TÜRKİYE’DE HÂKİMİYET-İ MİLLİYE İLKESİNİN GERÇEKLEŞME SÜRECİ

05 Aralık 2018 13:21 Prof. Dr.İsmail ÖZÇELİK
Okunma
4358
TÜRKİYEDE HÂKİMİYET-İ MİLLİYE İLKESİNİN GERÇEKLEŞME SÜRECİ

TÜRKİYE’DE HÂKİMİYET-İ MİLLİYE İLKESİNİN GERÇEKLEŞME SÜRECİ

Prof. Dr. İsmail ÖZÇELİK*
Giriş
Eski çağlardan bu yana insanlar bir arada yaşamak mecburiyetinde kalmış ve toplu yaşamışlardır. Sosyal bir gerçeklik olarak bu durum, bir toplumsal düzeni oluşturmayı gerektirmiştir. Bu nedenle her toplulukta bu süreçte iç ve dış hukuk bakımından karşılıklı hak ve sorumluluk alanlarını netleştiren, çıkarları koruyup belirleyen hukuk ilkelerinin oluşturulması zaruretini ortaya çıkmıştır. Bunun tabii sonucu olarak, zamanla hukuk kurallarını yapacak, yürütecek ve bu kurallara uymayanları yargılayacak, gerekirse cezalandıracak bir hâkim güç ve otorite kurumu ortaya çıkmıştır ki, işte bu kurum “devlet”ten başka bir şey değildir.
Devlet kelimesi, etimolojik bakımdan incelenecek olursa; Arapça kökenli bir kelime olup “devl” kökünden, talih, baht, servet, kısmet, iktidar ve egemenlik anlamına gelir.  Sözlük anlamı bakımından “bir hükûmet idaresinde teşkilatlandırılmış olan siyasi topluluk” manasına gelir.  Türklerde devlet mefhumu “il” kelimesi ile karşılanmıştır.
Hukuki açıdan devlet, sınırları belirlenmiş bir ülke toprağı üzerinde bulunan ve belli bir hükûmetle yönetilen ve hukuksal bakımdan egemen olan siyasal örgütlenmedir.  Devlet, genellikle unsurlarından hareketle tanımlanır. Buna göre devlet; “ülke” adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan “insan” topluluğunun bir “egemenlik/hâkimiyet” anlayış ve hukuku içinde, “siyasi iktidar” altında örgütlenmesidir. Devleti oluşturan ve değişmeyen bu temel ögelerden söz etmek gerekirse, bunlar devletin temel esasları olup her halükârda olması gereken unsurlardır.
Bunlardan ilki insan unsurudur. Devlet mefhumunu zaten siyaset bilimciler; “insan topluluklarının siyasi örgütlenmesi” olarak tanımlamışlardır. Bu tanıma göre, insan unsuru devletin açıklanmasında birinci derecede önemlidir.  Modern yaklaşıma göre millet unsurunun kurulabilmesi için manevi nitelikte bağlar yeterli olup, bu manada birlikte yaşama iradesinin mevcudiyeti yeterlidir.  Millet kavramının eski Türkçede karşılığı “budun” idi.
Devletin ikinci ögesi, ülke (vatan) yani yurttur. Ülke, devlet egemenliği ve kudretinin kullanıldığı alandır.  Yurt toprağına, “vatan” denir ki bu birbirinden ayrı toprak parçaları anlamına gelmez, aksine bir bütünlük gösterir.
Devlet için üçüncü şart ise siyasi örgütlenme ve egemenlik yani hâkimiyettir. Egemenlik, siyasal iktidar unsuru ve devletin kudreti şeklinde de anlaşılır. Bu unsur, devletin kurucu ve asli unsurudur. Zira devletin teşkilatlanması ve varlığı için emredici kuvvet ve iktidar bir zorunluluktur. Hâkimiyet kavramı otoriteden farklı olarak ülke içinde biricik meşru güç kaynağı olmayı ifade ederken, ülke dışında yani uluslararası hukuk bakımından tanınma ve bağımsız olmak anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda iktidar sahibi olmak ve muktedir olmak demektir. Hâkimiyetin fiilî ifadesi anlamına gelen “iktidar” olmadan devlette hâkimiyet tesis edilemez.  Devlette iktidar ve hâkimiyet ancak, devletin oluşturacağı kurumlarla şekillenir. Bu kurumlar çağın şartları ve devletin şekline göre değişiklik gösterir. Devlet, tüm icraatlarını oluşturduğu kurumları eliyle yapar. Bu kurumlar devletin temel çalışma alanı ve görevi olarak ortaya çıkan yasama, yürütme ve yargı görevi ile ilgili organlardır.
Evrensel Alanda HÂkimiyet Anlayışı ve Gelişimi
İlk Çağ’da Yunanlı düşünürler hâkimiyeti şehir/siteye mahsus bir güç olarak belirlemişlerdir. Platon ve Aristo ile Romalı düşünürler, hâkimiyeti bir güç ifadesi olarak görmüşlerdir. Orta Çağ’da Augustinus, Marsilius, İbn-i Haldun gibi düşünürler, hâkimiyet üzerinde önemle durmuşlar ve onu toplum için ilahî bir değer olarak kabul etmişlerdir.Yeni Çağ’da ise hâkimiyet anlayışı ferdîleşmiş ve tek kişinin elinde gücü tutmasını öngören bir kavram hâline gelmiştir. Hâkimiyeti elinde tutan şahıs, aristokrat veya seçkin/asil bir şahsiyet olarak bu gücü kullanmış ve böylece sınırsız monarşi sistemleri meydana gelmiştir.
