AHMET KABAKLI’DAN

04 Kasım 2022 14:33 Bünyamin Nami TONKA
Okunma
1131
AHMET KABAKLIDAN

AHMET KABAKLI’DAN
Bünyamin Nami Tonka  

Hayatı üzerine
1924 yılında Harput'ta doğdu. 1931 yılında Elâzığ Numune Mektebine girdi, ilk ve ortaöğrenimini burada tamamladı.  Lise eğitimini Elâzığ Lisesinde tamamlayıp ardından İstanbul Üniversitesi Türkoloji Bölümünden mezun oldu. 20 Kasım 1946 tarihinde "Yunus Emre mi Yalan Söylüyor, Gölpınarlı mı?" başlıklı yazısının Son Saat gazetesinde yayımlanması ile yazı hayatı başladı. Hareket dergisinde "Ayın Hercümerci" başlığı ile yazılar yazmaya devam etti. 1948 yılında İstanbul Edebiyat Fakültesi Türk Dili Edebiyatı Bölümünü bitirdikten sonra Diyarbakır'da öğretmenlik hayatına başladı. İki yıl öğretmenlik yaptı ve aynı zamanda Karacadağ dergisini yönetti. Askerlik görevini Manisa'da tamamladıktan sonra 1951 yılında Aydın Ticaret Lisesinde Edebiyat Öğretmenliği görevine başladı. Aynı lisede öğretmenlik yapan arkadaşı Meşkûre Hanım ile 1952 yılında evlendi.1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesine kaydoldu. 1956 yılında Tercüman gazetesinin düzenlediği fıkra yarışmasında "Üniversitede Münazaralar" yazısı ile birinci seçildi. Eğitim stajını yapmak üzere Millî Eğitim Bakanlığı tarafından bir yıllığına Paris'e gönderildi. Yazılarına "Uzaktan Uzağa", "Paris'ten Paris Notları", "Paris Mektupları" gibi başlıklar altında Paris'ten devam etti. 1958 yılında Türkiye'ye dönünce İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsüne öğretmen olarak atandı. Ankara'dan kaydını aldırdığı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki eğitimini 1959 yılında tamamlayıp avukatlık stajını 1961 yılında tamamlayarak İstanbul Barosu avukatları arasına katılarak kısa bir süre avukatlık yaptı. 1961 yılında Tercüman gazetesinde "Gün Işığında" adlı köşesinde yazmaya başladı. Çapa Eğitim Enstitüsünde 1969 yılına kadar öğretmenlik yaptıktan sonra İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunda Öğretim Görevlisi olarak çalışmaya devam etti. Aynı dönemde, Ankara Yüksek Öğretmen Okulunda da Adnan Ötüken ve Ahmet Nihat Akay gibi alanının önemli otoriteleri de görev yapıyorlardı. 1974 yılında emekli oldu. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarında edebiyat dersleri verdi. 1977'deki Kanlı 1 Mayıs töreni öncesi Rauf Tamer ile birlikte olası bir katliamdan bu katılımcı kitlelerin sorumlu olacağını ifade etmişlerdi.  1 Mayıs 1977 Mitinginde provokasyon yapanların kimler olduğu yine katılımcıların ifadesiyle faşistlerdi. Bundan fraksiyonlar da kendi suçlarını örtmüş oluyorlar ve kamuoyunda da bir algı oluşturuyorlardı. Yine aradan yıllar geçip o günü yaşayan Marksist katılımcılar, kendilerinin silahlı olduğunu ve olayın fraksiyonların güç gösterisinden kaynaklandığını hatıralarında anlatmaya başladılar. Burada da rahmetli Hoca’mız ve o dönemde Tercüman gazetesinde yazar olarak görev yapan Sayın Rauf Tamer haklı çıkmışlardır... Ahmet Kabaklı Hoca’mız, bir yandan Tercüman gazetesinde yazılarına devam ederken 1978 yılında da "Meşkure Kabaklı, Rıfat İzzet Çokum, Sevinç Çokum, İskender Öksüz, Emine Işınsu, Tahir Kutsi Makal, İrfan Atagün, Cahit Dodanlı ve İsmail Gerçeksöz" ile beraber Türk Edebiyatı Vakfını kurdu ve ölünceye dek başkanlığını yaptı.
