadar olan bölge olarak sınırlandırmak gerekir.
Türk tarihi ve bu tarihin coğrafi tabanı, jeopolitik kuramlara iyi bir örnek oluşturmaktadır. Bu durum aynı zamanda bugünün konjonktürel değerlendirmelerine de yardımcı olacak unsurları içermektedir. Orta Asya’da kurulan Türk devletleri, daima tehdit altında bulunmalarının gerektirdiği güvenlik ihtiyacı nedeni ile askerî unsura öncelik vermişlerdir. Türklerin büyük göçleri, devamlı dalgalanma içerisinde olmaları, bir ölçüde güvenle yaşanacak siyasi bütünlük arayışıdır. Türk birliği en sağlam coğrafi bütünlüğe Anadolu’ya geldikten sonra kavuşmuştur.
1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, Türkiye’nin gündemine tekrar giren “dış Türkler” kavramı, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkmıştır. Dış Türkler günümüzde, hem Osmanlı Devleti’nin dağılması sonucu Türkiye sınırları dışında kalan, dili, tarihi, kültürü bir olan Türkleri hem de Türkistan başta olmak üzere kadim Türk yurtlarında yaşayan Türkleri ifade etmektedir (Yılmazçelik 1994:35).
Sonuç olarak dış Türkleri şu şekilde sınıflandırabiliriz:
1. Türkiye sınırları dışında yaşayan Türk vatandaşları: Bu gruba, Türkiye’den çalışma, eğitim gibi amaçlarla yurt dışına giden göçmen Türkler (Avrupalı Türkler) ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ile birlikte yaşadıkları ülkenin vatandaşlığına sahip olan Türkler dâhildir.
2. Türkiye sınırları dışında yaşayan etnik Türkler: “Soydaş” olarak da nitelendirilen genellikle azınlık konumunda olan Türkler.
3. Türkiye sınırları dışında “akraba topluluklar” olarak nitelendirilen Türk kültürüne bağlı gruplar: Türki olarak da ifade edilen Türkler ve Müslüman olan ancak farklı dil özelliklerine sahip, Türk kültürüne bağlı kabul edilen Türkler.
Osmanlıdaki gelişimi, çöküşe bağlı bir tutunma ideolojisi olan Türkçülük, Rusya’daki Panislavizm ve Batı’da gelişen Türkolojiden kaynaklanan Türkçülük ile hem beslendi hem de sonunda uzaktaki kardeşleri ile buluştuğu bir ortak payda oldu (Heyd 2002:66).
Osmanlı Devleti çatısı altındaki gayrimüslim unsurlar birer birer ayrılmaya başlayınca, Osmanlı aydınları Türk kimliği ve varlığı ile daha fazla ilgilenmeye başladılar. Türk kimliği ve varlığı üzerine yapılan çalışmalar, zamanla “Türkçülük” fikrinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Başlangıçta sadece dil, tarih ve kültür anlayışı üzerinde duran Türkçülük fikri, Ahmed Vefik, Ali Suavi, Ziya Gökalp, Zeki Velidi Togan, Şemseddin Sami gibi aydınların eserlerine yansımıştır. Türkçülük fikrinin siyasi alanda en önemli temsilcileri ise Yusuf Akçura, Hüseyinzâde Ali ve Tunalı Hilmi olmuşlardır (Akçura 2001:158). Osmanlı aydınları tarafından Türkçülüğün felsefî ve siyasi temelleri ortaya atılırken, Osmanlı toprakları dışında da Türklerin yaşadığı hususu gündeme geldi. “Üç Tarz-ı Siyaset” ile Türkçülüğü siyasi bir ideolojiye dönüştüren Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti dışında yaşayan Türkleri bir çatı altında toplamayı hedeflemişti (Yılmazçelik 1994:36). Yusuf Akçura ile teorize edilen “Türkçülük” veya “Türk birliği” fikri, daha sonra diğer aydınlar tarafından da tartışılmış, geliştirilmiş ve farklı tezler ileri sürülmüştür. Yusuf Akçura’nın siyasi “Türk birliği” fikrine karşılık Ziya Gökalp, Türklerin yayıldıkları coğrafyayı göz önünde bulundurarak, sadece “kültür birliği” üzerinde durmuştur (Gökalp 1967: 41, Saray 1995:VII).