Ancak bu durum 17. yüzyıldan itibaren“Aydınlanma Çağı” ile kamuoyunda başlayan tepkiler sonucunda zamanla hâkimiyet tek kişinin elinden alınarak, topluma mal edilmek istenmiştir. Aydınlanma, genel olarak değerlendirildiğinde aydınlanmayı belirleyen birtakım eylemlerden söz edilebilir. Bunlar sırasıyla hümanizm, deizm veya ateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselliktir. Bunlardan hümanizm, her şeyden önce dünyanın sınırları doğa tarafından değil de ulusal sınırlar tarafından çizilen insani bir dünya olduğu anlamına gelir. Dünya Tanrı tarafından yaratılmıştır. Fakat artık o insanların elindedir. Buna göre dünya, insanın değerleri, tutkuları, umut ve korkularıyla belirlenen insani bir evrede bulunmaktadır.  Bu aşamada insanın evrensel olan doğasına büyük bir inanç beslenir. Temel duyguların, fikirlerin her yerde aynı olup, ulusal kültürel ve ırk bakımından olan farklılıkların yapay olduğunu savunur. Aydınlanma boyunca bir yandan farklılıklara hoşgörü ile bakılırken, bir yandan da insanın doğası ve gerçek anlamı gün ışığına çıkartılmaya çalışılır. “İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir.” sözü aydınlanmanın yâren ilkelerinden biridir.
Bu süreçte 1789 Fransız İnkılabı’ndan sonra, topluma mal edilen hâkimiyet anlayışının savunucularından olan Jean-Jacques Rousseau’nun Toplumsal Sözleşmesi (Du Contrat Social) başlığını taşıyan çalışması,  dünyada çığır açmıştır. Toplum içinde bir araya gelindiği vakit, yaşamı sürdürmek pahasına boyunduruk altına girmeyi doğal olarak istenmeyeceğine işaret eden Jean-Jacques Rousseau ve onun gibi düşünen fikir adamları, devletlerin yönetiminde “hâkimiyet-i milliye” kavramını ön plana çıkarmışlar ve bu kavramın çağdaş devlet rejimlerinin temel unsuru olduğunu ileri sürmüşlerdir. Rousseau,“Toplumsal Sözleşme” isimli eserinde “millî hâkimiyet”in ayrıntılı izahını yapmıştır. Bu eser, devletin temelini insanlar arasında akdedilen toplumsal sözleşmeye dayandırmıştır. Buna göre toplumu oluşturan insanların iradelerinin birleşip kaynaşmasının sonucu olarak, “millî irade” ve“ millî hâkimiyet” kavramları ortaya çıkar. Bu millî hâkimiyet sadece insanların iradelerinin toplamı değildir. Onların üstünde ve onlardan ayrı kendine özgü varlığı olan kolektif bir iradedir. İşte bu yeni irade “millet” denilen ve sadece muayyen bir zamanda yaşayan fertlerden ibaret olmayan mazisi, bugünü ve geleceği ile de var olan manevi bir varlığa aittir. İşte millet denilen bu varlığın arzu ve iradesine “millî irade”, hükümranlık yetkisine de “hâkimiyet-i milliye” denilmiştir. Bu irade devlet içinde bir bütündür, parçalanamaz, kudretli ve en büyük güçtür.
Bu yeni anlayışın neticesi olarak monarşi idareleri zamanla yetkilerini çeşitli oluşumlarla paylaşarak ve sonrasında da bu yetkilerini tamamen onlara devrederek, ortadan kalkmaya başlamış veya ancak varlıklarını sembolik olarak sürdürebilmişlerdir.  Zira artık devlette emredici güç olarak, hukuki iktidar manasında “hâkimiyet-i Milliye” veya “millî egemenlik” temel güç ve kudret sayılmıştır. Gelinen bu süreçte “hâkimiyet-i Milliye”, milletin dışında gücünü başka hiçbir otoriteden almayan ve başka bir otoriteyi tanımayan bir konuma oturtulmuştur. Netice olarak artık “hâkimiyet-i Milliye”, yüksek bir kudret ve ülke içinde ondan üstün veya ona eş değer başka bir kudret ve güç kalmamıştır.
Çeşitli Hâkimiyet Anlayışları ve Türk Devletlerinde Hâkimiyet
Meşruluğu tanınan devletlerde topluluklara göre çeşitli hâkimiyet şekilleri arasında üç çeşit hâkimiyet anlayışı tespit etmek mümkündür. Bunlar, “gelenekçi hâkimiyet”, “karizmatik hâkimiyet” ve “kanuni hâkimiyet”tir.
Gelenekçi hâkimiyet; bu hâkimiyet anlayışında meşruluk süre gelmekte olan ve değişmeyeceğine inanılan düzenin kutsallığı düşüncesine dayanır. Bu anlayışa göre kimin hüküm vereceğini ve hükümdarlık yapacağını var olan mevcut gelenekler belirler. Kudret, güç ve yetki tamamen gelenekler çerçevesinde uygulanır ve icradaki aksaklıklardan sistem değil, uygulayanlar sorumlu tutulur.
Karizmatik hâkimiyet; bu hâkimiyet anlayışında hükümdarlık geleneklerden ve eskiden beri alışılmış davranışlardan değil, doğrudan doğruya hükümdarda veya iktidardakilere Tanrı’nın bir lütfu ve vergisi olarak mevcut olduğu kabul edilen üstün vasıflardan kaynaklanmaktadır. Fevkalade bir siyasi lider idare ettiği toplulukta kendisinin Allah tarafından olağanüstü bir niteliğe sahip kılındığını halka inandırarak, toplumun kendisine tam olarak bağlılığını sağlar. Bu bağlılığın gelenek ve alışkanlıklarla ilgisi olmadığı için karizmatik meşruluk taşıyan kişi topluluğa istediği uygulamaları getirip, yeni hedefler gösterebilir.