Tercüman gazetesinde başladığı "Gün Işığında" köşesine 1991 yılından itibaren Türkiye gazetesinde devam etti. 1995 yılından itibaren ise seçilmiş olduğu Türk Dil Kurumu asil üyeliği görevini de sürdürdü. 14 Aralık 1996 tarihinde Aydınlar Ocağı ve 55 gönüllü kuruluşun desteği ile düzenlenen törende, Atatürk Kültür Merkezi'nde kendisine "Şeyhülmuharririn" unvanı verildi.
17 Kasım 2000 tarihinde geçirdiği kalp rahatsızlığı sonucu hastanede tedavi görmeye başladı, 23 Aralık 2000 tarihinde eşi Meşkûre Kabaklı'nın vefatından 47 gün sonra, 8 Şubat 2001 tarihinde öldü.
Adının Yaşatılması
Türkiye'de birçok ilkokul ve liseye Ahmet Kabaklı'nın adı verilmiş olup 2011 yılında ise Ahmet Kabaklı anısına İstanbul'un Fatih ilçesinde Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi içerisinde kendi adını taşıyan ve içerisinde Ahmet Kabaklı'nın özel kitap koleksiyonu ve 30 bin civarında kitap bulunan bir kütüphane açıldı. Ayrıca Elâzığ’da Kredi ve Yurtlar Kurumu bünyesinde Ahmet Kabaklı Erkek Öğrenci Yurdu ismi verilen 2812 kişilik bir öğrenci yurdu açılmıştır.
Eserleri
•    Türk Edebiyatı (5 cilt)
•    Kültür Emperyalizmi, 1970
•    Müslüman Türkiye, 1970
•    Mabet ve Millet, 1970
•    Mehmet Âkif, 1970
•    Yunus Emre, 1971
•    Mevlâna, 1975
•    Ejderha Taşı, 1975
•    Bizim Alkibiades, 1977
•    Ecurufya, 1981
•    Sohbetler (2cilt), 1987
•    Temellerin Duruşması, 1989
•    Güneydoğu Yakından, 1990
•    Şiir İncelemeleri, 1992
•    Doğudan Doğuş, 1993
•    Sultanü’ş-Şuara Necip Fazıl, 1995
•    Şairi Cihan Nedim, 1996
Türk Milliyetçilerinin Çilesi
Biz Türkler, Turan coğrafyası içinde huzurlu ve mutlu olarak yaşıyorduk. Bu yaşayışımızda Turan coğrafyasının tüm güçlükleriyle de mücadele ediyorduk. Türkistan toprakları kuzey kutup dairesinden başlayıp Hint Okyanusu’na uzanıyor, doğudan batıya doğru da Büyük Okyanus’ta başlayıp Fransa ovalarına kadar sürüyordu. Bu büyük coğrafya Türk yurduydu. Biz Türkler, bu coğrafya içinde irili ufaklı devletler kurduk. İnanç sistemimiz "Tengricilik"ti. Burada; kam, baksı, ozan, oyun, şaman dediğimiz inanç önderleri öncülüğünde dinî inancımızı yaşıyorduk. Gök Tengri inancı daha sonraları gelişti ve dinî hayatımızı buna göre şekillendirdik. Bizim on kadar büyük devletimiz ve Mete, Atilla, Cengiz, Timur, Fatih, Yavuz, Kanuni ve Atatürk gibi büyük devlet adamlarımız oldu... Yine, Oğuz Kaan, Dedem Korkut, Hoca Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli, Şeyh Galip, Baki, Nef'i, Nedim, Fuzuli, Ahmet Cevdet Paşa, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin gibi Türklüğün baş tacı olacak edebî ve tarihî metin yazarı önderlerimiz oldu.
