Kıbrıs Türkleri, 1974 Barış Harekâtıyla hürriyetine kavuşmuş, Amerikan ambargolarına karşılık olmak üzere Türkiye’nin verdiği destekle de 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurmuştu. Bu kararın alınmasında BM Genel Kurulunun 1 Kasım 1974 tarihinde aldığı 3212 sayılı kararın dünya kamuoyu ve Rum yönetimi tarafından göz ardı edilmesi, yok sayılması da rol oynamıştı. Türkiye’nin de oy verdiği söz konusu kararda Kıbrıs Türk Halkının eşitliğinden ve Adada eşit iki toplumdan söz ediliyordu.
Uluslararası hukuk açısından bütün haklılığına rağmen Kıbrıs Türklüğüne kendi kaderini tayinden başka yol bırakılmamıştı. Bu merhaleden sonra Kıbrıs konusunda sonra yıllar sürecek görüşmeler süreci başladı.
1975 yılında Viyana'da Kıbrıs konusunda taraflar arasında 6 tur görüşme yapıldı. Bu görüşmelerde, soruna federal bir çözüm bulunmaya çalışıldı. Altıncı turdan sonra görüşmelerin çıkmaza girmesi üzerine 1,5 yıl kadar sonra, kilitlenmeyi çözmeyi amaçlayan Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, BM Genel Sekreteri Waldheim'a Makarios'la buluşma önerisi yaptı.
Bugün bazı çevrelerin Kıbrıs meselesini çıkmaza sokmakla suçladığı Denktaş, daha o yıllarda çözüm adına diyalogun kesilmemesi için elinden gelen yapıyor, Rum tarafını masaya oturtmak için çaba sarf ediyordu. Cumhurbaşkanı Denktaş'ın bu önerisi epey zorlanmadan sonra, Rum toplumu lideri Makarios tarafından kabul edildi.
Görüşme, 12 Şubat 1977 tarihinde yapıldı. BM Genel Sekreterinin gözetiminde yapılan görüşmelerde 4 maddelik bir ilke anlaşması imzalandı. Bu antlaşmada da Kıbrıs’ta iki toplumlu federal sistemin benimsendiği görülür ki Türk tarafı adına varılan başarılı bir noktadır.
Makarios'un ölümünden sonra, yine Rauf Denktaş'ın önerisi ile yeni bir zirve antlaşması gerçekleşti. Rum Toplumu Lideri Kipriyanu ile Cumhurbaşkanı Denktaş arasında 19 Mayıs 1979 tarihinde 10 maddelik anlaşma imzalandı.
Buna göre, toplumlararası görüşmeler 15 Haziran 1979'da yeniden başlayacak, tüm toprak ve anayasa konularını kapsayacaktı. Görüşmeler gecikmelerden kaçınılarak sürekli ve temelli bir şekilde sürdürülecekti.
Antlaşmada nasıl uygulanacağı bilinmeyen ilginç bir madde daha vardı ki o da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin askerden arındırılacağıydı. Bu anlaşmadan sonra başlayan toplumlararası görüşmeler, Rumların BM Genel Kuruluna başvurdukları Mayıs 1983 yılına kadar kesintilerle devam etti.
Mayıs 1983'de Rum tarafı konuyu tek yanlı alarak BM Genel Kuruluna götürdü. 13 Mayıs 1983’te BM Genel Kurulu ağır bir karar aldı. Kararda, Kıbrıs’taki Türk varlığı yok sayılıyor, “Kıbrıs Cumhuriyeti halkı” tabiri kullanılıyordu. Rum tarafı hâlâ meşru hükûmet olarak görülüyordu. Ayrıca Adadan bütün işgal kuvvetlerinin çekilmesi isteniyordu.
Uluslararası camia Kıbrıs’ta o güne kadar olup biteni sanki hiç duymamış, dünya geçmişteki katliam ve zulümlere hiç şahit olmamıştı sanki.
Dünya kamuoyunda mazlumların sesini duyurabileceği tek milletlerarası kuruluştan, Birleşmiş Milletlerden böyle adaletsiz, haksız kararların çıkması; Türkiye ve Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni “self determinasyon” hakkını kullanmaya götürdü.
Kıbrıs Türk halkı, 15 Kasım 1983'de Federe Meclis'in oybirliği ile aldığı bir kararla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni ilan ettiğini dünyaya duyurdu. Kıbrıs Türk halkını, bağımsızlık mücadelesi sırasında yalnız bırakmayan Türkiye Cumhuriyeti, KKTC'ni ilk tanıyan ülke oldu.