Ziya Gökalp, Turancılık ve Türkçülük fikirlerini aynı anlamda kullanan ve anlayan bir fikir adamı idi. “Türkçülüğün Esasları” isimli eserinde Türkçülük ve Turancılığı şöyle tarif etmektedir: “Türklerin uzak mefkûresi, Turan namı altında birleşen Oğuz, Tatar, Özbek, Kazak, Kırgız, Yakut ve diğer Türk topluluklarını lisanda, edebiyatta, kültürde birleştirmektir” (Gökalp 1967:22-23). Gökalp, hiçbir zaman siyaseten ve askerî yönden bütün Türklerin tek bir çatı altında birleşmesini ne söylemiş ne de yazmıştır.
Bilindiği üzere, Türklerin fikrî uyanışını sağlayan ve Türk dünyasında eğitim sistemini ıslah ederek modern öğrenme metotları ile Türklerin cehaletten kurtulmasına en çok yardımı dokunan fikir adamlarından biri de Kırımlı Gaspıralı İsmail Bey’dir. 1851-1914 yılları arasında yaşayan Gaspıralı İsmail Bey (Saray 1987), Türk dünyasının birlik hâlinde kalkınması için yapılacak mücadelenin “Dil’de, fikirde ve işte birlik” ilkesi doğrultusunda olması gerektiğine inanıyordu. Osmanlı Türkiye’sinde Türkçülük hareketini savunan aydınlar, Gaspıralı İsmail Bey’in takip ettiği sadeleştirilmiş müşterek dil, ıslah edilmiş okullar ve modern bir Türk-İslam anlayışını benimseyerek hareket etmişler fakat bu hareketi yürütürken değişik metotlar kullanmışlardır.
Türk milliyetçiliğinin sistematik bir zemine oturmasında 20 Ocak 1911’de kurulan Türk Ocaklarının önemli bir fonksiyonu bulunmaktadır (Sarınay 1994:36-37). Mustafa Kemal ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar, Türk milliyetçiliğinin bu gelişim sürecinde, Türk Ocakları atmosferi içinde yetişmişlerdir. Türk milliyetçiliğinin geçirdiği bu önemli süreç, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne de fikrî açıdan temel teşkil etmiştir.
B. Atatürk ve Türk Dünyası
Mustafa Kemal Atatürk, daha Millî Mücadele öncesinde, Türklük duygusunu kendisine rehber edinmiş ve başlattığı mücadeleyi, Türk milliyetçiliği temeli üzerine oturtmuştur (Şimşir 1973: 26). Nitekim Millî Mücadele’nin esasını oluşturan “Kuvayimillîye ruhu”, Türklük duygusundan doğmuştur.
Dış politikada, Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne intikal eden dış Türkler meselesine Atatürk, daha akılcı ve gerçekçi düşünceler ile yaklaşmaktadır. Atatürk’e göre; Türk milleti, millî varlığının ve bütünlüğünün devamı için, Türk dünyası ve akraba topluluklar ile sürekli iş birliği içinde ve sürekli temas hâlinde olmalıdır. Bu anlamda birbirleri ile millî kültür, millî tarih ve dil konularında ortak çalışmalar ve araştırmalar yapmalıdırlar. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bu hususa sık sık değinmiştir. Atatürk, bu alanda yapılacak çalışmaların şu iki amaca yönelik olmasını istiyordu. Birincisi, Türkiye dâhilinde millî şuurun ve birliğin sağlanması, ikincisi ise; Türk dünyasında, dil ve kültür birliğinin gerçekleşmesi. Atatürk, özellikle, “alfabe birliği” ile Türkiye Türklerinin öncülüğünde Türkçenin, dünya Türklüğünün konuştuğu dil ile kaynaşarak ortak bir dil hâline gelmesini istiyordu. Bu şekilde ortak bir tarihe sahip olan Türk dünyasının, lehçe farklılıkları ortadan kalkacak, Türk dünyasında bir kültür birliği meydana gelecekti (Saray 1995:20-21).