On dokuzuncu asır sonu ve yirminci asrın ilk yarısında da Rusya İmpratorluğu'nun içinden çıkan İsmail Gaspralı, Mehmet Emin Resulzade, Sultan Galiyev, Ayaz İshaki, Molla Nur Vahidov, Musa Carullah Bigiyev, Neriman Nerimanov, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi Arsal, Ahmet Caferoğlu, Abdülhamit Süleymanoğlu Çolpan ve diğer yüzlerce aydın yetişti ve bu aydınlar fikirlerini dile getirdi. Batı Türklüğü gerilemeye başlamıştı. Balkanlar’da her topluluk, Batı tarafından silahlandırılıyor ve bu silahlı topluluklar nerede bir Türk görseler, binbir işkence ile onları öldürüyorlardı. Ruslar da yan tarafta Ahmet Buran Hoca’mızdan aldığımız fotoğrafta görüldüğü gibi Türkleri eli kolu bağlıyken seviyorlardı. İsyan eden olursa ortadan kaldırıyorlardı. Aynı uygulamaya seksen öncesi Türk milliyetçileri de maruz kalıyorlardı. Yine yan tarafta metnini verdiğimiz Seyyid Ahmet Arvasi Hoca’mızın söylediği gibi tüm dünyadaki mazlum insanların huzurlu yaşaması için Türk’e destek vermek gerekiyordu. Bu şuurla hayatını sürdüren Türk milliyetçileri birçok zulme maruz kalıyordu. Bizim, devlet adamlarımızın kifayetsizliği de çare bulmayı engelliyordu. Bunun sonucu olarak da Türk'ün kanı oluk oluk akıyordu. Önce Mora'da ayaklanmalar oldu. Binlerce Türk öldürüldü. Türklere genosit uygulandı... İngiliz ve Rusların himayesinde bir Rum devleti kurduruldu. Bu devlet topraklarını hep büyüttü. Alınan topraklar da hep bizim topraklarımızdı... Bu durum Lozan Anlaşması’yla son buldu. Ancak, İkinci Dünya Savaşı sonucu bizim On İki Adalar’dan çekilen İtalyanlar, bu adaları da Yunanlılar verdiler. Dolayısıyla Batı'nın şımarık çocuğu Yunanlılar, Türk'ü öldürme ve elinden topraklarını alma cüretini daima göstermişlerdir. Günümüzde de, bize ait on sekiz adamız hukuksuz bir şekilde işgal etmişler ve bu konuda kimsenin sesi de çıkmamaktadır. Türk milliyetçileri bu konuda seslerini yükseltmektedirler... İşte ilk defa Yunanlıların örnek olduğu bu kervana daha sonra Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Ulahlar, Makedonlar, Karadağlılar ve geçen yüz yıl içinde de Araplar dâhil olmuştu... Fransız İhtilali’nin etkileri bizim coğrafyamızda daha sert olmuş ve bizim topraklarımızda azınlıklar millî devletlerini kurmuşlardır...
Son olarak Anadolu'dan Türklük de silinmek istendiğinde, Yüce Atatürk'ün önderliğinde yeni bir Türk devleti kurularak Türk'ün adını tarihten silmek isteyenlere bir ders verilmiş oldu.
Bu arada, genç Türk devleti, art arda yenilikler yaptı. Eğitim hamleleri geliştirdi. Türkiye'de, milliyetçi bir nesil yetişmeye başladı. 1944 Milliyetçilik Olayı, fikrî altyapıyı geliştirdi. Edebî metinlerin sayısı arttı. Türk’e karşı yapılan haçlı seferleri için daha güçlü bir siyasi yapı düşünüldü. 