BM'nin 13 Mayıs 1983 tarihli kararından sonra; Kıbrıs Rumları, "Kıbrıs hükûmeti" olarak tüm dünyada tanınmalarının rahatlığı içinde hiçbir anlaşmaya yanaşmayacaklardı.
Türk Federe Devleti Meclisi'nin 15 Kasım 1983'teki tarihî oturumunda sadece KKTC ilân edilmedi. Kuruluş Bildirisi'nden ayrı olarak kabul edilen "Bağımsızlık Bildirgesi"yle de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ilan nedenleri sıralandı.
"Hür ve bağımsız yaşamak Kıbrıs Rum Halkının olduğu kadar, Kıbrıs Türk Halkının da hakkıdır" ifadesinin yer aldığı Bağımsızlık Bildirgesi’nde, Rum halkı eşit müzakerelere çağrılarak ENOSİS hayalinden vazgeçmesi istendi.
KKTC'nin kurulmasının ardından, yeni döneme adapte olmak üzere ilk etapta oluşturulan 70 kişilik Kurucu Meclis, Cumhuriyet Anayasa’sını hazırlamak için çalışmalara başladı.
Anayasa’nın halkoyu ile kabulünden sonra, genel seçimlerin yapılacağı ve yeni Cumhuriyet Meclisinin oluşacağı ilan edildi. Bu arada bayrağı da belirlenen KKTC'yi kökleştirme çalışmaları başlatıldı.
KKTC Kurucu Meclisinin yaptığı çalışmalar sonunda hazırlanan anayasa, 1985 Mayıs'ında halkoyuna sunuldu. 5 Mayıs 1985'de yapılan halk oylaması sonuçlarına göre; yeni Cumhuriyet’in Anayasa’sı %29,82 hayır oyuna karşılık, %70,18 evet oyu ile kabul edildi.
9 Haziran'da yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde yarışan 6 adaydan bağımsız olarak seçimlere katılan Rauf Denktaş, oyların %71'ini alarak yeniden cumhurbaşkanlığına seçildi. 23 Haziran'da yapılan genel seçimlerde ise 7 partiden seçilen 50 milletvekili Cumhuriyet Parlamentosunu oluşturdu.
1986 yılı içinde de yerel seçimler yapıldı. Böylece KKTC'nin tüm organları, demokratik seçimler ve halkoyu ile oluşturulmuş oldu.
KKTC’nin kurulması kararını “ayrılıkçı hareket” ilan eden BM, diğer taraftan “iyi niyet misyonu” çerçevesinde Kıbrıslı Türk ve Rum yetkilileri ayrı ayrı görüşmek üzere Viyana'ya davet etti.
BM Genel Sekreteri, Viyana’da taraflara “Viyana Çalışma Noktaları” olarak bilinen belgeyi sundu. Daha sonra, Kıbrıs sorununun çeşitli noktaları ayrılmaz bir bütün olarak ele alınmaya başlandı.
BM Genel Sekreteri, taraflara 1984 yılının Ağustos ayından itibaren üzerinde uzlaşılan noktaları içeren ‘Taslak Çerçeve Anlaşması”nı sundu. Taslakta; iki toplumlu bir federal devlet kurulması, Rum Cumhurbaşkanı ve Türk Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto yetkilerinin olması ve Türk tarafının toprağının %29’un üzerinde bir oranla sınırlandırılması gibi maddeler vardı.
KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, paketi kabul ettiğini bildirirken, Rum lider Kipriyanu önerileri yanıtsız bıraktı. BM Genel Sekreteri, Rum tarafının bu uzlaşmaz tutumunu eleştirerek bu tavrı ilgili raporuna geçirdi.
1987, Kıbrıs meselesini bambaşka bir mecra çekildiği yıl oldu. O tarihte Kıbrıs konusunda inisiyatifin yavaş yavaş Avrupa birliği’ne geçmeye başladığı görülecekti. Aynı yıl, AB ve Kıbrıs Rum Kesimi, Gümrük Birliği protokolünü başlattı. 1988’de ise anlaşmanın tüm Adayı kapsamasına karar verildi.
İki yıl sonra, 1990’da Kıbrıs Rum Yönetimi “Kıbrıs” adına Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusu yaptı. Birleşmiş Milletler ve Türk tarafının ikazlarına rağmen, AB başvuruyu değerlendirmeye aldı. Rum tarafının elini oldukça güçlendiren bu gelişme, Türkiye’nin Kıbrıs politikalarını artık farklı bir kulvara taşınacağının işareti oldu.
