TÜRKÇECİLİK AKIMI
NEVİN BALTA*
Giriş
Dil, bir milletin kültürünün yapı taşlarından biridir. Dil, toplulukları millet yapan unsurların başında gelmektedir. Bir milletin yapısının ve ruhunun gerçek aynası olan dil, belli şartlar altında sürekli değişme ve gelişme göstermektedir. Türk dili, dünü bugüne bağlayan, bugünü geleceğe taşıyan en önemli bağımız.
Türk dili, bütün diller gibi, tarih boyunca birçok değişme ve gelişme gösterdi. Bu değişmeler, hem dilin yapı ve işleyişini etkileyen hem de dış etkilerle meydana gelen değişmelerdi. Dünyadaki bütün diller birbirinden etkilendi, bugün de etkileniyor, yarın da etkilenecek. Dolayısıyla bu etkileşimi önlemek sosyolojik açıdan mümkün görünmüyor. Her dil gibi Türkçemiz de ihtiyaçları karşılamak için zamanla değişti. Canlı bir varlık olan dillerdeki gelişme ve değişmeler dilin kendi kuralları içinde gerçekleşir. Bu yönü ile dil dinamik bir yapıya sahiptir. Dış etkenlerden kaynaklanan değişmelerin, dilin doğal yapısını ve işleyişine aykırı gelişmelere yol açarak dilin doğal mecrasından çıkmasına yol açabilmektedir. Bu yüzden dilin her dönemdeki dış etkilerden korunması, günün bilimsel ve edebî ihtiyaçlarına karşılık verebilecek anlatım gücüne sahip olması için çalışmalar yapılması zorunludur.
Türkçe, 8. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar yazı dili geleneğine bağlı, Türklerin yaşam biçimlerine ve değerlerine uyumlu bir çizgideydi. 10. yy.dan sonra Türklerin İslam medeniyetine girmeleri ile yaşayışlarında ve düşüncelerindeki değişmeler dil ve edebiyata da yansıdı. İslamiyet’in kabul edilmesiyle İran ve Arap edebiyatına ait birçok eser tercüme edildi. Edebiyat tarihçisi M. Fuad Köprülü, Türk şairlerinin klasik İran ve Arap şairlerinin etkisi altında kalarak eserler vermesini şu sözlerle açıklamaktadır:
“Türkler, İslam dairesine layıkıyla girdikleri sırada, Arap ve Acemlerin müşterek mahsulü olarak ‘Klasik bir edebiyat’ ve ona dayalı olan birtakım umumî ‘edebiyat esasları’ tekerrür etmiştir. Lisanda, vezinde, edebî şekil ve nevilerde, hayat kâinat hakkındaki telakkilerde, güzellik telakkisinde müşterek ve değişmez birtakım umdeler vardır ki, onların dışına çıkmak kabil değildir.”
İslamiyet’in kabul edildiği bu dönemde Arapça ve Farsça etkisindeki dillere nazaran Türklerin dili oldukça sade idi. Dîvanu Lugâti’t-Türk’ün yazarı Kâşgarlı Mahmud Türkçenin edebî dil olarak Arapça ile atbaşı yürüdüğünü söylemekteydi. 11. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar Türkçenin sadeliğini kaybetmediğini görüyoruz. Türklerin İslamiyet’e girmelerinden sonra din dili Arapça ve edebiyat dil Farsça kabul edildiği için Türk dili tamamen Arapça ve Farsçanın etkisi altındaydı. Arapça ve Farsçadan Türk diline pek çok kelime ve gramer şekli geçmiştir. İslam ilimleriyle ilgili ve gerekli sayılan birçok yabancı kelime Türk diline yerleşti. Zaman içinde bazı terimlerin dile girmesi kaçınılmaz ise de bu kelimelerin Türkçe karşılığını kullanmak dilin özünü korumak açısından önemlidir. 13. yüzyıldan itibaren şairlerimizin şiirlerinde Arapça ve Farsça kelime kullanmaya özen gösterdikleri, halkın konuşma dilinden uzaklaştıkları görülmektedir. Halkın dilinden ayrı olarak toplumun yüksek zümrelerine ait ayrı bir dil ortaya çıktı. Arapça ve Farsça kelimelerin çoğunlukta olduğu eserlerin yazılmaya başlandığı bu dönemde Türkçe rağbet görmeyen bir dildi. Dilimizdeki yabancı kelimelerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Faruk Kadri Timurtaş dildeki yabancılaşmayı şöyle ifade ediyordu:
“Osmanlı kendi içerisinde üç devreye ayrılmaktadır. Eski Anadolu Türkçesi devresinde, hususiyetle başlangıçta dil bir hayli sade idi. Türkçe üstün ve hâkim durumda idi. Eski Anadolu Türkçesinin son safhasında yani XV. yüzyılın ilk yarısında yazı dili, Türkçe ve yabancı asıllı kelimelerin miktarı bakımından muvazeneli bir durum gösterir. Gelişme henüz büsbütün aleyhine değildir. XV. yüzyıldan sonra ise dilimize Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin girmesi birdenbire artar. Bunda Türkçenin aruz veznine uydurulamaması, Türkçe kelimeler yerine Arapça ve Farsça kelimeler kullanmak mecburiyeti de rol oynamıştır. Klasik Osmanlıca devresinde artık Türkçe sadeliğini ve duruluğunu kaybeder, hâkimiyet Arapça ve Farsçaya geçer. Bu çağlarda yazı dili, konuşma dilinden tamamıyla uzaklaşır; anlaşılması güç bir zümre dil mahiyetini alır.”