Kanuni hâkimiyete gelince; bu hâkimiyet çağdaş hükümranlık anlayışı olup, esasları önceden kanunlarla tespit edilmiştir. Buna göre hâkimiyet sınırları belli yetkiler içinde uygulanır. Hükümdar veya hükmedenler önceden belirlenmiş bu objektif yasa ve düzen kurallarına uymak zorundadırlar.
Hâkimiyet ile ilgili bu genel açıklamaları yaptıktan sonra Türk devletlerinde hâkimiyet anlayışının “karizmatik hâkimiyet” anlayışına uyduğunu söylemek mümkündür. Eski Türk töresine göre devlet, hanedan ailesinin ortak malı ve mirası olduğundan iktidara sahip olmak isteyen hükümdar ailesinin erkek bireyleri devlette hâkimiyeti ele geçirme ve hükümdar olma hakkına sahiptirler. Eski Türk devletlerinde hükümdarlara idare etme hak ve yetkisi Tanrı tarafından ilahî bir lütuf olarak verilmiştir.
Orhun Kitabeleri’nde Bilge Kağan Yazıtı’nda “Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye beni Gök Tanrı oraya oturmuştu.” denilmektedir. Ayrıca Maodun (Mete) MÖ 176 yılında yazmış olduğu bir mektupta kendisinden “Gök tarafından tahta çıkarılmış olan büyük hakan.” şeklinde söz etmektedir. Bu örneklerden anlaşıldığına göre Türk hükümdarlarının idare etmek hak ve yetkisinin menşei ilahî kaynaklı olmuştur. Hakanlar, Tanrı tarafından verilen “kut” sayesinde tahta oturmuş ve Tanrı adına hâkimiyetlerini ifa ettikleri gibi bir anlayış söz konusudur. Bu nedenle Orhun Yazıtları’nda “kut veren Tanrı” şeklindeki tabirler kullanılmıştır.
Eski Türk devletlerinde hâkimiyet anlayışının gelişimine baktığımızda, Türk töresine göre, devlet, hanedanın ortak malı olduğundan hâkimiyeti ele geçirmek isteyen hükümdar ailesinin erkek bireyleri, hâkimiyeti ele geçirme hakkına sahiptirler. Emredici gücü eline alacak olan hükümdar, Türk devletlerinde ancak hükümdar ailesinden bir erkek olabilir. Türk hükümdarlık anlayışında en büyük olanın yani yaşlı üyenin tahta geçme geleneği gibi bir anlayışı söz konusu değildir. Hükümdar olabilmek için mücadeleyi göze almak, sonucuna katlanmak ve bunun için galip gelmek gerekir.
Anlaşıldığına göre, Türklerde tarihte süre gelen hâkimiyet anlayışı karizmatik anlayıştır. Buna göre, hâkimiyet esas itibarıyla ilahîdir. Bunun için kitabelerde “il veren Tanrı” ibaresi kullanılmıştır. Bu ibare şu anlama gelmektedir ki, devleti Tanrı verir. Bu anlayış Göktürklerden sonra teşekkül eden diğer Türk devletlerinde de aynı şekilde devam etmiş ve hâkimiyet müessesesi mutlak olarak,“han”, “hakan”, “kaan”, “sultan”, “bey” veya “padişah” denilen idarecilere Tanrı tarafından verildiği teorik olarak herkesçe genel kabul görmüştür. Netice olarak, “Tanrı’nın yarlık vermesi” sonucu hâkim olma anlayışı söz konusu olmuştur.
İslami dönemde de sultanlar Allah’ın yardımıyla ve onun yer yüzündeki gölgesi “Zil’üllahi fil-arz” olarak hüküm sürmüş ve hâkimiyetlerini tesis etmişlerdir. Tebaa olan halk, onlara Allah’ın bir emaneti olarak görülmüştür. Kendileri “rai” (çoban) halk ise “reaya” dır (sürü).  Uygur, Karahanlı, Gazneli ve Selçuklularla Osmanlılarda bu anlayış hâkimdir. Selçuklularda Oğuzların Kınık boyu Al-i Selçuk adına hükümranlığını kurmuş ve hâkimiyetini sürdürmüştür. Osmanlılarda Kayı boyuna mensup Al-i Osman ailesi aynı hâkimiyeti tesis etmiş ve asırlarca kullanmıştır. Türk tarihinde bu sürçte hâkimiyet sembolleri, hutbede sultanın adının anılması, sikke basılması, bayrak, kılıç, davul ve nevbet gibi alametler olmuştur.
Osmanlı Devleti de dâhil olmak üzere Türk devletlerinde yukarıda açıklandığı üzere iktidara kimin geçeceği noktasında belli bir veraset sisteminin olmayışı hükümdarların hayatını kaybetmesi durumunda devlette karışıklıklara yol açmış ve devletler bu nedenle zayıflamış, bölünmüş veya tarihe karışmıştır.
