KIRIKÇI İSMAİL AĞA

06 Nisan 2017 19:24 Hüseyin ÖZBEK
Okunma
4574

KIRIKÇI İSMAİL AĞA

Av. Hüseyin Özbek                    

İsmail Ağa’nın hanesine kadar zağar gibi durmaksızın koşan Maraz Oğlan bahçe kapısının tutamağına yapışır yapışmaz olduğu yere çöküverdi.  Yukarıya seslenmeden önce azıcık soluklanmak istedi. Soluğan beygir misali kesik kesik öksürüyor, nefesi tıkanıyordu.  Kalkıp iki adım ötedeki avlu kapısına ulaşmaya gözü kesmiyordu. Tere batmış urbasının tuz değirmeninden çıkmış gibi gün vurdukça ağarıp kabuklaşan arka kısmı sırtını acıtmaya başlamıştı. Biraz kendine gelir gibi olunca tekrar düşmemek için kapı tokmağından tutarak yukarıya seslendi:

 -İsmail emmi, oy İsmail emmi!

İsmail Ağa, sabahın erkeninden gecenin leyli vaktine kadar kapıya dayanan davetsiz konuklara, telaşlı ünlemelere alışıktı. Bismillahla kurulduğu yer sofrasında mis kokulu tarhanaya çalakaşık girişmeye hazırlanıyordu.  Maraz Oğlan’ın ağlamaklı sedasını duyunca hemen doğruldu. Siftah etmediği sabah tarhanasını, dumanı üstünde saç ekmeğini, şimşir kaşığı tablaya bırakıp hızlıca aşağı indi. Yeni yeni kendine gelen Maraz Oğlan’ın kendince ifadesini aldı. Nevruz ineğin ayağının yaylada kırıldığını, kağnıya yükleyip köye indirdiklerini, geliğe uzatı verdikleri ineğin önüne konan arpa samanına, mısır katığına bana mısın demediğini bir çırpıda anlatı verince gerisini dinlemeye gerek görmedi. Dili bağlı Nevruz’u daha fazla zarıncamada bırakmak olmazdı. İç avlunun çatmasına asılı zembili omuzladığı gibi bahçe kapısına yöneldi.  

Karısı Koca Şerife’nin;

-Adam karnını doyur da git, yol uzun. Baş köy yakın yer mi türünden laflarına aldırmadı. Kızılca kurtlar yiyesi, devrile kalası, çift çubuk yine geri kaldı gibi ilenmelerini de duymazdan geldi.

Çevre köylerden ala ineğinin ayağı kırılan, sakar kömüşünün boynuzu çıkan İsmail Ağa’nın kapısına dayanırdı. Ömründe mektep medresenin eşiğinden geçmemiş Kekeme emmi büyüklerden gördüğüne kendi ferasetini de ekleyince yörenin alaylı baytarı olup çıkmıştı. Mal canın yongası diye boşuna dememişler.  Cana gelmesin mala gelsin dense de malın ziyanı son kaldı sahibinden çıkar.  İneği yardan uçan, danasının boynuzu kırılan oğul uşaktan tez ayaklısını Aşağı Yazı köyüne salardı;

- Aman oğlum Aşağı Yazı’dan Kekeme İsmail Ağa’ya selamımı söyle, iki eli kanda olsa tez vakitte geliversin. Durum böyleyken böyle dersin. Hadi bakalım.

Ulak, tepelerden yel derelerden sel misali akıp Yazı köyünü tutar, Maraz Oğlan gibi soluk soluğa yukarıya seslenirdi:

-İsmail emmi, oy İsmail emmi!

İsmail Ağa’nın kırıkçılık, sınıkçılık dışındaki marifetleri saymakla bitmezdi. Konu komşunun öküzlerini, kömüşlerini nallamak, kurbanlarını kesivermek, yardan uçan, dene tutan, kurt dalayan sığırları murdar olmaktan kurtarmak, usulünce pay ediverip komşulara dağıtmak bunlardan bazılarıydı. Gördüğünü kapan, duyduğunu unutmayan, becerisini bedelsiz sunan bir adamdı. 

İlçenin Veznedar Camisi’nde, Adil Efendi Camisi’nde müftünün, hocanın yıllar önceki vaazını kelimesi kelimesine hatırlar, bire bir naklederdi. Asker ocağında bellediği marşları makamıyla okur, yakından tanımayanlar cahil olduğuna asla inanmazlardı.

