Birinci Meşrutiyet’in ilanıyla faaliyete geçen Meclisi Mebusanın 1878’de kapatılmasıyla Osmanlı sarayın ardından rahat bir nefes alan ikinci güç odağı da Babıâli olmuştu. Osmanlı bürokrasisinin beyni konumundaki Babıâli, 93 Harbi denilen 1877-78 Osmanlı Rus Savaşında uğranan mağlubiyetin de hesabını soracak bir Millet Meclisinden yakayı sıyırmış oluyordu. Çünkü bu savaş bir daha telâfi edilemeyecek toprak kayıplarına yol açmıştı. Savaşın sonunda 3 Mart 1878’de imzalanan ve çok ağır şartlar taşıyan Yeşilköy(Ayastefanos) Antlaşması’na göre Karadağ, Sırbistan ve Romanya istiklâlini kazanıyor, Bulgaristan da muhtariyet elde ediyordu. Ayrıca Kars, Ardahan, Batum ve Bayazıt Ruslara terk ediliyordu. Girit ve Ermenilerin meskûn olduğu doğu illerinde de ıslahat yapılması kabul ediliyordu. Çok geçmeden, başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri duruma müdahale ederek Rusya’yı Osmanlı Devleti’yle Berlin Antlaşmasına imza koymaya mecbur ettiler. Ruslara verilen Bayazıt’ın geri alınması, Bulgaristan topraklarının daraltılması gibi bazı ufak olumlu değişikliklerin dışında bu muahede öncekinden de beterdi.
İngilizler, 13 Temmuz 1878 tarihli yeni antlaşmaya göre Kıbrıs adasının işgal ve idaresini üzerlerine alıyorlardı. Açıkçası, Rus tehdidine karşılık Kıbrıs İngilizlere rüşvet olarak veriliyordu. Tesalya Yunanistan’a terk edilirken, Balkan Dağları’nın güneyinde Doğu Rumeli eyaleti tesis olunarak yönetimi Hıristiyan bir valiye teslim ediliyordu. Girit, Rumeli ve Doğu Anadolu vilâyetlerinde Hıristiyanlar lehine ıslahat yapılması da taahhüt ediliyordu.
Böylece Osmanlı Devleti birçok değerli vatan parçasını kaybetmiş, Rumeli’deki toprakları güneyde ve kuzeyde paylaşılmış oluyordu. Kaybedilen topraklar içinde bilhassa Dobruca’da ve Bulgaristan’ın Tuna kıyılarında halkın çoğunluğunu Türkler oluşturuyordu. Anadolu’da kaybedilen topraklarsa tamamen Türk’tü.
Bu gelişmelerden sonra güçlü Avrupa devletlerinin Saray ve Babıâli’ye içerden ve dışardan tazyik ve müdahaleleri gittikçe arttı. “Memalik-i Mahrusa-i Şahane”nin paylaşılmasına matuf planlar birer birer tatbik edilmeye başlandı. 1881’de Fransızlar Tunus’u, 1882’de İngilizler Mısır’ı işgal ettiler. Berlin barışı çiğnenerek Doğu Rumeli Bulgaristan’la birleştirildi.
Daha sonra 1894’de Ermenilerin azınlık olarak yaşadıkları doğu ve güneydoğu vilayetlerinde bazı hadiseler meydana geldi. 1895’te Ermeniler Babıâli’ye karşı nümayişler tertibine bile cesaret ettiler; ama hükûmet bu eylemleri sert bir şekilde tedip etti.