Osmanlı Devleti’nde özellikle Balkan Savaşları sırasında başlayan Türkçülük faaliyetleri Rus işgali altında bulunan Türklerin de bu birliğe dâhil edilmesine yönelik gelişmesi üzerine bu durum Rusları, her ne kadar 1917’de Sovyet rejimine geçmiş olsalar da oldukça tedirgin etmişti. Sovyetler, Türk dünyasında bir dil ve kültür birliğinin gerçekleşmemesi için Rus idaresinde yaşayan Türklerden kullandıkları Arap alfabesini değiştirerek, Latin alfabesini kullanmalarını istemişti. 1925’te yapılan bu alfabe değişikliği ile Türkiye Türkleri ile Rusya idaresi altında yaşayan Türkler arasındaki kültür bağlarında büyük bir kopuş meydana geldi. Atatürk, diğer sebeplerin yanında aynı zamanda bu kültür kopukluğunu da telafi etmek adına 1 Kasım 1928’de Latin alfabesine geçmek sureti ile harf inkılâbını gerçekleştirdi. Bu alfabe değişikliği ile Türk dünyasındaki kültür kopukluğu büyük ölçüde giderildi. Ne var ki, Sovyetler, II. Dünya Savaşı’ndan önce, Rus idaresinde yaşayan Türklerin kullandığı alfabeyi bu kez Kiril alfabesi yapmak sureti ile Türkiye Türkleri ile olan bağlarını yeniden kesmiştir (Saray 1995: 53-54).
Atatürk’ün Türkiye sınırları dışındaki Türkler politikasını, onun Türk ve Türklük hakkındaki duygu ve düşünceleri şekillendirmiştir. Atatürk’ün, Türk ve Türklük ile ilgili duygu ve düşünceleri, sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde yaşayan Türkleri değil, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar yaşayan bütün Türk topluluklarını kapsamaktadır. Atatürk, Misakımillî ile belirlenen sınırlar dışında yaşayan Türkleri, her fırsatta dile getirmiş ve onun dış politikasında dış Türkler her zaman önemini korumuştur. Dış Türkler ve Türklük konusu üzerinde hassasiyetle durmuş ve Türkiye Cumhuriyeti ile dış Türkler arasında kültür birliğini sağlama yolunda önemli faaliyetlerde bulunmuştur.
Atatürk, çok büyük önem verdiği bu mücadelenin dayanacağı fikirleri de çok iyi tespit etmişti. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmasıyla başlayan zorlu mücadelenin daha ilk adımında, 22 Mayıs 1919’da İstanbul’da bulunan Sadaret Makamına, gönderdiği bir raporda aynen şöyle diyordu: “Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef ittihaz etmiştir”. Bu tek cümlenin içine, Millî Mücadele’nin dayanacağı üç temel ilke sığdırılmıştı. Bunlar; milletin dış düşmana karşı tek bir vücut hâlinde birleşmesi, milletin egemenliği ve Türk milliyetçiliğidir (Feyzioğlu 1988: 20).
Atatürk Türk dünyasının varlığını, kültürel ve tarihi birliğini çok net bir şekilde ortaya koyan, hedef edinen büyük bir Türk lideridir. O yalnız Anadolu Türklüğünün değil aynı zamanda diğer Türk topluluklarının geleceğiyle de ilgilenmiştir. Atatürk 30 Ekim 1933’te Cumhuriyet’in 10. yılı kutlamaları sırasında genç bir doktorun “Bize ideal olarak ne bıraktınız?” sorusuna karşılık olarak: “Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” (Bakan 2008: 592) diyerek Türk dünyasının geleceği için hazırlıklı olunması gerektiğini vurgulamıştır.