15. yüzyıldan sonra Osmanlı Devleti'nin sınırlarının genişlemesi ve üç kıtaya yayılması ile birlikte yeni bir yazı dili doğdu. Medreselerde Arapça ve Farsça eserlerin temel kaynak kitapları olarak okutulmasının yanında Osmanlı padişahlarının da Arapça ve Farsçaya önem vermelerinden dolayı dilimiz kendi doğal yapısında gelişmemiştir. Osmanlı saray çevrelerinde ve aydınlar arasında milliyetçiliğin yerini ümmetçilik (Osmanlı-İslam) sistemi almıştır.
Medreselerde Arapça ve Farsça eserler okutuluyordu. Saray erkânı ve aydınlar arasında Osmanlıca ve İslam medeniyeti ve kültürü önem kazanmıştı. Şairlerimiz Farsça şiir yazmakta âdeta birbirleriyle yarışıyordu. Arapça ve Farsçaya özentinin Osmanlı padişahlarının bu dillere ve bu dillerin edebiyat eserlerine daha fazla önem vermelerinden kaynaklanıyordu. Hatta Yavuz Sultan Selim’in şiirlerini Farsça yazdığını kaynaklar kaydetmektedir. Türkçe şiir yazan bazı şairler, Türkçenin Arapça ve Farsçaya göre yetersiz ve kaba bir dil olduğunu iddia ediyorlardı. Örneğin Sarıcalı Kemal, II. Bayezid adına yazdığı Salâtinnâme adlı eserinde Türk dilinin sert ve kaba bir dil olduğunu, bundan dolayı mahcup olduğunu şöyle ifade eder:
Gel imdi nazm ile keşfeyle esrâr
Çü bülbül gülşen içre eyle güftâr
Bu Türkî dil be-gâyet sert dildir
Söz ehli işbu dilden key hacildir
13. yüzyıldan başlayarak Oğuz lehçesi temelli Anadolu Türkçesi yazı dili olma ve bir ölüm kalım savaşı verdiği dönemde Âşık Paşa Garibnâme adlı eserinde Türk dilinin ihmal edilmesinden şöyle yakınır:
Türk diline kimsene bakmaz-ıdı
Türklere hergiz gönül akmaz-ıdı
Türk dahı bilmez-idi ol dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri
15. yüzyıl başında Maveraünnehir ve Horasan bölgesinde yazı dili olan Çağatay lehçesinin 20. yüzyıla kadar Orta Asya Türk dünyasının ortak yazı dili hâline gelmesinde büyük katkıları bulunan Ali Şîr Nevayî, Türkçeye derin bir sevgi ve inançla bağlıydı. Ali Şîr Nevayî, yaşadığı devirde eserlerini Farsça yazan şair ve ediplere karşı Türkçeyi korumanın ve geliştirmenin mücadelesinin verdi. Ali Şîr Nevayî, Çağatay lehçesi ile yazdığı 30 kadar eserle Türk dilini yüksek düzeyde bir edebiyat dili derecesine yükseltmiştir.
15. yy. ikinci yarısı ve 16. yy. başlarında Eski Anadolu Türkçesinin yerini Osmanlıca almaya başladığı için Türk dili ve edebiyatı Arapça ve Farsçanın etkisi altında gelişmeye başlamıştı. Türk dili ve edebiyatı gün geçtikçe millî özelliğini kaybediyor, divan edebiyatının ağır dil yapı ve Fars edebiyatını örnek alan muhtevasına sahip oluyordu. Türkçenin unutulmaya başlandığı 16. yy.de13. yy.den bize seslenen Âşık Paşa’nın şiirinde de dile getirdiği gibi Türkler kendi dillerini bırakmış, Türkçedeki incelikleri ve güzellikleri ihmal etmişti.
TÜRKÇECİLİK AKIMININ TEMSİLCİLERİ
13. yüzyıldan itibaren Âşık Paşa gibi Türkçeyi savunan ve oya gibi işleyen şairlerin yanı sıra Anadolu’daki Türkmen beyleri yepyeni bir Türk dilinin ortaya çıkmasını sağladı. Menteşeoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Osmanoğulları, Germiyanoğulları, İsfendiyaroğulları gibi bir Türk beyliği olan Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277’de; “Şimden girü hiç kimesne kapuda ve divanda ve mecalis ve seyrânda Türkî dilinden gayri dil kullanmaya.” biçimindeki buyruğundan sonra Anadolu’da “Eski Anadolu Türkçesi” diye adlandırdığımız çok verimli bir dönem başladı. Anadolu’da Beylikler dönemi sona erdikten sonra Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile Osmanlı Türkçesi dönemi başladı. Osmanlı Devleti’nin 1839 Tanzimat hareketiyle başlayan Batı’ya yöneliş döneminde Osmanlı Türkçesinde ıslahat ihtiyacı doğmuş ve dilde “sadeleşme” anlayışı hâkim olmuştu. Tanzinat, Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âti dönemlerinde dil konusu, Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa, Ahmet Mithat, Şemsettin Sami gibi dönemin ünlü kalemlerinin fikir mücadelelerinin ana teması idi.