Türkiye’nin sakat bir oğlu daha gelmişti dünyaya… Avrupa Birliği’yle evlilik hayalleri peşindeki Ankara hükûmetleri, bundan sonra AB yetkilileriyle müzakere edeceği yeni bir sorunu kucağında bulacaktı.
12 Mart 1990 tarihinde BM Güvenlik Konseyi tarafından alınan 649 sayılı kararda Türk halkının eşitliği, iki kesimlilik ve iki toplumluluk vurgulandı. 12 Temmuz 1990 yılında BM Güvenlik Konseyine bir rapor sunan Genel Sekreter Cuellar, iki toplumun eşit olduğunu vurguladı. Cuellar, Aralık 1991'de sunduğu son raporunda ise ilk kez egemenlikten söz ederek "Kıbrıs'ta iki toplumun egemenliği paylaşacağını" açıkladı. Cuellar'ın bu ifadesi, Rum yönetimi tarafından "Türk halkının egemenliğini tanımak" olarak yorumlandı ve yeni saldırılara gerekçe yapıldı.
1992 yılından 2004 yılları arasında taraflar çeşitli vesilelerle, hem Adada hem de ilgili ülkelerde bir araya geldiler. Türk tarafı hep yapıcı bir tutum takip etti. Ancak Rum tarafının uzlaşamaz tavrı ve AB’nin Kıbrıs konusunda giderek güçlenen eli, meseleyi daha karmaşık çıkmazlara taşıdı.
1993 yılında ise Ada’da Rum-Yunan askerî işbirliği planı hayata geçirildi.
O yıl Güney Kıbrıs’ta yapılan seçimlerden Klerides zaferle çıktı. Rum lider Avrupa Birliği üyeliğine yoğunlaşmayı amaçlıyordu. Bu arada, Yunanistan ile Rum yönetimi arasında “Ortak Savunma Doktrini” uygulanmaya başlandı.
Rum-Yunan Savunma Doktrini’nin hedefi, Türkiye’den başkası değildi. Bu doktrin kapsamında Rusya’dan S-300 füzeleri ile yeni tip tanklar alınmasına karar verildi. Yunanistan, AMX-30 tanklarından bir bölümün Adaya gönderdi ve Leonidas tipi zırhlı personel taşıyıcıları sattı. Ancak kendisine yönelik tehdit karşısında cesur bir siyaset izleyen Türkiye’nin kararlı tutumu ve Batılı ülkelerin de baskısıyla Kıbrıs Rum Kesimi 1998’de geri adım attı. Türkiye’nin, füzelerin Adada konuşlandırılması hâlinde vuracağını açıkça ilen etmesi sonuç getirdi ve füzeler Girit’e konuşlandırıldı.
Bu arada 1998 yılında AB, Kıbrıs’ın tam üyeliğe aday olabileceği yönündeki kararını açıkladı. AB, Mart ayında Rum yönetimine adaylık statüsü verdi. Bu aşamadan sonra Kıbrıs Rum yönetimi, Rauf Denktaş'ın görüşme çağrılarına karşılık vermedi. AB’nin Rum tarafını kayıran tutumu, çözümü kolaylaştırmadığı gibi, ilişkileri geriyordu. Söz konusu rapor, 1998 başında Rum yönetimiyle tam üyelik görüşmelerinin başlatılmasını öngörüyordu.
Bunun üzerine, 20 Ocak’ta “Türkiye-KKTC Ortak Deklarasyonu” yayımlandı. Deklarasyonda, “Rum yönetiminin AB üyeliği yönünde atacağı adımların KKTC'nin Türkiye ile bütünleşme sürecini hızlandıracağı” kaydedildi. Bu tarihten sonra Türkiye, Ada'daki mevcut durum çerçevesinde “müzakerelerin devamı için KKTC'nin egemen bir devlet olarak varlığının teslim edilmesini” amaçlayan yeni bir yaklaşım sergiledi.
AB, 24 Şubat’ta Kıbrıs’ın AB’ye tam üye olabilmesi için önce Adada siyasi çözümü şart koşan bir açıklama yaptı. Ardından Rauf Denktaş, Adadaki iki devlet arasında bir konfederasyon kurulmasını önerdi. Fakat teklifi makes bulmadı.
BM Genel Sekreteri Kofi Annan, tarafların kapsamlı bir çözüme yönelik anlamlı müzakereler için zeminin hazırlanması amacıyla, aracılı görüşmelere 3 Aralık’ta New York'ta başlama konusunda uzlaştıklarını açıkladı. Denktaş ve Klerides karşı karşıya gelmeden BM yetkilileriyle görüştüler.