Balkanlar ve Makedonya’da komitacılık, çetecilik alıp yürümüş, Müslüman halka tecavüzler önü alınamaz hâle gelmişti. Girit’teki fiilî durum ise adanın Osmanlı hâkimiyetinden çıktığını gösteriyordu. 1897 Nisanında, adayı ilhak hayalleri peşindeki Yunanistan, Tesalya hududundan saldırıya geçerek Osmanlı- Yunan Savaşı’nı başlattı. Osmanlı ordusu Yunanlıları kısa sürede bozguna uğrattı; ancak İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya’nın katıldığı bir mukavele ile Tesalya’yı boşaltmaya mecbur oldu. Girit is görünüşte Osmanlı Devleti’ne bağlı, muhtar bir vilayet ama Hıristiyan valinin yönetimine bırakılmış bir ada olarak kaldı.
Sultan II. Abdülhamit, bütün bu gelişmeler karşısında kâh İngiliz, kâh Alman politikalarına meylediyor, bu çerçevede kendi mutlak idaresini kuvvetlendirmeyi tek çıkar yol olarak görüyordu. Önceleri başlıca amaçları 1876 Kanunuesasi’sini yeniden yürürlüğe koydurmak olan Osmanlı aydınlarıysa dışarıda ve ülke içinde rejime karşı örgütlenmeye çalışıyordu. O yıllarda sistem bir siyasi faaliyete elverişli olmadığından, aydınlar gizli cemiyetler kurmaya yönelmişlerdi. Cemiyetlerin ilki İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükûti ve Mehmet Reşit’in İstanbul Askerî Tıbbiye Mektebinde kurdukları “İttihad-ı Osmani”ydi. İbrahim Temo hatıratında, vatanın o günkü durumu ve yönetim tarzıyla yok olup gideceğini üzüntüyle gördüklerini, vatanın kurtuluşu için de Yunanistan’a bağımsızlığını kazandıran Etniki Eterya komitesi gibi bir örgüt kurmayı kararlaştırdıklarını anlatır. 1889 yılında kurulan cemiyetin mensubu olan ve yurt dışına kaçmış bulunan Ahmet Verdani, Doktor Nazım, ve Ali Zühtü Beyler, aynı yıl Paris’te faaliyet göstermekte olan rejim karşıtlarından Ahmet Rıza Beye başvurarak kendilerini hariçte temsil etmesini istediler. Ahmet Rıza Bey de bu teklifi muvafık bularak Paris’te Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyetini kurdu.
Çeşitli memleketlere dağılmış ve Jön Türk adıyla anılan grupların bir merkez etrafında birleştirilmesi ve ortak bir hareket yolu belirlenmesi gayesiyle Paris’te 4 Şubat 1902 günü gizli bir toplantı yapıldı. Kısmen şahsi çatışmalar yüzünden, ama daha çok planlanan iç ihtilale ordu ve dış yardımın katılıp katılmaması konusundaki görüş ayrılıklarından dolayı katılımcılar ikiye bölündü. Müdahalecilerin, yani ordu ve dış yardımın desteğinin alınması görüşünü savunanların başında Prens Sabahattin vardı. Bunlar ana teşkilâttan ayrılarak Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetini kurdular. Ahmet Rıza Beyin başını çektiği ve aykırı görüşü savunan grup ise adını Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti şeklinde değiştirdi. Bu ayrılık ilerde iki hasım partinin çekirdeğini oluşturacaktı. Ahmet Rıza Beyin cemiyeti, asıl 1906’da Selanik’te subay ve devlet memurlarından meydana gelen bir grubun kurmuş olduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyetiyle birleştikten sonra kuvvetlendi. Bir dönemin politik hayatına damgasını vuran İttihat ve Terakki Cemiyeti de böylece sahneye çıkmış oldu. Osmanlı toprakları dâhilinde Selanik örgüt merkezi olarak kaldı. 1908 İhtilali işte Selanik’te kurulmuş bulunan bu örgüt tarafından gerçekleştirilmiş ve üyeleri, bütün İttihat ve Terakki devri boyunca önemli mevkilere yükselmişlerdi. Yabancı ülkelerde faaliyet gösterenlerse ikinci derecede rol oynamışlardı.