1862-1863’lerde Münif Paşa ve Azerbaycanlı Mirza Fethali Ahundzade’nin dile getirdiği “Türkçede ıslah ve inkılap” konusu, sonraki dönemde Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavî gibi aydınlar tarafından hararetle tartışıldı ve yeni yazı biçimleri denendi. Harbiye Nazırı Enver Paşa, harflerin birbirine bitiştirilmeden yazılması esasına dayanan bir yazı düzenini orduda uygulamaya başladı.
Türkçecilik akımı, “Eski Anadolu Türkçesinin” yerini Osmanlıcanın almaya başladığı 15. yy. sonu ile 16. yy. başlarında bazı şairler tarafından bilinçli bir şekilde aruz vezniyle, klasik edebiyatın kurallarına bağlı fakat sade Türkçe ile şiirler yazılmaya başlandı. Nihal Atsız, Osmanlı yazı diline bir tepki olarak doğan “Türkçecilik akımı”nı şöyle ifade eder: “Acem taklidi divan edebiyatında kuvvetle yayılarak millî dil ve kültürümüzü şiddetle tehdit etmesi üzerine on beşinci asrın sonlarında dilde milliyetperverlik cereyanı baş gösterdi.”
Türk dilinin güzelliğini yansıtan ve Türk millî kültürüne uygun şiir yazma akımı 15. yy. sonunda Aydınlı Visâlî tarafından başlatıldı ve 16. yy.de Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî tarafından devam ettirildi. Türk edebiyatı tarihçileri Faruk Kadri Timurtaş ve Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Türkçe şiir yazma akımının sonraki yüzyıllarda devam etmemesini bu şairlerin birinci sınıf şair olamayışları ile açıklamaktadır. Zeynep Korkmaz bu konuda şunları söylemektedir:
“Türkî-i Basit akımı, dilin o devirdeki genel durumunu etkileyebilecek sürekli bir akım hâline gelememiştir. Temsilcilerinin şahısları ile birlikte sönüp gitmeye mahkûm olmuştur. Bunun başlıca sebebi henüz o devrin klâsik dil ve sanat anlayışını sarsacak elverişli bir ortamının yaratılmamış ve bu akımı devam ettirebilecek güçlü temsilcilerin yetişmemiş olmasıdır.”
“Türkî-i Basit akımı”nın temsilcileri yazdıkları şiirler, sanatları ve eserleriyle Türkçenin sadeliği ve duruluğunun kaybolduğu “Klasik Osmanlıca” dönemine, dildeki Arapça ve Farsça hâkimiyetine tepkilerini ortaya koymuşlardı. “Türkî-i Basit” terimini ilk defa Fuat Körülü tarafından “sade ve terkipsiz dil” anlamında kullanılmıştır.
15. yy.den sonra dilimize giren Arapça ve Farsça kelime ve terkiplere tepki gösterenlerden şair Tatavlalı Mahremî, Türkçecilik akımın önde gelen şairlerindendi. Galata’da naip ve kâtip olarak çalışmış, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın savaşlarına katılmış ve bu savaşları anlatan eserler yazmıştır. Aruz vezni ile ve sade bir Türkçe ile şiir yazan Mahremî’nin Basitnâme adlı bir eseri de vardır. Fuat Köprülü, Mahremî ile ilgili görüşleri şöyledir: “Mahremî halkın kendi zevkine, ruhuna yakın eserlere verdiği kıymeti görerek bunun sebebini tahlil ve takdir ettikten sonra Türkî-i Basit ile yazmak fikrine düştü.”
