MANDADAN EVVEL İSTİKLAL
Av. Hüseyin ÖZBEK
Falih RıfkıAtay, I. Dünya Savaşı’nda Suriye-Filistin Cephesinde konuşlu 4.Ordu Komutanı Cemal Paşa’nın maiyetinde bulunur.Paşanın hususi kâtipliğini yürüttüğü 4 yılın tanıklığı, Zeytindağı, Ateş ve Güneş gibi kitaplara kaynaklık eder. Şam’da cuma namazı sevdalıları başta olmak üzere, anlayanlar için hâlen geçerli, ibretlik dersler içeren eserlerdir.
Harbin sonuna doğru, dört yüzyıllık Osmanlı mülkü Suriye tahliye edilip, Anadolu’ya çekilişin tasviri, anlatım yalınlığıyla, duygusal resmedişle, yenilginin içe işleyen acısıyla, yeni Adana’nın kurucusu Ahmet Remzi Beylerin kuşağından, Ahmetlerin, Mehmetlerin hepsinin trajik destanıdır:
“Eşyamı ve kâğıtlarımı, bavuluma yerleştiriyorum. Artık Şam’dan ayrılıyoruz. Cemal Paşa İstanbul’da istifa edecektir. Tren giderken, iki tarafımızda Suriye ve Lübnan’ı sanki safra gibi boşaltıyoruz. Yarın kendimizi Anadolu köylerinin arasında Kudüssüz, Şamsız, Lübnansız, Beyrutsuz, ve Halepsiz,öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan bulacağız.
Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:
-Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.
Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terk edilmiş vatan parçasının üstünden geçseydi.
-Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu’da çalışmaktır.
Eğir kalırsa, eğer bırakılırsa… Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor.Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz.
İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene:
-Benim Ahmed’i gördünüz mü? diyor.
Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?
Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak trenin gideceği yolun,İstanbul yolunun aksini gösteriyor.
-Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı,Bağdat’a mı?
Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skorpit yarası mı, tifüs biti miyedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’in görsen, ona da soracaksın:
-Ahmed’imi gördün mü?
Hayır… Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik. Fakat Ahmed’in her şeyi gördü. Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı cehennemi gördü.
Şimdi Anadolu’ya, batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu, demir yoluna, şoseye, han ve çeşme başına inip çömelmiş, oğlunu arıyor.
Vagonlar, arabalar, kamyonlar, hepsi, ondan, Anadolu’dan utanır gibi, hepsi İstanbul’a doğru, perdelerini kapamış, gizli ve çabuk geçiyor.
Anadolu Ahmed’ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını kanadını kırmış, tırnaklarını büzmüş,bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz.”
Ahmet Remzi Beylerin, 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi’nin ardından dört yıldır vuruştukları cephelerden dönüşlerinde karşılaştıkları Anadolu, yukarıda anlatıldığı gibidir. İmparatorluğun dört bir yanına uğurladıkları evlatlarını bir daha göremeyecek analar, sönmüş ocaklar, viran olmuş haneler, ekilmeyen tarlalar, boş ambarlar, davarı, sığırı kalmamış ağıllar umutsuzluk tablosunun diğer ayrıntılarıdır.
I. Dünya Savaşı’nın, bir başka söylemle Birinci Paylaşım Savaşı’nın çıkış nedeni, Hasta Adam dedikleri Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının paylaşılması olduğuna göre kaderimiz bellidir: Tereke emperyalistler tarafından paylaşılacak, halk köleleştirilecektir.
30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi, 10 Ağustos 1920’de ipe çekilirken boynumuza asmayı tasarladıkları Sevr’in ön sözü olarak tasarlanmıştı. Gençleri cephelerde kalmış, insan kaynağı neredeyse kurumuş, ekonomik ve mali kaynakları tükenmiş Türklerin bu dayatmalara herhâlde bir itirazları olamazdı! En iyisi her dayatılanı itirazsız kabul ederek, işgalcileri hiddetlendirmemek olmalıydı!
İşler efendi sahiplerin hayalleri doğrultusunda gelişmeyecektir!
Adana sokaklarında devriye gezen Fransızları görünce, cepheden yaralı dönen Ahmet Remzi, alnının çatısı budur deyip kurşunu dehlemek istediyse de düşününce vazgeçti.İmparatorluğun uzak cephelerinde vuruştuğu düşmanı, baba toprağında görmenin dayanılmaz acısı yanında bedenindeki kurşunların, şarapnel parçalarının adı bile olmazdı.
Avni Doğan ile omuz omuza verip vuruşacaklardı. Öyle de yaptılar. Kurşuna ihtiyaçları vardı. Ama matbaa kurşununa! Cephaneleri matbaa kâğıdı, baskı makinesi, hurufat kurşunları, Adana gazetesi, Yeni Adana gazetesi müstahkem mevzileri olacaktı. Öyle de oldu. Millî ruhun şahlanışında, son vatan toprağından işgalcilerin kovulmasında çok etkili bir silah oldu Yüreğirlerin Yeni Adana gazetesi.
Aynı zaman kesitinde kuzeyde, Kastamonu'nun Ahmet Remzi’si olan Hüsnü Açıksöz ile Kastamonu’nun Avni Doğan’ı olan Hamdi Çelen adlı iki silah arkadaşı da aynı silahı, aynı siperi, aynı tarzda vuruşmayı tercih edeceklerdir. Silah, Açıksöz gazetesidir.
15 Haziran 1919’da ilk sayısı Mandadan Evvel İstiklal manşetiyle çıkar!
Millî Mücadele’nin Kuzey Cephesini tutmuş Açıksöz ile Güney Cephesini tutmaya hâlâ devam eden Yeni Adana, iki silah arkadaşı, iki omuzdaş,iki yoldaş, hepimize vatan sevgisi, özgürlük, bağımsızlık, kalem namusu konusunda ders vermeye devam ediyor.