Türk Devletlerinde Hâkimiyetin Hükümdara Tevdi Edilişi
Orta Asya Türk devletlerinde hükümdarlık için belli bir veraset prensibinin olmayışı hükümdarın kim olacağı hanedan üyeleriyle büyük kumandan, memurların ve tabii prenslerin istişare ve kurultaylarla belirleniyordu. Osmanlılarda da veziriazamların genellikle hükümdarların belirlenmesinde önemli rol oynadıklarını görüyoruz. Ancak Fetret Devri'nde ve I. Mehmet ile II. Murat zamanında uç beylerinin tahtın sahibini tayin ettikleri bilinmektedir. Eski Osmanlı rivayetlerinde Osman Gazi'nin bir kabile toplantısında bey seçildiği iddia olunur. Âşık Paşazade ye göre, Orhan Bey Ahilerden müteşekkil bir toplantıda seçilmiştir. I. Murat ölünce, beyler toplanarak Bayazid’in onun yerine geçmesini uygun görmüşlerdir. Daha sonraki dönemlerde de bey ve sultanların tahta geçişleri “Allah'ın yardımı ve rey sahiplerinin uzlaşması”na bağlanmıştır. Rey sahiplerinin uzlaşması cülus fermanlarında“İttifak-ı eshabı ara ve şûra” şeklinde ifade edilmiştir. Şüphesiz bu toplantılarda kuvvet ve çıkar hesapları sonucu etkiliyordu. Ancak halk arasında teorik olarak bu sonucun Tanrı iradesi ile belirlendiği esası yine de genel kabul görüyordu.  Burada dikkat edilmesi gereken husus eski Türk hâkimiyet anlayışına göre, hâkimiyetin belli bir şahsa değil, bütün aileye ait olması anlayışıdır. “Ülüş anlayışı”  uygulaması denilen bu “ortak hâkimiyet anlayışı” Türk devlet geleneğine has bir anlayıştır.  Bu anlayış Selçuklularda ikta ve Osmanlı Devleti’nde de tımar sisteminin zeminini oluşturmuştur.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nde bu teamülden ortaya çıkan olumsuz sonuçları bertaraf etmek üzere “Fetret Devri”nde çıkan karışıklık sonrasında, Fatih Sultan Mehmet bu duruma çekidüzen vermek ve kardeş kavgasını önlemek üzere çıkardığı ünlü Kanunnamesi ile“Her kimesneye evladından saltanat müyesser ola, kardeşlerin nizam-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir, anınla amil olalar.” diyerek, devlet ve milletin selameti için kardeş katlini meşru kılan ünlü Kanunname’sini çıkarmıştır. Ancak buna rağmen sorun çözümlenememiştir.  Osmanlıların klasik döneminde hâkimiyet yetkisinin kimler tarafından verildiğini göstermek için IV. Mehmet’in cülus fermanındaki bazı ifadeler dikkat çekicidir. Bu Ferman özetle şöyledir. “Tanrı’nın inayetiyle ve şahsımdaki istidat sayesinde sultan olup, vezirlerin, ulemanın ve halkın reyleri ile saltanat tahtına oturtuldum ve camilerde hutbe ve sikke üzerinde ismim zikrolundu, siz valiler ve kadılar bu yazıyı alır almaz, derhâl şehir ve köylerde halka cülusumu ilan edip, hutbeyi adıma okutturansınız.”
Osmanlı Devleti’inde Klasik Hâkimiyet Anlayışının Gerileyişi ve Hâkimiyet-i Milliye Arayışları (Saltanat Rejiminin Sarsıntı Geçirmesi)
İlk olarak, I. Ahmet zamanında, saltanat veraseti ve hâkimiyetin kimde olacağı konusu, değiştirilmiş ve padişahlığın Osmanoğulları içinde yaşça en büyüğüne intikali sağlanmış böylece kardeş katlinin önüne geçilmiştir. Bu kanun Abdülmecit ve Abdülaziz zamanında gösterilen gayretlere rağmen, Osmanlı hanedanın çöküşüne kadar devam etmiştir. Nitekim bu dönemde padişahların tahta cüluslarında hattıhümayunlarda yer alan “Bi’l- ırsive’l- istihkak” kaydı yer almıştır.  Zaten 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde herhangi bir taht mücadelesi görülmemiş ve bu kural yerleşmiştir. 1876 yılında ilan edilen Kanun-ı Esasi’de de bu kural yer almış ve yasallaşmıştır.
İlerleyen yıllarda Osmanlı Devleti’inde hâkimiyetin padişah ve hükümdarlar eliyle kullanıldığı bu genel durum, Fransız İhtilali'nin dünyaya yaydığı ve yeni bir anlayış olan hâkimiyet-i milliye fikri ile çelişmeye başlamıştır. Bu bağlamda sultanların hâkimiyeti de sarsıntı geçirmeye ve aydınlar tarafından sorgulanmaya başlamıştır. Nitekim, II. Mahmut’un tahta geçmesiyle 1808 yılında ilk olarak “Meşveret-i Amme” adı verilen Anadolu ve Rumeli ayanlarından başka devlet adamlarıyla ulemanın katıldığı büyük bir toplantı yapılmıştır.  Osmanlı Devleti'nde 1808 yılında “Sened-i İttifak”  olarak tarihe geçen basit bir Anayasa taslağı biçimindeki bir belge imzalanmıştır. Böylece hükümdarlık makamı hâkimiyet bakımından ilk önemli sarsıntıyı geçirmiştir.  Bu tarihte II. Mahmut 29 Eylül 1808’de Alemdar’ın isteğini uyup, Rumeli ve Anadolu'nun meşhur ayanlarını Kâğıthane’deki Çağlayan Köşkü'nde huzuruna kabul etti. İlk defa siyasi alanda varlığı kabul edilen ayan, ağa devlet erkânı, ulema ve ocaklar reformcu Ayan Sadrazam Bayraktar Mustafa Paşa'nın başkanlığında İstanbul'daki bir kurultayda toplanmışlardır. Osmanlı hanedanının egemenliği altında siyasi bir uzlaşmaya varılmış ve böylelikle devletin ayanlarla olan karşılıklı çıkarları, itimat ve anlayış ortamı ile belirlenmiştir.  Senedi imzalayan ayan ve eyalet valileri padişaha bağlılıklarını belirtiyorlar sadrazamın mutlak temsilcisi olarak kabul etmeye söz veriyorlardı. Buna göre, Osmanlı vergi düzeni tüm eyaletlerde uygulanacak padişaha ait olan gelirlere el konulamayacaktı. Buna karşılık padişah adil ve eşit vergiler söz veriyordu. Ayanlar asker toplama işinde devlete yardım etmeye söz verdiler. Bu hükümdar otoritesini sarsan ilk düzenleme olmuştur.