Türklerin ana vatanı olarak, Orta Asya’yı işaret eden, bütün Türklerin oralardan dünyaya nasıl yayıldıklarını, nasıl kardeş olduğunu anlatan, “Oğuz, Tatar, Özbek, Kazak ve Yakut yok; yalnız Türk vardır.” diyerek, bunun öncülüğünü yapan ilk Türk lideri de Atatürk olmuştur (TBMM ZC 24:305-306), Atatürk’ün gerek Cumhuriyet’in ilanından önce gerekse sonraki yıllarda da Türkiye dışında yer alan Türkler ile yakından ilgilendiğini görmekteyiz. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk TBMM’de yapmış olduğu bir konuşmasında: “Türk milleti, Asya’nın garbında ve Avrupa’nın şarkında olmak üzere kara ve deniz sınırlarıyla ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına ‘Türk Eli’ derler. Türk yurdu daha çok büyüktür. Yakın ve uzak zamanlar düşünülürse, Türk’e yurtluk etmemiş kıta yoktur. Bütün dünyada, Asya, Avrupa, Afrika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu hakikatler eski ve hususiyle yeni tarih vesikalarıyla malûmdur.” (ATASE 1980:537-538) sözleri ile Türkiye dışında yaşayan Türklerin varlığına işaret ederken; yine başka bir konuşmasında ise: “Türkiye dışında kalmış olan Türklerin kültür meseleleriyle yakından ilgilenilmelidir.” ifadesi ile Türk dünyasına ait meselelere kayıtsız kalmadığını görmekteyiz. Atatürk, Türk milletinin ve Türk dünyasının millî varlığının ve bütünlüğünün devamı için millî kültürümüzün esası olan millî tarihimizin ve dilimizin mutlaka iyi bir şekilde araştırılması ve geliştirilmesi gerektiğine inanıyordu. Nitekim Cumhuriyet’in kuruluşundan önce ve sonraki yıllarda yaptığı konuşmalarda bu hususa sıklıkla temas etmiştir.
Atatürk, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Türkiye dışında esaret altında yaşayan, dış Türkler için bir ümit olacağını öngörmekteydi. Bu nedenle de bu stratejik öngörüsünün merkezinde Türkiye Türkleri ile dış Türkleri, dil, tarih ve kültür ortaklığı ile irtibatlandırmakta idi. Dinin art niyetli kişiler tarafından istismar edilebileceği ve Türkleri sadece Müslüman olarak tanımlamanın, bazı Türk topluluklarını gücendireceğini düşünerek, inançları yönünden farklılık arz eden Hristiyan (Gagavuz, Peçenek-Kuman Türkleri), Musevi (Karaim ve Hazar Türkleri) Türk topluluklarına karşı temkinli bir yaklaşım sergilemiştir (Çeltikçi 2008:578).
İstanbul’da Mustafa Kemal’in direktifleri doğrultusunda açılan Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi bu duruma önemli bir örnek teşkil etmektedir. Karaman’da yaşayan Ortodoks mezhebine bağlı Hristiyan Türklerin, kendilerini dinsel aidiyet duygusu ile “Rum” kabul ederek, Lozan Antlaşması sonrasında, “Mübadele Protokolü” çerçevesinde, Yunanistan’a göçleri Mustafa Kemal’i derinden üzmüştü. Buna rağmen Paşa, Papa Eftim’e, 1924 yılında, İstanbul’da, “Türk Ortodoks Patrikhanesi”ni kurdurtmuştur (Cihangir 1996). Günümüzde bu patrikhane, Atatürk’ün duygusal olmayan, ancak ileri görüşlülüğü sayesinde, Türkiye’nin ve dünya Türklüğünün menfaatlerini tüm Ortodoks dünya ile Rusya, Yunanistan ve Ermenistan’a karşı savunmaktadır. Bugün Moldova ve Ukrayna’da yaşayan Gagavuz (Gök oğuz) Türkleri de bu patrikhanenin idaresinde yer almakta ve Karaman Türkçesi ile yazılmış İncil’i kullanmaktadırlar.