İsmail Ağa yolda Maraz Oğlan’ı konuşturuyor, Nevruz ineğin yaşını, huyunu suyunu, kaç kez buzağıladığını, kapıdan mı yetiştiğini, sığır pazarından mı alındığını inceden inceye soruyordu. Maraz Oğlan, ineğin buzağılı olduğunu, önceki buzağısının kırkı çıkmadan ölüverdiğini, bıldır sene yaylada kurdun elinden son anda kurtardıklarını, buzağısının anasının başına geleni anlamış gibi sabaha kadar meleyip durduğunu anlatınca İsmail Ağa iyicene hızlandı. Oğlanın hayli geride kaldığını fark etmiyor, mesafe her adımda biraz daha açılıyordu. Maraz Oğlan Kekeme emmisine yetişmek için seyirtirken taşa toprağa dolaşıp iki de bir tökezliyor, kuru yere kapaklanacak gibi oluyordu.

Sınır deresini arkada bırakıp Erenler Türbesi’ne ulaştıklarında ilkin Başköy Camisi’nin minaresi göründü. Köyün batısına düşen samanlıklara az kalmıştı. Ondan sonrası kolaydı. Başköy, arka verdiği dağın yüksek düzlüğündeki yayladan aşağıdaki Ilgaz Çayı’na kadar uzanan tarlaların, meraların ortasındaki düzlükte, suyu bol,  yeşillikler içinde bir köydü. Eteğindeki vadiden akıp giden Ilgaz Çayı kenarına, yukarıdan gelip vadide Ilgaz suyuyla birleşen Belkavak Deresi kıyısına sıralanmış yaz kış çarkı dönen su değirmenlerine çevre köylerden un öğütmeye, arpa yarmaya gelenler eksik olmazdı. 

İsmail emmi Erenler Türbesi’ni hizalayınca durdu. El açıp ulu meşenin altında yatanlara Fatiha okudu. Urbasının ucundan yırttığı çaputu türbenin üzerine ev gibi örten koca meşenin dalına özenle bağlayan Maraz Oğlan da aynısını yaptı. Erenlerden Nevruz’un derdine deva, kırığına şifa diledi.

Hastasına bir an önce ulaşmak isteyen İsmail Ağa karşılaştığı Başköylülerin hoşbeşini kısa karşılıklarla geçiştiriyor, sözün uzamasına fırsat vermiyordu. Maraz Oğlan’ın babası Mehmet Ağa’yı, anası Fatma Kadın’ı sokağın başında kendilerini bekler buldu. Nevruz evin önündeki geliğin ortasında üçayağının üzerinde sessizce duruyor, şaşkın bir hâlde etrafına bakınıyordu. Ana kokusunu alan pindeki buzağı meledikçe başını ahırdan yana çevirerek karşılık veriyor, belki de başına gelen olmadık işi ikisinin başkasının bilmediği bir dilden anlatmaya çalışıyordu.

İsmail Ağa, Nevruz’un havada tuttuğu sol arka ayağını ellemeden önce avludaki meşe kazığına bağlı yuları iyice kısalttı.  İneğin sırtını ileri geri bir müddet sıvazladı. Alnını, kulaklarını, boynunu, sağrısını okşarken şefkatli bir sesle konuşuyor, insanmışçasına hâl hatır soruyordu:

- Ne oldu kızım? Ne oldu sana Nevruz’um? deyiver bakalım. Korkma kızım. Hiç görmemişe döneceksin. Biraz canın yanacak amma yine kısa günde dokuz tepe tüğmeye başlayacaksın. 

Hane halkından olmayanı yabancılayıp el sürdürmeyen, on adım öte kaçıp kırışan Nevruz’a bir hâller olmuştu. İsmail Ağa’nın okşamalarına, sıcak titreşimli sesine teslim oluvermiş, iyice gevşemişti. Doktoruna güven duyan hasta misali İsmail Ağa’nın sırttan, sağrıdan aşağı inip kırığın üstünü, altını yoklamaya başlayan ellerine hiç itiraz etmiyordu. Kekeme emmi Nevruz’la hoşbeş ederken yaptığı muayenede diz altındaki kırığın parçalı olmadığını anlayınca sevindi. Tedavi daha kolay olacaktı. 

Fatma Kadın’dan birkaç yumurta, un, uzunca kaput bezi, genişçe bir kap istedi. Mehmet Ağa’ya döndü: “Mehmet Çavuş sen de birkaç tane ince meşe tahtası buluver bakalım. Eski saman çitinden palaska gibi enlice dört beşe meşe söyesi yeter. Hadi ahbabım, çabucak getiriverin.”