İkinci düzenleme de Tanzimat Fermanı’nın 3 Kasım 1839 Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından yazıp yeni sultan adına ilan edilmiş olmasıdır. Osmanlı Devleti’nde ilk defe yönetenlerle yönetilenler arasında bir sözleşme sayılan  “Gülhane Hatt-ı Hümayunu”nun metni Osmanlı Devleti ileri gelenleri ve yabancı diplomatların önünde okundu protokol ve metin olmak üzere iki bölümden oluşuyordu.  Burada da sultan ilan edilen ilkelere bağlı kalacağına iç ve dış kamuoyu önünde yemin ediyordu ki, bu Osmanlı tarihinde ilk defa yaşanana bir olay olmuştur.
Tanzimat’ın ilanından on yıl önce 1829 yılında Osmanlı Devleti'nin bir vilayet olan Mısır’daki Vali Mehmet Ali Paşa, her yıl birkaç gün toplanan bir “Cuma Meclisi” tayin etmek suretiyle, sınırlı da olsa halk egemenliğine dayanan “Meclis Sistemi”ni uygulamaya koymuştur.
 Osmanlı Devleti'nde Tanzimat Fermanı ile beraber hâkimiyet alanında atılan adımlar daha ileriye götürülmüş ve 1845 yılı ve sonrasında Padişah Abdülmecit tarafından çeşitli isimlerle devletin işleyişinde meclisler oluşturulmuştur. Bunlardan biri de “Meclis-i Âli-i Tanzimat” isimli meclistir (1853). Başarısız da olsa bir parlamenter rejim denemesi sayılabilir. Zira her eyaletten, yörelerinin gereksinmelerini bildirmek üzere ikişer temsilci İstanbul'da ki bu meclise toplantıya çağrılmış ve bu meclisçe devlet hayatında yeni düzenlemeler yapılmıştır.
Bundan bir müddet sonra Osmanlı Devleti'nin Kuzey Afrika’da yer alan “Garp Ocakları” ndan biri olan Tunus'ta 1861 yılında Tunus Beyi Muhammed Sadık’ın girişimi ile Müslüman ülkelerde ilk kez Avrupa tipine uygun ilk Anayasa (Kanunü’d- Devle) ilan edilerek, yönetimin sorumluluğunu millet ile paylaşmak istemiştir.  Yine Mısır'da 1866 yılında Hidiv İsmail Paşa, sınırlı bir “Danışma Meclisi” kurarak ilk seçimli meclis denemesinde bulunmuştur.
Osmanlı Devleti'nde “hürriyet hareketleri” veya “liberal hareketler” diye adlandırılan ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan bu girişimler ve Anayasa ile parlamenter rejime geçiş denemeleri karşısında klasik saltanat ve hükümdarlık anlayışı, sarsıntı geçirmeye başlamıştır. Bu arada Avrupa’daki örneklerine benzeyen daha iyi bir yönetim biçimine kavuşmak ve devletteki kötü gidişi düzeltmek için bazı arayışlar da bu istekle karışmıştır.
Nitekim 1859 yılında “Kuleli Vakası”  adı ile idareyi Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen, ilk siyasi parti niteliğindeki “Fedailer Cemiyeti” tarafından planlanan, ancak, 14 Eylül 1859 günü bir ihbar sonucu ortaya çıkartılan ve Abdülmecit'i devirip, onun yerine Abdülaziz'i tahta geçirmek isteyen başarısız bir darbe girişimi yaşanmıştır. 
Zamanla Osmanlı Devleti'nde bu teşebbüsler giderek artmış ve mutlakıyet idaresi yerine bir Anayasa ve parlamento ihdas edilmesi gerektiği fikri yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Zira III. Selim zamanından beri yurt dışına öğrenci gönderilmesi, ikamet elçiliklerinin kurulması, matbuat alanındaki gelişmeler ve Avrupa ile artan ilişkiler yeni bir devlet düzeni fikrini geliştirmiş ve Kanun-ı Esasi ilanı düşüncesi, Meşrutiyet ile Cumhuriyet idareleri hakkındaki düşünceler aydınlar ve bürokratlar arasında çeşitli mahfil ve meclislerde dillendirilmeye başlamıştı.
Osmanlı Devleti’nde 19.yüzyılın ortalarından sonra 1865 yılında bir örgüt şeklinde “Yeni Osmanlılar” gizli bir muhalefet hareketi oluşturdular. “Yeni Osmanlılar” örgütünün içerisinde yüksek devlet memurlarının da bulunduğu 245 üyesi vardı.  Yeni Osmanlılar örgütü sultan Abdülaziz'in sıkı ve katı hükümdarlığında “meşruti hükûmet” ve vatandaşların “temsil hakları” gibi düşüncelerini yaymaya başlamıştı.  Kendileri iktidara gelmek için zamanla Abdülaziz'in tahttan çekilmesi ve onun yerine V. Murat'ın tahta çıkmasını en iyi formül olarak görüyorlardı. Çoğu Meşrutiyet (taçlı demokrasi) taraftarıydılar.  Cemiyet üyeleri, güçlerini basın vasıtasıyla gösteriyor ve Veliaht V. Murat'la Kurbağalıdere’deki köşkünde görüşerek faaliyetlerini gizlice yürütüyorlardı. 1867 yılına gelindiğinde cemiyet, Mustafa Fazıl Paşa önderliğinde saray karşıtı büyük bir güce ulaşmıştı.  Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa, Paris’ten Sultan Abdülaziz’e bir kısmı Fransızca yazılmış bir mektup göndererek, saltanat rejimi yerine meşruti bir yönetime geçme ricasında bulunmuştu. Söz konusu mektup İstanbul gazetelerinin bir kısmında da yayınlanmıştı.