1969 Adana Kongresinde CKMP, MHP adını aldı ve Genel Başkanlığa da rahmetli Alpaslan Türkeş seçildi... Böylece, Türkiye çapında yeni gençlik örgütlenmesi gerçekleştirildi... Ben de Çanakkale'de, 1972 yılında ilk defa Ülkücü Dünya görüşünün kurucu başkanı oldum. Yönetim kurulumuzda Hilmi Çelik arkadaşımız da vardı. Diğer arkadaşları hatırlayamıyorum. Böylece en batıdan en doğuya Ülkücü Hareket gelişiyordu. Bu harekete ağabeylerimiz destek veriyordu. Yerelde, bilhassa Balkanlar’dan gelen vatandaşlarımız da destek veriyordu. Biz bir avuç kişi de olsak büyük işler yapacak güç ve cesareti kendimizde görüyorduk... Kimseden korkmayan tunç yürekli Türklerdik... Yine bu dönemde, Devlet ve Töre dergileri bize yeni fikirler sunuyor ve biz de fikrî tartışmalarımızda buradan edindiğimiz bilgileri kullanıyorduk. Türk milliyetçiliğinin siyasi ve fikrî temelini bu iki dergi atmıştır, dersek yanlış olmaz, diye düşünürüm. Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti; "Biz; Anadolu'nun kavruk, mazbut, dinî inancı olan, aileye bağlı fakir çocuklarıydık... Aramızda zengin çocukları yoktu. Biz birbirine sırtını dayamış, Anadolu'nun yağız yiğit delikanlılarıydık. Geldiğimiz yeri biliyorduk. Başarılı olmaya mahkûmduk. Bu dayanışma ruhu Türk milliyetçiliğinin temeli olmuştur." demektedir. Ne kadar haklı... Bu çocuklar, öğretmen okullarına gittiler. Oradan Yüksek Öğretmen Okullarına gittiler. Üniversitede okudular. Her şey Türk için Türk'e göre ve Türk tarafından, diye söylem geliştirdiler. Çok çalıştılar ve başarılı da oldular... İşte, bu dönemde Marksist bir devlet kurma ideali olan ve Rusya tarafından da desteklenen bir grup genç, kendi ideallerini hayata geçirmek için Stalin, Mao, Ho, Che, Kastro gibi liderlerin pratiğinden hareketle Türk milliyetçilerine, Ülkücü gençliğe saldırmaya başladılar. Yetmişlerin başından başlayıp 12 Eylül 1980 İhtilali’ne kadar üç bin beş yüz kadar Ülkücü genci şehit ettiler.
Bunlar içinde tanıdığım Erol Türkmen, Ali Bülent Orkan, Selim Aksakal, Salih Zencir, Murat Menteş, Halil Yılmaz ve diğerleri için hâlâ yüreğim yanmaktadır. Yine İsmail Gerçeksöz, İlhan Egemen Darendelioğlu, Kemal Fedai Coşkuner ağabeyleri de rahmet ve minnetle anarım. İşte bu ateşten günlerde, Cumhuriyet gazetesinde yazar olan Uğur Mumcu köşesinde, kimi yazarsa ya şehit ediliyor ya da sürgün ediliyordu... Ben, bir eğitim çalışması için hem Ülkü-Bir Çanakkale Şube Başkanı ve hem de Bölge Temsilcisi olarak 1978 yılı Ağustos ayı içinde yaklaşık yirmi gün Ankara’ya çağırılmış ve gitmiştim. Ülkü-Bir Genel Merkezi’nde toplanmıştık... Orada otuza yakın arkadaşımız vardı. Bilgi verecek ağabeyler de Alparslan Türkeş, Namık Kemal Zeybek, Taha Akyol, Necmettin Hacıeminoğlu, Reşat Genç, Ahmet Bican Ercilasun, Süleyman Hayri Bolay ve daha bazı hocalarımız olmuştu. Verimli bir çalışmaydı. Eğitimciler denilen çalışmanın bir parçasıydı. Burada, Ali Geylan, Hasari Güler gibi arkadaşlar ilk aklıma gelenlerdir. Yine bu çalışma, Muharrem Şemsek koordinesinde yapılıyor ve Nevzat Kavun arkadaşımız da bulunuyordu. 19 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesinde Uğur Mumcu benden bahsediyordu.
Benim bundan haberim yoktu. Muharrem Şemsek ağabey, toplantıya katılarak benim durumumu anlattı. “Aman dikkat! Başına bir şey gelebilir.” dedi. Hakikaten de geldi. Önce Çanakkale’deki iş yerimiz kısa aralıklarla bombalandı. İş yerini kapatmak zorunda kaldık. Yine ertesi günü, devrin Millî Eğitim Bakanı Necdet Uğur’un talimatıyla ve CHP örgütünün isteğiyle Çanakkale’den Kütahya’ya sürgün edildim... Çok çileli yıllar geçirdim.