Fatma Kadın’la Mehmet Çavuş istenenleri bir hamlede İsmail Ağa’nın önüne yığıverdiler. Köy baytarı kırdığı yumurtaların akıyla unu çiriş hâline gelinceye kadar güzelce karıştırdı. Birkaç kat yapıp şerit hâlinde sağlamlaştırdığı kaput bezinin üzerine macun hâline getirdiği çirişi bolca dökerek sıvadı. Yoklukta yaratılan köy alçısı hazırdı. Kırık kemiğin iki ucunu denkleştirirken bir iki titremenin dışında Nevruz hiç huylanmadı. Ne tekme attı ne öteberi kaçmaya çalıştı. El kararı on beş santim uzunlukta kesip kırığı aralıksız çevrelediği meşe kontra plakları çirişli kaput beziyle birkaç kez dolandıktan sonra sıkıca bağladı. Çirişten alçının, meşeden platinin yerli yerinde olup olmadığını, sağlamlığını iki elle dikkatlice yokladı.

Nevruz’un kırık tedavisi şimdilik tamamdı. Mal sahiplerine ineğin önünden mısır bulamacını, arpa katığını, suyunu eksik etmemelerini, buzağının emerken anasını zorlamaması için dikkatli olmalarını, diğer mallardan uzağa bağlamalarını sıkı sıkıya tembihledi.

Hane sahipleri İsmail Ağa’yı yukarı buyur ettiler. Tanrı ne verdiyse o ikram edilir, yavan yaşık ne varsa o yenirdi. Sofranın başköşesi, kaşığın yenisini, ekmeğin hası Kırıkçı’nın hakkıydı. Kekeme emmi içinden bugünün kısmeti Koca Şerife’nin değil, Fatma Kadın’ın tarhanasıymış diye geçirdi. Yemeğin ardından ocağa sürülen kahvenin kokusu ahşap odayı kaplamıştı. Kahveler içilip çubuklar tüttürüldükten sonra geldiği yoldan geri dönecek, yetişebildiği kadar o günün işleriyle gün batımına kadar didişecekti.

Yollar beller aşmanın, tarlada ekini, harmanda hasılı yüzüstü bırakmanın karşılığı bu kadardı. Koşu hayvanını nallayı vermek, kurban kesivermek, kırık sarı vermek komşuluk hakkından sayılır,  para alınmaz. Eli yakışanın elinden geleni yapıvermesi atalar töresidir. Marifeti olanın marifetinden yalnızca hısım akraba, konu komşu değil, yedi kat el de yararlanır.

Konuğu yolcu etmek için her birlikte aşağı indiler. Fatma Kadın, anası Firdevs inek sele kapıldığında memeden kesilmemiş olan Nevruz’u öbür ineklerin sütüyle büyütmüştü. Öksüz kızının dün akşamdan beri çektiklerine daha fazla dayanamadı. Utanmasa konuğun yanında uzun uzun yas edecekti. Gözlerinden sessizce akan yaşları çemberinin ucuyla silerken kekeme emmiye durmaksızın alkış ediyor, yüce Tanrı’dan oğul ekmeği yemesini, ayağına taş dolaşmamasını diliyordu.

İsmail Ağa Mehmet Çavuş’un kendisine köy dışına kadar yoldaşlık etmesini istemedi. Herkesin işi gücü vardı. Millet çoktan davarını, sığırını gezeğe yaymış,  ekini olan biçmeye, destesi olan harmana çekmeye başlamıştı.

Kekeme emminin Çaldibi’ndeki buğdayı, Vakıf Tarla’daki arpası iyice kocamıştı. Bugün yarın biçilmezse iyice yere geçerdi. Koca Şerife yine başının etini yiyecekti. Karısı bıdır bıdır söylendikçe bazen zıddına basar; “Yaz var kış var. Evecek ne iş var?” diye zevklenip iyicene çileden çıkarırdı.

Yolu ortalayınca gün doğusundan Başköy’ün, gün batısından Yazı köy’ün malının davarının birbirine karışan çan sesleri, zil sesler,  köpek havlamaları, çoban ünlemeleri Kekeme emmiyi anlatılmaz bir hazla kendisinden geçiriyordu. Bıçak altına yatırılacakken sağalttığı onca dili bağlı malın dağ bayır gezip oynaşmasının, buzağılayıp kuzulamasının yanında yere geçecek arpayı da buğdayı da konuşulmaya değmez buluyordu.