Mustafa Fazıl Paşa, 1868 yılında Marsilya yoluyla Paris’e giden Sultan Abdülaziz’den af talebinde bulunmuştur.  Sultanın bu isteği kabul etmesi üzerine Mustafa Fazıl Paşa, İstanbul’a dönmüş, ancak bundan sonra Yeni Osmanlılar arasındaki fikir ayrılıkları büyümüş ve kısa süre sonra da örgüt dağılmıştır.1871 yılından sonra örgüt üyeleri İstanbul’a geri dönmeye başlamış ve değişik devlet makamlarında görevler üstlenmişlerdir.
Bu ilk hareket başarısız kalmışsa da Jön Türklerin faaliyetleri devam etmiştir. Aydınlar, padişahın varlığını kabul etmekle birlikte, onun halk adına denetlenmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Bu nedenle Meşrutiyet taraftarı aydınlar kovuşturmaya tabi tutuldular. Özellikle Sultan Abdülaziz döneminde bu baskılar artmış ve Namık Kemal, Ziya Paşa gibi hürriyet hareketinin öncüleri aydınlar yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Ancak zamanla Batılıların “Jön Türk” adını verdiği bu aydın hareketi gelişmiş, ordu ile de iş birliği yaparak ve şeyhülislamdan da fetva alarak, başta Mithat Paşa ve Hüseyin Avni Paşa olmak üzere Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmişlerdir. V. Murat’ ı tahta çıkarmışlarsa da (1876) bir süre sonra akli dengesinin bozuk olduğu anlaşıldığından onu da tahttan indirilmişlerdir.  Bunun yerine bu defa Mithat Paşa önderliğinde Meşrutiyet ilanını kabul edeceğini beyan eden II. Abdülhamit ile anlaşılarak, kendisini tahta çıkarmışlardır.
II. Abdülhamit, tahta geçince Mithat Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Belçika Anayasa’sından istifade edilerek, bir komisyon marifetiyle yeni anayasa hazırlanarak, Türkiye'de parlamenter rejime geçilmiştir (23.12.1876). Böylece ilk defa Türk siyasi hayatında bir parlamento yani Meclis ve hukuk açısından da bir anayasa “Kanun-ı Esasi” Türkiye’nin siyasal gündemine oturmuş ve Meşrutiyet yönetimine geçilmiştir. Meşrutiyet parlamentosu sultanın tayini ile gelen 25 üyeden kurulu bir “Ayan Meclisi” ve seçimle vilayetlerden gelen 120 üyeli “Mebusan Meclisi”nden oluşturulmuştu.
1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı'nın başlaması ve Balkanlar’daki karışıklıklar üzerine Kanun-ı Esasi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak, Sultan II. Abdülhamit Meclisi kapatmış ve Kanun-ı Esasi’yi yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece, yaşanan iç ve dış gelişmeler üzerine toplanan ilk Osmanlı parlamentosu aynı yıl kapanmıştır (14 Şubat1878).“Meşruti parlamenter rejim” sona ermiş ve halk egemenliğine dayanan sistem sonlandırılmıştır. Sonuç olarak, Kanun-ı Esasi yürürlükten kaldırılmış ve Osmanlı Devleti'nde yeniden mutlakiyet idaresine dönülmüştür.
Ancak, II. Abdülhamit'e karşı “hürriyet”, “adalet”, “eşitlik” ve “kardeşlik” (hürriyet, adalet, müsavat ve uhuvvet) gibi sloganlarla meşrutiyet yeniden kurma çalışmaları hiç durmamış ve devam etmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyetinin kuruluşu, Mekteb-i Şahane de İbrahim Temo, İshak Sükûti, Abdullah Cevdet, Mehmet Reşit,Hüseyin zade Ali ve diğerlerinden oluşan 12 kişilik bir öğrenci topluluğu İttihat ve Terakki Cemiyetini kurdular. Bu kuruluş, Sultan Abdülhamit'e karşı gelişen “Jön Türk” hareketinin gerçek başlangıcı sayılmıştır.
1895 yılından sonra faaliyetlerini hızlandıran cemiyet, Paris ve Kahire şubelerini de açmıştır. Böylece İttihat ve Terakki yurt dışında önem kazanmaya başladı. Paris'te Ahmet Rıza Bey, Kahire de ise İsmail İbrahim Bey cemiyeti idare ediyorlardı. Ya da yurt içinde darbe teşebbüsünde bulunacaktı. Buna göre Bab-ı Ali, nazırlar toplantısı sırasında basılacak ve aynı sırada şehzade Raşit Efendi ele geçirilecek de sonra şeyhülislamdan Abdülhamit'in tahttan indirilmesine izin veren bir fetva alınacak ve yerine önceden tahttan indirilmiş olan V. Murat veya kardeşi Mehmet Reşat getirilecekti. Ancak durumun duyulması üzerine bu plan uygulamada başarılı olamadılar ve hareketin elebaşları farklı yerlere sürülmüştür (1897).
Binbaşı Enver ve Talat üye bulundukları Selânik’teki Osmanlı Hürriyet Cemiyeti 1908’de Makedonya’da ayaklandı. Cemiyet daha sonra 1876 Kanun-ı Esasi’sini yeniden uygulanmaya konmasını II. Abdülhamit’ten istedi. Bunun üzerine padişah, 24 Temmuz 1908’de 31 yıl önce yürürlükten kaldırdığı Meşrutiyet’i yeniden ilan etmiştir.  Bir yıl sonra 31 Mart Vakası’nın ardından (13 Nisan 1909) Sulatan Abdülhamit ayaklanmadan sorumlu tutularak, tahttan indirilmiştir. Kanun-ı Esasi’de önemli değişikliler yapılarak, padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır. Meclisin üstünlüğüne dayanan yeni bir sistem kurulmuştur. Meşruti idare tarzı, Osmanlı Devlet’inde 1. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar sürmüştür.