Atatürk’ün diğer bir düşüncesi, dış Türklerin Anadolu’ya getirilmesi veya Anadolu Türklerinin dış Türkler ile siyasi birliği değil, onların yaşadıkları topraklarda kalarak, kendi temel değerlerini (dil, kültür ve geleneklerini) koruyarak, varlıklarını sürdürmelerini sağlamaktı. Başka bir deyişle Atatürk, dış Türkler ile münasebetleri siyasi sınırlara dayandırmamaktadır. Ancak, Misakımillî sınırları içerisinde yer alan, Anadolu coğrafyasının uzantısı ve kaybedilmiş toprakların hatıraları olan ve aynı dili, tarihi ve kültürü paylaşmakta olan Türk topluluklarının zamanı geldiğinde, kendi iradeleriyle bağımsızlıklarını kazanarak, Türkiye ile birleşme taleplerine, başka bir deyişle, “siyasi birliktelik” kararına da saygılı olmuştur. Bu amaçla da; Türk dili ve tarihinin köklerini bilimsel bir zemine dayandırmak için Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasına öncülük etmiştir (Çeltikçi 2008:578, Gömeç 2002:58).
Atatürk’ün Türk millî kültürünün temelini teşkil eden dil ve tarih araştırmalarına büyük önem verdiği bilinmektedir. Nitekim bu amaçla “Türk Dili Tedkik Cemiyeti” adı ile Türk Dil Kurumunu ve “Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti” adı ile Türk Tarih Kurumunu kurmuştur.
Atatürk, Türk Tarih Kurumu’nun kurulması ile birlikte Türk tarihinin araştırılıp ortaya çıkarılması için gerekli direktifleri ilgililere iletmişti. Atatürk’ün bu direktifler şu iki amacı gerçekleştirmeye yönelikti (Saray 1984:1-18):
1. Türk tarihi başlangıcından itibaren iyi bir şekilde araştırılacak ve Türklerin kültür ve medeniyet dünyasına katkıları, yetiştirdiği büyük şahsiyetlerin insanlığa hizmetleri ortaya konulacaktır. Böylece dünya Türklerin nasıl şerefli bir geçmişe ve zengin bir kültüre sahip olduğunu öğrenecek ve yeni yetişen Türk çocukları da atalarının şanlı tarihinden haberdar olarak onlarla övüneceklerdi. Bu aynı zamanda Türk milletinin millî birliğini ve heyecanını kuvvetlendirecek, Millî Mücadele yıllarında olduğu gibi Türkler için güçlükleri yenmede ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşmada büyük bir destek olacaktı. Bununla birlikte dünyanın başka coğrafyalarında yaşayan Türkler ile olan ortak tarih ve kültür de ortaya çıkacaktı.
2. Atatürk’ün bu şekilde ulaşmak istediği ikinci hedef ise Batılıların kendilerinin anavatanı olarak gördükleri Anadolu’nun eski tarihinin araştırılması idi. Anadolu’da 1071’den önce Türk varlığı izlerine rastlanabilirse bu şekilde Batılı bazı çevreler tarafından sıklıkla dile getirilen, “Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir millettir, geldikleri yere dönmelidirler.” iddiasını çürütmek mümkün olabilecekti.
Atatürk, kurmuş olduğu Türk Dil Kurumunun ise “Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşturulması” için bilimsel çalışmalarda bulunmasını istemişti. Türk dilini geliştirerek ve yayarak, bütün Türk dünyasının düşünce vasıtası olmasını arzulamaktaydı. Türkiye Türklerinin öncülüğünde bütün dünya Türklüğünün konuştuğu dili kaynaştırarak müşterek bir dil hâline getirmek arzusunda olan Atatürk böylece, ortak bir tarihe sahip olan Türk dünyasının lehçe farklılıklarını da ortadan kaldırmış olacak ve bu durum Türk dünyasında oluşturulacak olan kültür birliğinin önünü açacaktı.