1907’de Paris’te ikinci bir Jön Türk Kongresi toplandı. Kongrede Ahmet Rıza, Prens Sabahattin ve Malumyan ortak başkandılar. Ahmet Rıza Bey’in burada hilafet ve saltanat haklarının saklı tutulacağı yolunda karar alınmasını istemesi, tartışmalara yol açtı. Onu en çok rahatsız eden şey, Ermeni ihtilalciliğinin Jön Türklere sirayet etmiş olmasıydı. Ahmet Rıza Bey, ihtilâli tahrik etmekten korkuyordu. Belki de, iç karışıklıklarla devletin yıkılıp gidebileceği endişesini taşıyordu. Onu merkeziyetçiliğe iten de bu düşünceleri olmalıydı.
Paris-Selanik birleşmesinden sonra Jön Türk hareketi hem Müslümanlarca hem de Hıristiyanlarca desteklendiğinden, gücünü hızla arttırdı. Hıristiyan azınlıklar kurulacak meşruti idare sayesinde millî bağımsızlıklarını kazanmak ümidi ile İttihat ve Terakkiyi tutuyorlardı. Bu esnada Ahmet Rıza Bey ile Prens Sabahattin Grupları geçici bir anlaşmaya vardılar. Böylece 1908 hareketi arifesinde bütün Jön Türk kurumları bir hedef üzerinde birleştiler:
İkinci Abdülhamit’in istibdadına son vermek ve Kanunuesasi’yi yürürlüğe koymak...
Başını Talat Beyin çektiği Selanik cemiyet merkezi, zamanla Makedonya’da örgütlenerek ordudan katılmalar sağladı; bilhassa 3. Orduya mensup subaylar cemiyete üye oldular. İkinci Abdülhamit yönetiminden memnuniyetsizlik; Bulgar, Sırp, Yunan çete ve komitacılarının faaliyetleriyle Makedonya’daki Türk ve Müslüman halka zulümleri, yurdun birçok yerindeki ayaklanmalar, büyük devletlerin devletin iç işlerine karışması gibi nedenler, ordu mensubu cemiyet üyelerinin yönetime başkaldırmasına zemin hazırladı.
Nihayet, Manastır’da Kolağası Resneli Niyazi ve adamları, ülkede sürmekte olan eşitsizlik ve haksızlıkları gerekçe göstererek dağa çıktılar. 3 Temmuz 1908 ‘de ortaya çıkan bu isyan hareketi, Manastır cemiyet merkezince de desteklendi ve kısa zamanda yayıldı. Niyazi’yi Enver, Sadık Bey, Yüzbaşı Habip, Ziya, Fahri, İbrahim Şakir gibi bir sürü küçük rütbeli subay takip etti. Bunların arasında en önemlisi, Rumeli Umumî Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa’nın kurmay heyetinden Binbaşı Enver’di(Enver Paşa). Daha sonra isyan hareketlerini bastırmak üzere görevlendirilen Şemsi Paşa’nın 7 Temmuz’da Manastır’da öldürülmesi, Müşir Tatar Osman Paşa’nın 22-23 Temmuz gecesi dağa kaldırılması olayları, Makedonya’daki kıyamın ciddiyetini gösteriyordu. Vaziyete isyancılar hâkimdi. Nitekim 23 Temmuz günü Manastır’la Selanik İttihat ve Terakki merkezleri kendiliklerinden Meşrutiyet’i ilan edince, geri dönülmez bir yola girildiği anlaşıldı. Makedonya’dan saraya gönderilen ve Meşrutiyet’in ilan edildiğini bildiren telgraflar, bir olupbitti ile karşı karşıya bulunulduğunun delilleriydi. Artık başka çare kalmadığını gören padişah, ertesi gün İstanbul’da yayımlattığı bir iradeyle 1876 Anayasa’sının ve meşrutiyet rejiminin tekrar yürürlüğe konduğunu duyurdu.