Edirneli Nazmi’nin Divan’ı ilk defa Fuat Köprülü tarafından bulunmuş ve ilim âlemine tanıtılmıştır. Bu nüsha şu anda İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde (İÜ Küt. T. Y. No. 920, 1236; TS. R. Nu.369) bulunmaktadır. Fuat Köprülü’nün anlattığın göre bu eser oldukça büyük hacimde 644 varaktır. Eserdeki şiirler 46-48.000 beyitten ibarettir. Nazmi’nin Türkî-i Basit, yani sade ve terkipsiz Türkçe ile şiirler yazdığından tezkireciler ve edebiyatçılar bahsetmemektedir. Fuat Köprülü bu konuda şunları söyler: “Bir divan teşkil edecek kadar çok olan bu şiirleri görmemeleri önemsemediklerindendir. Hâlbuki bu sırada edebiyat âleminde böyle bir modanın mevcut olduğu Mahremî’nin 16. asrın başında yazmış oluğu -basit-nâme-’den anlayabiliyoruz.” (İslam Ansiklopedisi, C. 9, S. 146)
Fuad Köprülü Türk Edirneli Nazmi’nin Divanı’nın çeşitli bölümleri (1 kaside, 1 müstezat, 9 murabba, 2 muhammes, 269 gazel, 56 müfred ve 55 beyitlik mevizacı toplam 286 manzumeyi) bir araya getirerek eski harflerle Divan-ı Türkî-i Basit adıyla yayımlamıştır. Fuad Köprülü bu eser hakkında şunları yazmaktadır:
“Edirneli Nazmi’nin yegâne meziyeti Türkî-i Basit ile bazı yabancı terkiplerden ve imkân derecesinde yabancı kalmalarıdır. Arı olarak sade Türkçe ile birtakım şiirler yazmış olmasındadır. Biz büyük divanda muhtelif yerlerine serpilmiş olan bu Türkî-i Basit ile yazılmış manzumeleri toplamak suretiyle neşr ettiğimiz bu Divan-ı Türkî-i Basit’i vücuda getirmeğe muvaffak olduk. Sanat itibarıyla şüphesiz bir kıymeti olmamakla beraber Millî lisan ve millî edebiyat cereyanı tarihinde bunun bir ehemmiyet-i mahsusası olduğu muhakkaktır. (İslam Ansiklopedisi, C. 9, s. 146)
II. Abdülhamit Dönemi vezirlerinden Köse Râif Paşa’nın oğlu ve Şair İhsan Râif Hanım’ın ağabeyi olan Fuat Köserâif (1872-1949), dilde Türkçeciliğin öncülerinden biriydi. Galatasaray Sultanisinde ve Almanya’da tahsil görmüş, orada sivil ve askerî okullarda okumuş, 1893’te Türkiye’ye dönünce yüzbaşı rütbesiyle orduya katılmıştı. Almanya’da Türkolog Arminius Vambery’nin kitaplarını okuyarak Türkçülüğü benimsemiş, yurda döndüğünde Necib Âsım, Veled Çelebi ve Mehmet Emin gibi Türkçülerle tanışmış ve özellikle dil konularına ilgi göstermişti. 1895’li yıllarda İkdam gazetesinde “dilde tasfiyecilik” konusunda çeşitli yazılar yazmış, Türk Derneği ile Türk Bilgi Derneğinin kurucuları arasında yer almıştır. Türk Derneği mecmuasında yayımladığı makalelerinde, Türkçedeki bütün yabancı kelimeleri atmak suretiyle saf bir Türkçe yaratma görüşünü savunmuştur.
Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları adlı eserinin başında yer alan “Türkçülüğün Tarihi”nde, Türkçeyi sadeleştirmek konusunda Fuat Köserâif’ten bahseder ve onun da aralarında bulunduğu “dilde tasfiyecilik” hareketinin yanlışlığı üzerinde durur. Ziya Gökalp Türkçülüğün Esasları’nda “tasfiyeciliğin lideri mevkiinde” diye söz ettiği Fuat Köserâif hakkında şöyle yazar:
“İkdam gazetesi etrafında toplanan bu Türkçülerden bilhassa Fuad Râif Bey’in Türkçeyi sadeleştirmek hususunda yanlış bir nazariye takip etmesi, Türkçülük akımının kıymetten düşmesine sebep oldu. Bu yanlış nazariye, tasfiyecilik (arı Türkçecilik) fikriydi.”
Ziya Gökalp başta olmak üzere bir kısım aydınların karşı çıktığı “arı Türkçecilik” akımı dilimizdeki Arap ve Acem köklerinden gelmiş bütün kelimelerin çıkarılarak, bunların yerini Türkçe kökünden doğmuş eski kelimeleri veya Türkçe köklerden yeni eklerle yapılacak yeni Türkçe kelimelerin almasıydı. Türk Dil Kurumunda 1942 yılında Merkez Yönetim Kurulu Üyeliği ile Etimoloji Komisyonu Başkanlığına getirilen Fuat Köserâif, Cumhuriyet’ten sonraki yıllarda “dilde tasfiyecilik” öncülük etmişti. “Dilde tasfiyecilik” konusunda Atatürk’e de tesir eden Fuat Köserâif, resmî yolla Türkçeye mal olmuş yüzlerce Arapça ve Farsça kelimenin sevimsiz bulunarak dilden atılmasında önemli rol oynamıştır.