C. Türk Dünyasına Yönelik Stratejik Yaklaşımlar
Türkiye’nin komşularına ve bulunduğu coğrafyaya dikkatlice baktığınızda hemen her ülkede irili ufaklı Türk toplulukları dikkatinizi çekecektir. Bu topluluklar bazı ülkelerde Türkiye sınırına yakın bölgelerde bazı ülkelerde de o ülkelerin sınırına yakın bölgelerde konuşlanmış durumdadırlar. Bu toplulukları stratejik olarak değerlendirdiğinizde bu durumun bir yakın ve uzak güvenlik kuşağı oluşturduğunu görürsünüz. Uzak güvenlik kuşağı, Bosna’dan başlayıp Kafkasya üzerinden Orta Asya’ya kadar uzanmaktadır. Yakın güvenlik kuşağı ise Batı Trakya, Bulgaristan, Dobruca, Gagavuzya, Kırım, Abhazya, Acaristan, Azerbaycan, Kuzey Irak, Halep, KKTC olarak şekillenmektedir. Özellikle yakın güvenlik kuşağı üzerinde bulunan Türklerin yaşadığı coğrafya tampon vazifesi görmektedir. Osmanlı Devleti’nin güvenlik stratejilerini incelediğinizde de güvenlik kuşakları konusunda benzer bir politikanın takip edildiğini görürsünüz.
Atatürk’ün Türk dünyasına yönelik kültür birliği düşüncesinin temelinde bazı stratejik öngörüler bulunmaktadır. Bu öngörülerinin başında “yakın Türk kuşağı” düşüncesi bulunmaktadır. Atatürk’ün bu stratejik öngörüsüne göre, dış Türklerin Türkiye’ye topyekûn göçü asla çözüm değildir. Dış Türkler yaşadıkları ülkelerde, Türk kimliklerini, dillerini ve kültürlerini koruyarak, varlıklarını orada devam ettirmelidirler. Onların bulundukları topraklardaki varlıklarını, bu varlığın sürekliliği ile bağımsızlığa hazır olmalarını bu değerler sağlayacaktır. Atatürk’ün bu stratejik öngörüsünün en çarpıcı örneğini Yunanistan ile yapılan Mübadele Protokolü’nde görmekteyiz. Atatürk, Lozan Anlaşması’na ek, “Mübadele Protokolü”nde, İstanbul’daki küçük bir Rum nüfusuna karşılık, onlardan üç kat daha fazla nüfusa sahip olan Batı Trakya Türklerinin yerlerinde kalmalarını sağlamıştır. Başka bir deyişle, Atatürk, Yunanistan sınırları dâhilinde kalan Batı Trakya Türklerinin mübadele kapsamına alınmamaları için kararlılık göstermiştir.
Bununla birlikte, 1931–1938 yılları arasında dil ve din farkı gözetilmeden yapılan “millet” tanımlamasının uygulamasını göç ve iskân politikalarında da gözlemlemek mümkündür (Çağaptay 2002:218-239). Örneğin 27 Aralık 1934’te yürürlüğe giren İskân Muafiyetleri Nizamnamesi, “Türk ırk ve kültürüne bağlı olanlar ve terk edilen topraklar halkından olup başka bir ecnebi memlekette tavattun etmekle beraber Türk tabiiyetini taşıyanların ülkeye göçmen olarak gelebileceğini” belirtiyordu (Çağaptay 2002:152). Atatürk, yurtdışından zorunlu olarak gelen ve zorunlu olarak toplu göçe tabi tutulan, Türk göçmenlerini, “Kaybedilmiş toprakların millî hatıraları” olarak değerlendirerek, onlara Türkiye’de toprak ve iş vermek suretiyle, onlara olan bağlılığını, vefakârlığını, sevgisini ve saygısını göstermiştir (Çeltikçi 2008:579).