Bu arada, TÖBDER’li öğretmenler tarafından şikâyet edildim. Soruşturma üzerine soruşturma geçiriyordum. Sonunda, İl İdare Kurulu, afaki suçlarla adı geçen öğretmenin yargılanmasına gerek yoktur, kararı verdi. İşte benim lehime karar veren bu heyet de benim yüzümden başka yerlere sürülmüştü. Hiç günahsız olan bu kişiler de çile çekmek zorunda kaldılar. Doğru iş yapmanın bedelini ödediler. Çünkü siyaset öyle istiyordu. Kararda, 5816 sayılı Kanun’a yönelik suçlarda, Cumhuriyet savcıları resen işlem yapar, dendiği için kararın bu maddesini ayırarak Danıştay da lehime karar verdi. Atatürk’ü Koruma Kanunu’na göre suç isnadıyla ise Cumhuriyet savcısının Türk tarihinin kronolojik seyrini bilmemesinden dolayı yargılandım. Ben ilk duruşmada, Bir Türk milliyetçisi olduğumu, milletimi sevmenin suç olmadığını, sözlerimde Atatürk’ü rencide edecek bir şey söylemediğimi, bunun aklımdan bile geçmediğini ifade ettim. Hâkim, duruşmada bana hakaretler yağdırıyordu. Ben, bu kadar hakaretler üzerine hâkimin üzerine doğru hamle yaptım. Fiilî uygulama yapacaktım. Avukatım, süratle bileğimden tuttu ve “Sen bu suç isnadından beraat edersin ama hâkime yumruk atmakla en az altı ay yatarsın, sakin ol!“ dedi. Beni, yerimde tuttu. Ben de sözlerimin suç unsuru var mı? Yok mu? Öğrenilmesi için bilirkişiye gönderilmesini talep ettim.
Dosya, İstanbul Adliyesine gönderildi...
Ben, tarihî seyir içinde, Atilla, Mete, Alparslan, Fatih ve Atatürk’ü anlattım. Bunu, ne savcı ne de hâkim değerlendiremedi. Ne büyük bir cehalet! Dosyanın takibi için İstanbul’a gittim. İşimi sıkı tutuyordum. Dosyayı, o zamanlar Sultan Ahmet‘te olan Adliye binasına giderek buldurttum. Bilirkişiler tayin edilmiş. Bilirkişiler, Erol Cihan, Köksal Bayraktar ve Kayıhan İçel olarak tespit edilmiş. Ben hiçbirini tanımıyorum. Bilirkişilerden birisini bulup derdimi anlatmak istiyordum. Bana yardımcı olabilir diye Ergün Göze ağabeye gittim. Beni dinledi ve yardımcı olamayacağını belirtti. Ben hayal kırıklığı yaşadım. Oradan çıktık. Bir de Ahmet Kabaklı Hoca’ya gidelim, dedim. Sorduk, evi Aksaray’dan yukarıya doğru sağ taraftaki caminin bitişiğindeki apartmanın ikinci veya üçüncü katıymış. Evi bulduk. Yanımda İstanbul’u daha iyi bilen bacanağım Neşet Yavaş da vardı. Kapıyı çaldık. Bize göre orta yaşta bir hanımefendi açtı. Ben Ahmet Kabaklı Hoca’yla görüşmek istediğimi söyledim. Hanımefendi, böyle durumlara alışık ki,” Evladım! Hoca, gazetede, orada bulabilirsiniz.” dedi. Biz de teşekkür edip Tercüman gazetesinin bulunduğu Merter’e doğru yola çıktık. Gazeteye geldik. Güvenlikçiye, “Ahmet Kabaklı Hoca’yla görüşeceğimizi söyledik.” O da bizi yukarıya yönlendirdi. Biz, Hoca’nın olduğu bölüme gittik. Biz bekliyoruz, çünkü bizden başka birileri daha var. Hoca onlarla görüşüyordu. Onlarla görüşmesi bittiğinde, bizi gördü ve “Gelin bakalım çocuklar.” dedi. Biz kendimizi tanıttık. Uğur Mumcu’nun benimle ilgili bir makale yazdığını ve suçsuz olmama rağmen yargılandığımı ve dosyanın isimlerini yukarıda verdiğim kişilerde olduğunu söyledi. O dönemde, Hoca ve Uğur Mumcu arasında da basında görülen karşılıklı cevapların verildiği bir polemik de vardı. Hoca, bana “Geçmiş olsun.” dedi. Bunlar, herkesin