1910-1912 yılarında Selânik’te yayımlanan Genç Kalemler dergisi, “Millî Edebiyat akımı”nın öncüsü oldu. İkinci cildinden itibaren İttihat ve Terakki desteğiyle yayımlanan dergi, millî edebiyatın oluşması için önce dilde sadeleşme gerektiğini savundu. Dergi, 2. cildinin Nisan 1911 tarihli ilk sayısında başlatılan "Yeni Lisan" adlı dil hareketiyle tanındı. II. Meşrutiyet Dönemi Türkçülük (Türk milliyetçiliği) akımının en önemli yayınlarından biri olan ve 33 sayı yayımlanan Genç Kalemler dergisinin imtiyaz sahibi Nesimi Sarım Bey, başyazarı Ali Canip Bey’dir. Dergide “Yeni Lisan” hareketinin önde gelen savunucuları Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp’tır. Bu genç kadro, kısa zamanda Türkçülük hareketini önce dil alanında sonra edebiyat alanında daha sonra da siyasi alanda yaymaya çalıştı. Derginin yazarları arasında Mustafa Nermi, Kâzım Nami, Enis Avni, Mehmet Ali Tevfik (Yükselen), Subhi Edhem, Âkil Koyuncu da yer almaktaydı. “Yeni Lisan” hareketinin manifestosu olarak kabul edilen ilk makale Ömer Seyfettin tarafından kaleme alınmıştır. Dilde sadeleşmenin savunulduğu yazıda, millî bir yazım oluşturabilmek için önce “millî bir dil”in gerekliliği üzerinde durulmuştur.
Genç Kalemler döneminde, Ziya Gökalp’ın “Gökalp” isminim aldığı, bu dergide yayımlanan şiirleri ve makaleleri ile Türk düşünce hayatında önemli bir yer edinmeye başladığı ve Türkçülüğün ideoloğu konumuna geçmeye başladığı görülmektedir. Derginin yayını Balkan Savaşı’nın başlamasının ardından Selânik’in Kasım 1912’de Osmanlı Devleti’nin elinden çıkmasıyla son buldu. Selanik kaybedilip Genç Kalemler kapandıktan sonra dergi yazarlarının önemli bir kısmı İstanbul’a geldi ve Türk Ocağı etrafında oluşturulan Türkçülük hareketi daha da genişledi. Artık Türkçe kendi öz benliğine kavuşma yolunda büyük hamleler kaydediyordu.
Köprülüzade Mehmet Fuat, Hüseyinzade Ali Bey ile o sırada Türkiye’de görev yapan Teodor Menzel ve Gyula Mezsaros’un Türkiye’yi temsilen katıldığı “Birinci Türkoloji Kongresi”, Bakü’de 1926 yılının Şubat ayında toplandı. Kongrede “Birleştirilmiş Yeni Türk Elifbası” adıyla Latin kaynaklı bir alfabe benimsenmişti.
YENİ TÜRK HARFLERİNİN KABULÜ
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaşlaşma yolunda attığı önemli adımların başında, sosyal hayatta uyguladığı bir dizi “İnkılap Kanunları” gelmektedir. Bu kanunlar içinde “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbikî Hakkındaki Kanun” (Kanun nu. 1353), 1 Kasım 1928 günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edildi.
Latin alfabesine geçiş tartışmaları Tanzimat Dönemi’nde kadar uzanır. Gerek basında gerek bilim çevrelerinde gerekse hükûmet düzeyinde bu konu zaman zaman gündeme gelmiş ve tartışılmış, ancak kesin sonuç alınamamıştır. Ancak bu kez devlet kararlıdır. Bu konuda sistemli bir çalışma başlatılır. Ağustos 1927’de TBMM Başkan Yardımcısı Hasan Bey, yeni harflerin tespiti çalışmalarının başlatıldığını resmen açıklar; Ekim 1927’de hükûmet, bizzat Başbakan İsmet İnönü’nün ağzından bu kampanyayı kamuoyuna duyurur. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey, Latin harflerinin kabulü konusunda Türk Ocaklarında bir konuşma yapar. Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin 20 Mayıs 1928’de Başbakanlığa gönderdiği yazıda; “Lisanımızda Latin harflerinin suret ve imkân-ı tatbikini düşünmek üzere, bir heyetin teşkilinin muvafık görülmekte olduğunu” bildirmiştir.
Yeni Türk harflerinin kabulü öncesinde atılan önemli bir adım da 14 Mayıs 1928 günü kabul edilen “Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun”dur. Bu kanun ile rakamların yazımı Batı dünyasına uyduruluyor, bir anlamda harf reformuna ışık tutuluyordu.
Mustafa Kemal Atatürk, yeni alfabeyi 9 Ağustos’u 10 Ağustos’a bağlayan gece Sarayburnu’nda yaptığı konuşmada yeni harfleri müjdeledi. Dolmabahçe Kurultayı ile birlikte yeni harflerle ilgili çalışmalar başladı. Atatürk, çıktığı yurt gezilerinde yeni harfleri halka tanıtmaya başladı. Mustafa Kemal Paşa, 9/10 Ağustos 1928’de Sarayburnu Parkı’ndaki gazinoda Harf İnkılabı’nı başlatan şu konuşmayı yapmıştı:
“…Vatandaşlar, bu notlarım asıl hakiki Türk kelimeleri, Türk harfleriyle yazılmıştır. Kardeşiniz bunu derhal okumaya teşebbüs etti. Biraz çalıştıktan sonra birdenbire okuyamadı. Şüphesiz okuyabilir. İsterim ki, bunu hepiniz beş on gün içinde öğrenesiniz. Arkadaşlar! Bizim ahenktar, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Milletimiz yazısı ile kafası ile bütün âlem-i medeniyetin (uygar dünyanın) yanında olduğunu gösterecektir.”