Bu arada, 10-11 Aralık 1999’da yapılan AB Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye tam üyelik adaylığı resmen kabul edildi. Zirvenin nihai bildirisinde, “Avrupa Birliği Konseyi’nin New York’taki Kıbrıs görüşmelerini memnuniyetle karşıladığı” belirtiliyordu. Kıbrıs Türk tarafı New York’ta, Türkiye de Helsinki’de yumuşatılmıştı. Oysa Batı dünyasının Türkiye ve Kıbrıs planı başkaydı. Bunun emareleri 2000 yılında ortaya çıkacak ve sonrası da Türkiye-AB arasında “Kıbrıs krizi” dönemi olacaktı. Krizin büyümesinde BM Genel Sekreteri Annan’ın AB karşısında inisiyatif almakta zorlanması da etkili oldu. Nitekim 2001’de AB, Kıbrıs konusunda dizginleri BM’nin elinden aldığını gösterircesine tavır değişikliğine gitti. Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Romano Prodi’den Türk tarafı için moral bozucu bir açıklama geldi. Prodi, Kıbrıs sorunu çözülmeden de Güney Kıbrıs’ın üyelik başvurusunun değerlendirilebileceğini açıkladı. AB, Kıbrıs’a Konusunda maskesini çıkarıvermişti.
Bu arada KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş, çözüm arayışlarına hiç son vermedi. 2002’de de Klerides’e iki mektup yazarak Adada baş başa görüşmeye ikna etti. İki lider bir araya geldilerse de ortaya somut bir netice çıkmadı.
Birinci KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, yıllardır süren ve hep Türk tarafının çözüm isteyen tavrı sayesinde gerçekleşebilen görüşmelerle bugüne kadar hiçbir yere varılamadığını düşünüyordu. Bu konuda 2006 yılında bize verdiği özel mülakatta şunları söylemişti:
“Efendim görüşmeler, görüşmeler… Görüşmelerden bir yere gidemiyoruz. Niye gidemiyoruz? Çünkü BM’nin kararı ABD’nin İngiltere’nin sayesinde genel sekretere bir yetki vermiştir. Bu yetki nedir biliyor musunuz? Belki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü korumak kaydı ile iki cemaati barıştır der. Bizim tezimiz ne? Kıbrıs Cumhuriyeti ortadan kalkmıştır, Makarios bunu yıkmıştır, Cumhuriyet ikiye bölünmüştür. Dolayısıyla bunu değiştirmezseniz Kıbrıs Rumları bu kararın arkasına saklanarak 80 yıl mücadeleye devem ederler. Kararın yanlışlığı bu. Kıbrıs meselesinin halledilmemesinin nedeni bu... Ben bunu Kofi Anan ilk tayin olduğunda Cenevre’de gittim kendisini gördüm, açıkça kendisine söyledim. Sizin yetki belgeniz bu olduğu sürece Kıbrıs meselesini halledemezsiniz. Çünkü Rum bunun arkasına saklanmıştır, meşru hükümet benim demiştir, bütün dünya da kendisine bu gözle bakmaktadır.”
BM Genel Sekreteri Kofi Annan, 2003 yılının Şubat ayında New York davetine katılan liderlere Kıbrıs sorununa çözüm içerdiği tartışma götürecek çözüm planlarından üçüncüsünü sundu. Denktaş ve Klerides’i 10 Mart’ta Lahey’e davet etti. Anan belgelerinin üçüncü versiyonu olan bu plan da, öncekilerin makyajlanmış şekliydi ve o güne kadar Rum tarafının kazandıklarını koruduğu intibaını veren bir anlayışla kaleme alınmıştı.
Garantör ülkelerin de katıldığı ve yaklaşık 20 saat süren Lahey’deki görüşmelerde BM Genel Sekreteri, planı 28 Mart’a kadar müzakere etmeyi, 6 Nisan’da da referanduma sunmayı önerdi. Denktaş, tarafların uzlaşması hâlinde planın referanduma sunulabileceğini açıklarken yeni Rum lider Papadopulos planda mevcut boşlukların doldurulması gerektiğini belirtti ve görüşmeleri sürdürmeyi kabul etti. Ancak 16 Nisan’da AB’ye Katılım Anlaşması’nı imzalamaya hazırlanan Rum tarafı, planın oylanması için süre istedi ve ayak sürüdü. Bu arada Rum kesimi, 16 Nisan 2003’te AB ile Katılım Antlaşması’nı imzaladı.
New York görüşmelerinde, Adada müzakerelerin tekrar başlamasının yolu açıldı. En sonunda ise Adanın iki kesiminde ayrı ayrı ancak eşzamanlı olarak yapılacak referandumlarla Kıbrıs halkının onayına sunulacaktı. Böylece, Rum kesimin AB’ye katılım tarihi olan 1 Mayıs 2004 öncesi “birleşmiş bir Kıbrıs” hedefine ulaşılması öngörülüyordu.