başına gelebilecek şeyler, üzülme, dedi. Yine, bize gönül alıcı sözler söyledi. Ne içeceğimiz sordu. Biz de “çay” diyebildik. Hemen gerekli kişiye isteğimizi iletti. Sonra, bir yere telefon etti. Konuştuğu kişiye, “Sulhiciğim”, diye hitap etti. Biz daha sonra bunun Ordinaryus Prof. Dr. Sulhi Dönmezer olduğunu öğrendik. Sulhi Hoca’ya benim durumumu anlattı. Sonra, bana nasıl yardımcı olabileceğini belirtti, “Bu kardeşimize sahip çıkmalıyız.” diye konuştu. Sulhi Hoca’ya bilirkişi olarak görevlendirilen hocaların adlarını söyledi. Sulhi Hoca “Bunlar, benim öğrencilerim. Ben gerekeni yaparım.” dedi. Sonra, telefonda Ahmet Kabaklı Hoca’yı bekletti ve tekrar konuştu... Daha sonra, karşılıklı mültefit sözlerle konuşarak telefonu kapattı. Bana dönerek, “Kayıhan Hoca, fakültede sizi bekliyor. Kendisiyle görüşün.” dedi. Biz teşekkür ederek oradan ayrıldık. Fakülteye giderek Hoca’nın olduğu yeri bulduk. Kapıyı çaldık ve sonra içeriye girdik. Hoca, bizi bekliyormuş. “Anlatın bakalım.” dedi. Ben de durumumu anlattım. Hoca güldü ve “Biz yargı mensuplarını Türk tarihi ve şahsiyetleri üzerine de eğitmeliyiz. Böyle şey mi olur? Siz gerçek bir Atatürk çocuğu olarak hareket etmişsiniz... Burada, Atatürk’ü en son anlatarak hem tarihe hem de Paşa’ya değerini vermişsiniz. Doğru iş yapmışsınız... Siz, Çanakkale’ye dönün... Merak da etmeyin!” dedi. Biz, geriye döndük. Duruşma günü Adliyedeyim.
Ben de Bilirkişi Raporu’nu merak ediyorum. Hâkim raporu okumaya başladı... Benimle ilgili mültefit sözleri okudu. Bunun tarihî bir kronolojik bilgi olduğunu, Atatürk’ü küçük düşürücü ve büyüklüğüne zarar verecek bir tutum olmadığını, bu söylemin doğru olduğunu, her Türk’ün bilmesi gereken bir görev olduğunu da çok güzel bir şekilde anlatmışlar. Bana, hakaretler yağdıran hâkimin üslubu birden değişti. “Zaten ben de inanmıyordum. Bir Türk öğretmeni, Paşa’ya nasıl hakaret edebilir ki? Kimse, varoluş sebebine hakaret etmez, edemez, etmemeli.” dedi. Bana dönerek, “Bir diyeceğin var mı?” diye sordu... Ben, Bilirkişi Raporu’nu kabul ettiğimi ve bu olmayan suçtan dolayı beraatımı talep ettim. Mahkeme de beraat kararı vererek benim yargılanmamı yine benim lehime sonuçlandırmış oldu... Şimdi, bizim yargılanmamız ve mahkemece aklanmamız gerektiğini söyleyen Uğur Mumcu, beraat ettiğimiz ve aklandığımız dava ile ilgili kendisine bilgi verilmesine rağmen tek bir satır bile yazmamıştır...
Sonuç
Rahmetli Ahmet Kabaklı, Türk kültürü ve medeniyeti üzerine birçok çalışma yapmış ve gelecek nesillere de örnek olmuştur. Bir yazar olarak, aydın kimliğiyle topluma örnek olmuştur. Ayrıca, yetişmesi için büyük gayret gösterdiği milliyetçi Türk gençliğine her durum ve şartta da destek vermiştir. Aradan yıllar geçti. Çanakkale’de, bizim üniversitemiz bir sempozyum düzenlenmişti. Rahmetli Hoca’mız da gelmişti. Bu durumu kendisine anlattım. Hoca’mız, yine kendine has gülüşüyle iyi bir iş yaptığını ve bundan sonra üniversitede kendisinin ardılı olarak beni bıraktığını söyleyerek, beni onurlandırdı... Ayrıca, çevremizdeki bilim insanlarına da beni örnek olarak gösterdi. Mücadeleye devam mesajı verdi. Hoca’mıza Allah’tan rahmet dilerim. Durağı cennet olsun. Dua ile...