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi olan çağdaşlaşma yolunda yeni Türk alfabesinin kabulünü ciddiyetle alınmış, 23 Temmuz 1928’de aralarında o dönemin ünlü yazar ve bilim adamlarından “İbrahim Necmi (Dilmen), Ruşen Eşref (Ünaydın), Falih Rıfkı (Atay), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ahmet Cevat (Emre), Ragıp Hulusi’nin Özden) de bulunduğu “Dil Encümeni” oluşturuldu.1928 yılı Eylül ayında “Dil Encümeni” çalışmalarını tamamladı ve Mustafa Kemal’in düzeltmeleriyle yeni Türk alfabesine son şekli verildi. 22 Eylül 1928’de Başbakanlığa bir tezkere ile sonuç bildirildi. Millî Eğitim Bakanlığı, “Türk Harfleri Kanun Tasarısı”nı, Dil Heyeti de İmlâ Lûgati’ni hazırladı.
1 Kasım 1928'de, Türkçede kolay yazılıp okunması ve Türkçe sedalı harflerin çok olmasına ve bu harflerin gayet kolay ve açık söylenmesi gibi nedenler ile millî eğitimde en kolay ve en verimli şekilde ilerleme sağlamak amacıyla “Arap Alfabesi” yerine Latin esaslarından alınan “Türk alfabesi” kabul edildi.
TÜRK DİL KURUMU
“Dil Encümeni” bir müddet faaliyet gösterdikten sonra çalışma hızını kaybetmişti. Bu sebeple Encümenin tahsisatı 1931’in Temmuz ayından itibaren kesilmişti. Bunları yakından bilen Atatürk, o akşam Köşk’te hazır bulunanlara düşüncelerini şöyle açıklıyordu: “Öyle ise Türk Tarih Tetkik Cemiyeti” gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.”
Böylece bir cemiyetin kurulması için ilk adımlar atılmıştı. Ancak hareketin çok çabuk gerçekleşmesini isteyen Gazi, bu arzusunu hazır bulunanlara söylediği şu sözleriyle belirtir: “Yarın hükûmete istida verip Cemiyetin iznini almalı. Fakat bunu n için daha önce bir reis, bir de umum kâtibi seçmeli. Ben her ikisini de burada aranızda görüyorum.”
Sâmih Rifat Bey reis, Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey de kâtip olacaklardır. Azalıklar için Ruşen Eşref’in teklifi üzerine Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ile Celal Sahir (Erozan)’ı uygun görürler. Gazi, cemiyetin nizamnamesinin hazırlanması için de şimdilik Türk Tarih Tetkik Cemiyetininkinden faydalanmalarını, yenisinin ise ileride yapılmasını tavsiye eder. Bu direktifleri, “Türk Dili Tetkik Cemiyeti”, bugünkü deyiş ile Türk Dil Kurumunun kuruluşu yolunda ilk atılan adımlar olarak değerlendirmek gerekir.
12 Temmuz 1932’de “Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin izin yazısı ilgili makama verilir ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti resmen kurulmuş olur. Böylece Ulu Önder Atatürk, Türk Tarih Tetkik Cemiyetinden sonra dille ilgilenecek ikinci bir derneği de kurdurmuş olur. Dernek Mustafa Kemal’in “yüksek himayeleri” altında kurulmuştur.
Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı; “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek”ti. Cemiyet bu amacını, “Türk dilini tetkik ve elde edilen neticeleri neşir ve tamim ederek” gerçekleştirecek ve şu yol takip edilecekti:
1. Toplanıp ilmî müzakerelerde bulunmak; 2. Türk dilini kendi menşelerine, tekâmülüne ve ihtiyaçlarına göre tespit ve tedvin etmek; 3. Türk dilini tetkike yarayacak vesaik ve malzemeyi elde etmek, eski kitaplardan ve memleketin her mıntıkasındaki halk dilinden derlemeler yapmak ve yaptırmak; 4. Cemiyet mesaisinin semerelerini her türlü yollarda neşre çalışmak.
Atatürk, tıpkı “Türk Tarih Tezi” gibi bir de “Türk Dili Tezi” çalışmalarının yapılmasını istiyordu; yeni tarihin yeni bir dille okutulmasından yanaydı. Bu dil tezini olgunlaştıracak çalışmalar için Tarih Kongresinde olduğu gibi “Dil Kongresi”nin toplanması gerekliydi. 26 Eylül 1932 tarihinde, İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda “Birinci Türk Dili Kurultayı” toplandı. Kurultay, bilimsel bildirilerin sunulması ve tartışmaların yapılması ile başarı ile gerçekleştirilir ve Atatürk fiilen dilin içindedir. Türkçenin başındadır.