Atatürk’ün dış Türklere yönelik stratejik öngörüsünün bir diğer unsurunu da, “uzak Türk kuşağı” düşüncesi oluşturmaktadır. Bu öngörü; Türkiye’nin ilgi sahası içinde olan, Kafkasya, Karadeniz Havzası ve Orta Asya’da yaşayan Türklere yönelik, kültür birliğine dayanmaktadır. Atatürk’ün üzerine basarak vurguladığı husus, dış Türklerin kendi değerlerine ülkü birliği ile ulaşabilecekleri, bunun için de siyasi bir mücadeleden önce, diline, tarihine ve kültürüne önem vermesi gerekliliğidir (Çeltikçi 2008:579).
Atatürk bu çerçevede, dış Türklerin çıkarlarının korunması ve Türk kimliğinin muhafazası için “güvenlik kuşağı” stratejisi kapsamında “Balkan Antantı” ve “Sadabat Paktı” gibi oluşumları hayata geçirmiştir. Bu oluşumlarla, sadece bölgesel güvenliği değil, mütekabiliyet ilkesi ile birlikte, bu anlaşmalara taraf ülkelerde yaşayan Türk azınlıkların durumlarının iyileştirilmesine ve olumlu bir zemine oturtulmasına da gayret göstermiştir (Karakoç 2004:34).
Atatürk, Balkan ve Sadabad Paktlarını kurmakla Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar uzanan bir güvenlik zinciri meydana getirmiştir. Bununla hem Türkiye’nin hem de üzerinde milyonlarca Türk’ün yaşadığı coğrafyanın emniyetini sağlamayı düşünmüştür. Atatürk bu şekilde Türk nüfusunun yaygın olduğu ülkelerde yaşayan Türkler ile dünya Türklüğü arasında kültürel bir birlik kurmayı hedeflemişti.
Atatürk’ün Türk dünyasına yönelik yaklaşımları neticesinde Türkiye’nin kendisini nasıl tanımladığı dışarıda kalan Türklere bakışına da yansımış, Türk Tarih Tezi (Ersanlı 2011:155) ve 1928’de Latin alfabesi’ne geçiş ile birlikte Balkanlar ve Orta Doğu’da yaşayan Türkler de Osmanlı kimliğinden sıyrılarak Türklük bilincine geçiş yapmaya başlamışlardır (Şimşir 1992:301-365, Baklacıoğlu 2003:517). Böylece dış Türkler tanımı da etnik bir tanımlamaya kavuşmuştur. Ancak Türklüğün etnik motiflerle tanımlanma süreci dış politikadaki bakışı değiştirerek Pantürkist bir politikaya dönüşmemiştir (Landau 1995). İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise dış Türklerle daha yakın ilişkiler kurmak isteyen Türk hükümetlerinin başarılı olduklarını söylememiz pek mümkün değildir (Özdoğan 2002, Landau 1995:148).
Sonuç
Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk dünyası hakkındaki görüş ve düşünceleri gerçekçi bir temele dayanmaktadır. Nitekim o, gençliğinden itibaren Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan fikrî ve siyasi akımları dikkatle takip etmiş, yapmış olduğu siyasi, askerî, kültürel ve ekonomik analizler ile bu akımlardan hangilerinin gerçekleşme imkânı olup olmadığı konusunda değerlendirmelerde bulunmuştu.
Atatürk, uzak coğrafyalardaki Türk toplulukları ile münasebette bulunulmasını, köklere inilmesini, dil, tarih ve kültürel bakımdan esaret altındaki Türklerle yakınlaşılmasını istiyordu. Nitekim Cumhuriyet Dönemi uygulamaları ile bu yönde ne kadar kararlı ve istekli olduğunu göstermiştir.