Kamuoyu Nezdinde Hâkimiyet-i Milliye Düşüncesinin Gelişim ve Değişimini Etkileyen  Faktörler
Kamuoyunun Oluşumu: Osmanlı öncesi ve “Klasik Osmanlı Dönemi”nde Nizam-ı Cedit Dönemi’ne kadar “kapalı kamuoyu” varlığından söz edilebilir. Bu dönemde haberleşme ve ulaşım imkânları çok azdır.19 yüzyıla kadar dünyada olduğu gibi Osmanlı Devleti'nde de halk arasında haberleşme çok zordu ve uzun zaman alırdı. Modern dünyanın iletişim imkânlarının olmadığı bu dönemde, bir yerleşim yerinden diğer bir yerleşim yeri arasındaki haberleşme coğrafi koşulların da etkisi dikkate alındığında çok yavaş oluyordu. İletişimin yavaş olması halkın bir talep doğrultusunda örgütlenmesinin de önüne geçiyordu. Halk başka beldelerden haberleri bulundukları yerleşim yerinin pazarına gelen tüccarlardan, camide verilen vaazlardan, cuma namazı için çevre köylerden kasabaları gelenlerden, tarlalarda, kahvehane ve meyhane sohbetlerinden veya tarikat toplantılarından öğrenirdi.  Bunlar dışında bir de nadiren memleketlerine gelen seyyahlardan bazı haberleri alıyorlardı.
Ayrıca Memalik-i Osmaniye’nin farklı coğrafyalarında yer alan tekke ve zaviyeler kamuoyu oluşturma ve haber alma noktasında muhtemelen en etkili olan kurumlar olmuşlardır. Zira bunların çok sayıda taraftar ve müritleri bulunmaktaydı. Kanaat önderi konumundaki tarikat liderleri buraya gelen taraftarlarını bilgilendiriyor ve gelişmelerden bir şekilde onları haberdar ediyorlardı. Osmanlı Kuruluş Dönemi’nde yaygın olan tarikatlar Mevlevi Rufai ve Halveti tarikatı var idi. İlerleyen yıllarda Osmanlı yönetimi tarikatları kontrol etmede zorlanmıştır. Tarikatlar dinsel içerikli felsefi düşüncenin yaygınlık kazandığı gibi siyasi otorite hakkında da spekülasyon üreten merkezlerdi.  Zira tarikatların Osmanlı topraklarının hemen her yerde bulunan faaliyet merkezleri arasında sürekli haberleşme mevcuttu. Bu yerlerin kamuoyu oluşturmada azımsanmayacak güçleri vardı. Anadolu'da heterodoks tarikatların çıkardıkları ayaklanmalar dikkate alındığında iktidar üzerindeki etkilerinin ne derecede güçlü olduğu anlaşılır.
Kamuoyu oluşturmada bir diğer yol kahvehanelerdir. Kahve tüketiminin Osmanlı ülkesine girmesiyle kahve içilen mekânların sayısı artmıştır. Zamanla âlimler tarafından kahvehanelerin rağbet görmesiyle buralar ilim sohbetlerinin yapıldığı mekânlar olmuştur. Bazı durumlarda bu yerler halkın merkezî yönetime karşı tahrik edildiği merkezler oldular.  Özellikle Celali İsyanlarının yaşandığı dönemde kahvehanelerin etkisi küçümsenmeyecek derecededir. Çünkü devlete karşı bir memnuniyetsizlik olduğunda yapılacak isyan hareketlerinin yol haritası kahvehanelerde çizilmiş ve buralarda planlanmıştır. Bundan dolayı 17-18 yüzyıl boyunca kahvehaneler zaman zaman kapatılmıştır. IV. Murat devrinde yangının kahvehanelerde içilen tütünden kaynaklandığı söylentileri üzerine başta İstanbul olmak üzere, bütün şehirlerdeki kahvehanelerin kapatılması yoluna gidilmiştir. Bozahane ve meyhaneler de halkın bilgilendirildiği mekânlar olmuştur.
Kamuoyu oluşturmada kullanılan bir diğer yöntem ise tellallık mesleği olmuştur. Tellallar bir haberi çarşı ve meydan dolaşarak halka duyurulardı. Ancak bu duyuruların bir kısmı özel olmakla birlikte daha çok resmi nitelikli duyurulardı. Cami ve mescitlerle cuma günleri şehir ve kasabalara inen halk bu ibadet yerlerinden de haberler alabiliyordu. Yukarıda sayılanların dışında kamuoyu oluşturmak için herhangi bir seçenek bulunmuyordu.
Matbaa, Kitaplar ve Basın ile Gelen Değişim: Kamuoyu oluşturmada matbaanın Osmanlı Devleti’nde kullanılması, Nizam-ı Cedit Dönemi’nde yurt dışına öğrenci gönderilmesi, ikamet elçiliklerinin kurulması, kitap gazete ve mecmuaların basımı ve bunların yaygınlaşması kamuoyu oluşturmada hızlı bir oluşum ve değişimi beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda Avrupa ile artan sıkı ilişkiler. Kamuoyu tesirlerinin ve baskısının artmasına, insanların bilinçlenmesine yol açmıştır. Böylece Avrupa’da gelişen yönetim biçim ve tarzlarının bir benzerinin de zamanla Osmanlı Devleti'nde de uygulanması için kamuoyu talepleri artmıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti’nde başlayan ve yaygınlaşan eğitim faaliyetleri ve yeni okulların açılması ile okuryazar oranının artması bu noktada olumlu bir rol oynamıştır denilebilir. Zira askerî ve sivil okulların açılması bu kitlelerin beklentilerini yükseltmiştir.