Atatürk’ün sağlığında gerçekleştirilen 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan Türk Dili Kurultaylarında Cemiyet’in yönetim organları seçildi, dil siyaseti belirlendi ve ilmî bildiriler sunulup tartışıldı. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan “Birinci Türk Dili Kurultayında Cemiyet’in “Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın” adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edildi. 1934’teki “Türk Dili Kurultayında Cemiyet, Türk Dili Araştırma Kurumu, 1936’daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu adını aldı.
Türk Dil Kurumundaki dil çalışmalarına Türk Dil Kurumunun Yönetim Kurulu Üyesi olduğu 1941 yılında başlayan Ömer Asım Aksoy, “öz Türkçe akımı”nın inançlı savaşçılarından biridir. Aksoy’un “öz Türkçecilik anlayışı”, dilimizi yalnızca yabancı sözcüklerden arıtma değildi. Türkçenin ulusal söz değerlerini gün ışığına çıkartma, işleyip geliştirme düşüncesini de içeriyordu. Daha doğrusu onun “öz Türkçecilik anlayışı”, dilimizi tarihsel akışı içinde bütün boyutlarıyla izleme, değerlendirme ve bu konuda çalışmalar yapmayı hedefliyordu. Ömer Asım Aksoy, Türkçenin özleşmesi, ulusal ve öz benliğine kavuşması ülküsünü yaşamı boyunca savundu. Aksoy, Türkçeye adanmış 95 yıllık ömründe, öğretmenlik, avukatlık, savcılık, milletvekilliği gibi pek çok işi yaptı. Türk Dil Kurumundaki 30 yıllık görevi süresince yazdığı ve yazılmasına öncülük ettiği kitaplarla daha çok dilbilimci yönüyle tanındı.
1941-1976 arasında Türk Dil Kurumu Derleme ve Tarama Kolu Başkanı olarak neredeyse yirmi dört saat çalıştı ve onun öncülüğünde ekin dünyamızın temel taşları olan Türkiye'de Halk Ağzından Söz Derleme Sözlüğü (12 cilt) ile Tarama Sözlüğü (8 cilt) adlı büyük eserler, Türk Dil Kurumu yayınları arasında yer aldı. 1963-1976 yılları arasında, kol başkanlığının yanı sıra, Türk Dil Kurumunun Genel Yazmanı idi.
Dilimizin, Türkçemizin böylesine güzelleşmesinde ve zengin bir dil özelliğinin ortaya çıkmasında son dönemlerde yapılan araştırmaların ve incelemelerin büyük önemi ve rolü oldu. Özellikle Türk Dil Kurumunun kurulmasından sonra üniversitelerdeki Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerinde, Türk dili alanında yapılan çalışmaların artması, dilimiz üzerinde yapılan çalışmaların çeşitlenmesini sağladı. Özellikle derleme ve tarama çalışmaları Kurum yanında üniversitede yetişen gençler tarafından da ilgi alanı olarak değerlendirildi, pek çok doktora konusu eski Türkçenin zengin malzemesini ortaya koydu. TDK bünyesindeki sözlük çalışmaları, ağız araştırmaları, öteki Türk lehçeleri üzerindeki araştırmalar ve hatta mukayeseli lehçe çalışmaları, bu yolda önemli sonuçlar ortaya çıkardı. TDK’de “Sözlük Bilim ve Uygulama Kolu”nda yeni sözlük türleri üzerinde çalışmalar başlatıldı. Kurum bünyesinde geliştirilen “Türkiye Türkçesinin Sözlükleri Projesi” ile yedi tür sözlük çalışması esas alınmıştır: 1. Türkçenin tarihî sözlükleri (Kamus-ı Türkî, Lügat-i Naci, Kamus, Okyanus vb. gibi tarih boyunca yapılmış sözlükleri orijinal biçimiyle yayımlamak). 2. Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü. 3. Türkiye Türkçesinin Tarihsel Sözlüğü. 4. Türkiye Türkçesinin terim sözlükleri. 5. 20. Yüz yılın Büyük Sözlüğü. Proje, tarih boyunca yapılmış sözlüklerin orijinal biçimleriyle yayımlanmasının yanı sıra ile 20. yüzyıl boyunca kullanılmış olan söz varlıklarını tespit etme imkânını sağlayacak. Bu çalışma ile gene bu yüzyılda kullanılan söz varlıklarının sıklığı tespit edilerek, en çok kullanılan kelimeler karşımıza çıkacak, yeni yaratılan terimlerle, deyimler, atasözleri ve argo niteliğindeki söz varlığımız Türkçenin güzelliğini ve zenginliğini yansıtmada büyük ölçüde bir kıstas olacaktır.
Türkçe dünya dilleri arasında önemli bir dildir. Tarih içinde Türkçenin önemi daha da artmıştır. Türk dilinin eskiliği, güzelliği konusunda ne yapılması gerekiyorsa o yolda çalışmalı, bir dilin anayasası niteliğindeki sözlüklerini, gramerini ve bu eserleri yayınlamalıyız. İşte o zaman ulu önder Atatürk’ün işaret ettiği devlet dili Türkçe, bilim dili Türkçe ve eğitim dili Türkçeyi gerçek kimliğine kavuşturmuş oluruz.