Atatürk’ün kurmuş olduğu Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kuruluşların, özellikle Türk dünyasına yönelik kültür birliği düşüncesinin hayata geçirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunduğu görülmüştür. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin güvenlik politikalarının da göz önünde bulundurularak bölge ülkeleri ile işbirliğinin geliştirilmesi ve bu şekilde Balkan ve Sadabat Paktlarının hayata geçirilmesi bu düşüncenin bir sonucudur. Atatürk’ün söz konusu bu birliktelikleri hayata geçirirken, yakın ve uzak Türk Kuşağı stratejisini hayata geçirmek istediğini söyleyebiliriz.
Kaynakça
Akçura, Yusuf, Yeni Türk Devleti’nin Öncüleri: 1928 Yılı Yazıları, Yay. haz. Nejat Sefercioğlu, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 2001.
Atatürk, Ankara: Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, 1980.
Bakan, Mustafa, “Atatürk Türkiyesi’nde Milletleşme Modeli ve Türk Dünyasına Uygulanabilirliği”, Uluslararası Türkiye Cumhuriyeti Sempozyumu Bildirileri (22-24 Ekim 2008), Isparta: 2008, 587-593.
Baklacıoğlu, Nurcan Özgür, Devletlerin Dış Politikaları Açısından Göç Olgusu: Balkanlar’dan Türkiye’ye Arnavut Göçleri (1920–1990), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), 2003.
Cihangir, Erol, Papa Eftim’in Muhtıraları ve Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi, İstanbul: Turan Yayıncılık, 1996.
Çağaptay, Soner, “Kemalist Dönemde Göç ve İskân Politikaları: Türk Kimliği Üzerine Bir Çalışma”, Toplum ve Bilim, çev. Defne Orhun, 93, (Yaz 2002): 218–239.
Çeltikçi, Orhan. “Atatürk’ün Dış Türklere Yönelik Stratejik Öngörüleri”, Uluslararası Türkiye Cumhuriyeti Sempozyumu Bildirileri (22-24 Ekim 2008), Isparta: 2008, 575-579.
Durgun, Sezgi, Memalik-i Şahane’den Vatan’a, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.
Ersanlı, Büşra, İktidar ve Tarih, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003.
Feyzioğlu, Turhan, Türk Milli Mücadelesinin ve Atatürkçülüğün Temel İlkelerinden Biri Olarak Millet Egemenliği, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1988.
Gökalp, Ziya, Türkçülüğün Esasları, İstanbul: (yy), 1967.
Gömeç, Saadettin, Tarihte ve Günümüzde Kırgız Türkleri, Ankara: Akçağ Yayınları, 2002.
Heyd, Uriel, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Çev. Kadir Günay, Ankara: Kül. Bak. Yay. 2002.
İlhan, Suat, “Jeopolitik Gelişmelerin Yönü”, Yeni Türkiye, 15, (Mayıs-Haziran 1997): 1030-1046.
Karakoç, Ercan, Atatürk’ün Dış Türkler Politikası, İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, 2004.
Landau, Jacob, Pan-Turkism From Irredentism to Cooperation, Londra: Hurst&Co. Publishers, 1995.
Özdoğan, Günay Göksu, “Turan”dan “Bozkurt”a Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931–1946), çev. İsmail Kaplan, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002.
Saray, Mehmet, “Atatürk ve Türk Tarihi”, Türk Kültürü, 249, (Ocak 1984): 1-18.
______. Atatürk ve Türk Dünyası, Ankara: TTK, 1995.
______. Türk Dünyasında Eğitim Reformu ve Gaspıralı İsmail Bey (1851-1914), Ankara: (yy), 1987.
______. Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi, Ankara: TTK, 1996.
Sarınay, Yusuf, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları (1912–1931), İstanbul: Ötüken, 1994.
Şimşir, Bilâl, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Ankara: TTK, 1973.
______. Türk Yazı Devrimi, Ankara: TTK, 1992.
TBMM Zabıt Ceridesi, Devre:II, İçtima Senesi:III, Cilt:24.
Yılmazçelik, İbrahim, “Atatürk’ün Dış Türkler Politikası ve Dış Türkler”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, 89, (Mayıs 1994): 35-45.