Buna ilaveten dış devletlerin Osmanlı Devleti üzerindeki baskıları da Tanzimat ve sonrasında bir hayli fazlalaşmıştır. Sonuç olarak kamuoyu baskısı içeride ve dışarıda yoğunluk kazanmış, bu durum ister istemez hükümdarlık rejiminin sarsılmasına yol açmıştır. Aydınların artan bu talepleri ve diğer dış gelişmeler Osmanlı sultanlarının otoritesini ciddi anlamda tartışmaya açmış ve sarsmaya başlamıştır.
Neticede Nizam-ı Cedit Dönemi ile birlikte tam anlamıyla modernleşme dönemine giren Osmanlı Devleti, idari ve askerî kurumlarını Batı usulüne göre değiştirmeye başlamıştı bu değişim ve dönüşüm fikrî sosyal ve siyasal hayatta da yaşanmaya başladı. Fransız İhtilali’nden sonra dünyada yayılan hürriyet, eşitlik ve milliyet gibi kavramlar dünyada olduğu gibi Osmanlı Devleti'nde de etkisini göstermiştir.Osmanlı Devleti'nde Fransızca yayın yapan pek çok gazete vardı. Ancak ilk Türkçe yayın yapan gazete aynı zamanda bir resmî gazete olan Takvim-i Vekayi olmuştur.  İlk özel gazete ise 1840 yılında yayın hayatına giren Ceride-i Havadis gazetesi olmuştur. Bu gazete de devlet yanlısı yayın yapmak üzere devletçe yardım edilmesine rağmen yine de fazla okuyucu sayısına ulaşamamış ve gazete bir süre sonra kapanmıştır.  Şinasi ve Agâh Efendi 21 Ekim 1860'da Tercüman-ı Ahval gazetesini yayın hayatına kazandırdılar. Ahmet Refik Bey, Şeref Bey, Hasan Suphi gibi kalem ve düşünce adamları olan yazarlar Tercüman-ı Ahval gazetesinde ki yazılarında Osmanlı Devleti'nin kurtuluşunu toplum yapısını bozmadan, Batı’nın teknik ve yönetim metotlarını armada görüyorlardı.
Gazete ve onları izleyen dergiler, Osmanlı toplum hayatına yerleşmeye başlayan yeni düşünceler çerçevesinde kamu kamuoyu oluşturma çabası içine girmişlerdi. Bu yolla Osmanlı toplumu artık dünyada olup bitenlerden haberdar oluyordu. Ancak gazete sahip ve yazarları yayın yaparken devletin idare düzenini eleştiren yazılar da yazmaktan geri durmuyorlar, bu nedenle 1864 yılında gazeteleri çekidüzen vermek için devlet “Matbuat Nizamnamesi” adıyla bir kanun yayımladı.  Ancak bu Nizamname çok etkili olmamıştır. Muhbir gazetesi, “Girit Meselesi” üzerine yönetimi eleştiren olumsuz yazılar başlatmış ve millî meclisin açılmasını önermişti. Bunun üzerine gazete maarif nezaretinin emriyle kapatıldı. Gerekçe ise hükûmet aleyhinde yazılar gösterilmiştir. Namık Kemal'in Tasvir-i Efkâr gazetesi de “Şark Meselesi” adlı yazısının yayımlanması ve ülkenin içinde bulunduğu zor şartları açıklaması bardağı taşıran son damla olmuş ve 1867 yılında “Ali Kararname” çıkarıldı. Böylece basın üzerindeki baskı biraz daha artmıştır. Bütün bu baskılara rağmen gazeteler yönetimin kötü gidişatını eleştiren yazılar yazmaktan vazgeçememişlerdir. Eleştirilere son noktayı koymak isteyen devlet, 1876'da basına sansür uygulaması getirerek gazetelerin yayından önce denetlenmesi usulünü getirdi. Ülkedeki karışıklıktan yönetim basın sorumlu tutmuştur.
II. Abdülhamit Osmanlı-Rus Savaşı’nı gerekçe göstererek, “Meclis-i Mebusan” ı kapattıktan sonra, 1908 yılına kadar basın için en sıkıntılı dönem başlamıştır. 1887 yılında her çeşit gazete ve dergi yazı işleri müdürleri gazeteye girecek bütün yayınların provalarını her akşam sansür kuruluna sunuyorlar, memurlar gerekli gördükleri paragraf cümle ve kelimeleri çıkardıktan sonra metinleri geri gönderiyorlardı. Sansür memurları bazı kelimelere yasak getirmişlerdi, bu kelimeler; görev, suikast, ihtilal, anarşi, sosyalizm, dinamit, infilak, kargaşa, hall, Kanun-ı Esasi, hürriyet, vatan, müsavi, Bosna-Hersek, Makedonya, Girit, Kıbrıs, Yıldız, büyük burun, cumhuriyet, beynelmilel, istibdat, inkılap ve benzeri kelimelerdi.
Takibat ve sansüre rağmen İttihat ve Terakki taraftarları büyük bir gizlilik içinde hareket ederek gazete ve dergilerini yurt dışında da çıkararak kamuoyu oluşturma gücünden yararlanıp, toplum arasında fikirlerini yaymışlardı. Yaşanan uzun yıl ve gelişmelerden sonra 4 Temmuz 1908'de İstanbul gazetelerinde İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği ve 1876 anayasasına göre seçimlerin yeniden yapılacağı beyan ediliyordu.
Haberleşme ve iletişim alanında yaşanan bu değişim ve dönüşüm hâkimiyet-i milliye fikrinin geliştirilmesine ve gerçekleşmesine önemli katkılar sağlamıştır. 
Millî Mücadele Yıllarında Hâkimiyet Anlayışının Gelişimi ve Uygulanması