SONUÇ
21. yüzyılda kullandığımız bilgisayar ve iletişim teknolojileri hayatımızın vazgeçilmez unsurları arasında yerini aldı. Her gün değişen teknolojinin kendine özgü uygulamalarının yanı sıra pek çok yeni gelişmeyle karşı karşıyayız. Yabancı dillerden alınan sözler ya bilim ve teknolojinin gerekli kıldığı, yerli dilde karşılıkları bulunmayan kavram ve terimler yahut da genel kültür dili ile ilgili birtakım sözlerdir. Teknoloji kaynaklı kavramların dilimize yerleşmesine duyarsız kalmamalı, söz konusu yabancı terim ve kavramlara Türkçe karşılıklar bulup, dilimizi yabancı dillerin istilasından kurtarmalıyız. Her toplum gibi kendi ana dilimizi ve kimliğini koruyabilmek, dilimizin gelişmesini sağlamak için yabancı dillerden giren sözleri denetim altında tutmalı, yabancı sözlerin kullanılmaması için devlet ve toplum yaşamında önlemler almalıyız.
Bilgisayar, iletişim, sanayi, yazılım kısaca teknolojinin her alanlarındaki kelimelerin Türkçe karşılıklarını dilimize kazandırıp kendi dil yapımızın gereği olan bir yaklaşımla bu dönüşümü sağlamalıyız. Yabancı sözlere Türkçe karşılıklar bulma konusunda, Türk Dil Kurumu üzerine düşen görevi yaparak, Türkologları ve Türk dili alanında çalışan bilim adamlarını bu konuda yönlendiriyor. Toplumda temiz ve arı Türkçe duyarlılığı oluşturmak konusunda basın yayın kuruluşlarımız ile televizyonların bu sorumluluk bilinciyle yayın yapmaları, yazı ve programları ile Türkçeyi sevdirmeleri gerekiyor.
Türk milletinin kendi diline yabancılaşmadan, Türkçemizin güçlü kalabilmesinin yolu milletimizin gücünden kaynaklanacaktır. Tarih boyunca ekonomik, kültürel, askerî olarak milletlerin hangisi güçlüyse onların dili baskın olmuş. Türk millet, tarih sahnesinde mücadele ettiği milletlerin kültüründen ve dilinden ister istemez etkilense de hiçbir zaman kendi dilini ve kültürünü terk etmemiştir. Türk dili yayıldığı coğrafyalarda diğer dillerle mücadele etmiş ve her zaman varlığını sürdürmüştür. Türkçe, yazı dili ve konuşma diliyle gücünü her koşulda ispatlayan bir dildir. Tarihin akışı içinde diğer dillerden birçok kelime Türkçenin bünyesine katılmış olsa da söz konusu yabancı kelimelerin yazım ve telaffuz yönüyle Türkçenin kurallarına uyum gösterilmesine önem verilmiştir.
KAYNAKLAR
bk.. Balta, Nevin, “Türkçe İçin Yaşamak: Dil Bilgini Ömer Asım Aksoy (1) Gaziantep Life Dergisi, Sayı: 81, Aralık 2018-Ocak 2019, s. 40-45; Balta, Nevin, “Türkçe İçin Yaşamak: Dil Bilgini Ömer Asım Aksoy (2)”, Gaziantep Life Dergisi, Sayı: 82, Şubat-Mart-Nisan 2019, s. 40-45; Balta, Nevin, “Türkçe İçin Yaşamak: Dil Bilgini Ömer Asım Aksoy (3)”, Gaziantep Life Dergisi, Sayı: 83, Aralık 2019-Ocak 2020, s. 50-55).
Genç Kalemler Dergisi (Tıpkıbasım) (2015), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, s. 25.
Atsız, Nihal (1997), 16. Asır Şairlerinden Edirneli Nazmi’nin Eseri ve Bu Eserin Türk Dili ve Kültürü Bakımından Ehemmiyeti”, Makaleler I, İrfan Yayınları, II. bs.
Korkmaz, Zeynep (1985), Dil İnkılâbının Sadeleşme ve Türkleşme Akımları Arasındaki Yeri, TTK Yayınları, Ankara.
Köprülü, Fuat (1986), Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Köprülü, Fuat, (1989), “Millî Edebiyat Cereyanının İlk Mübeşşirleri”, Edebiyat Araştırmaları I, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Şimşek, Atilla, “Genç Kalemler (1911-1912)”, www.turkmeclisi.org
Timurtaş, Faruk Kadri (1992), “Türkçecilik Cereyanının Tarihi”, Türk Dünyası El Kitabı, Cilt: II, 2. bs., TKAE Yayını, Ankara.
Uçman Abdullah, Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Ağustos 1922, Yıl: 71, Sayı: 848, s. 34.
Parlatır, Prof. Dr. İsmail, “Yeni Türk Harflerinin Kabulü”, Türk Dili, Dil ve Edebiyat Dergisi, Sayı: 546, Eylül 1997, s. 280.