İki aşamalı müzakere sürecinin ardından 24-31 Mart 2004 tarihlerinde İsviçre’nin Bürgenstock kasabasında Türkiye ve Yunanistan’ın da katılımıyla yapılan zirvede, BM Genel Sekreteri Annan nihai belgeyi taraflara sundu.
Annan Planı, 24 Nisan’da Adada yapılan referandumlarla halkoyuna sunuldu. Ancak referandum sonuçları Kıbrıs sorununu çözmekten uzaktı. Zira Kıbrıs Türk halkının %64,91’i plana “Evet.” derken, Kıbrıs Rum halkının çoğunluğu (%75,83) “Hayır.” dedi. Bu, aylardır sürdürülen zorlu müzakere sürecinin tekrar çözümsüzlükle sonuçlanması anlamına geliyordu. Ancak bu çözümsüzlük, Rum kesiminin AB’ye katılması için gerekliydi de denilebilir. Aksi takdirde, Anan Planı’na evet diyen bir Rum Kesimi, planın hayata geçirilmesini beklemek zorunda kalmaz mıydı? Demek ki referandum Rumlar açısından iyi sonuçlanmıştı. Yani Anan Planı’na hayır demek, AB’ye tam üyeliğe evet demekti.
Referandumun ardından BM ve AB gibi kurumların yanı sıra ABD, İngiltere ve Almanya gibi büyük devletlerden KKTC’nin izolasyonunu kaldırmaya yönelik açıklamalar geldi. AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi, Nisan ayında Kıbrıslı Türklerin tecridinin sonlandırılmasına yönelik bir karar aldı. Ayrıca KKTC’ye 259 milyon avroluk bir yardımda bulunulmasına da karar verildi.
Kıbrıs Rum Kesimini kanatları altına alan AB, Türkiye ve KKTC’yi uyutarak Rumları üyeler listesine katmayı hedefliyordu. Bunu başardı da… Kıbrıs Rum kesimi, 1 Mayıs’ta “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında AB’ye tam üye oldu.
BM Genel Sekreteri Annan’ın iyi niyet misyonu ve müzakere sürecine ilişkin raporu da bu dönemde yayımlandı. Rum lider Papadopulos’a yönelik ağır eleştiriler içeren rapor, Türk tarafının beklentilerine cevap veriyordu.
Raporu değerlendiren diplomatik kaynaklar, bugüne kadar benzer hiçbir metinde bir devlet başkanına bu kadar ağır suçlamalar yapılmadığı yorumunda bulundular. Annan, raporunda Kıbrıslı Türklerin durumunun uluslararası toplumun gündemine getirilmesinin önemine dikkat çekiyor, amborgo ve kısıtlamaların kaldırılmasının altını çiziyor, ayrıca BM Güvenlik Konseyine de bu adımların atılmasına yönelik güçlü bir çağrıda bulunuyordu.
Bu arada, Adadaki güvensizlik durumunun tehlikesiz bir hâl alması dolayısıyla Kıbrıs’taki BM Barış Gücü askerlerinin %30 oranında azaltılmasına karar verildi.
AB’nin 1999 Helsinki Zirvesi’nde alınan kararlardan sonra her şey değişti. Dönemin Başbakanı Ecevit’e güvence verenler, sonraları başka ağızla konuşmaya başladılar. Türkiye’nin de politikalarını bu gerçeği dikkate alarak belirlemesi gerekiyordu. Vaktiyle sadece Avrupa ülkelerinden İngiltere’yi ilgilendirdiği söylenen Kıbrıs konusu, Kıbrıs Rum Kesiminin üyeliğinden sonra Avrupa Birliği kriterlerinin mayasına karıştı. Kıbrıs’ı AB mayasından ayırmak mümkün görünmüyordu. Çünkü AB başta Fransa ve Almanya olmak üzere AB üyesi ülkeleri, Türkiye’nin Kıbrıs politikası lehine ikna etmek, kimyasal değişikliğe uğramış karışımı ayrıştırmak kadar zor görünüyordu. Meseleyi kalıcı bir çözüme kavuşturmak için, Türk diplomasisinin siyaset laboratuarında uzun ve sabırlı bir çalışma süreci geçireceği şüphe götürmez bir gerçekti. O hâlde, AB üyeliğine giden yolda ısrar edilecekse Avrupalının siyaset mantığını iyi anlamak, Kıbrıs hesaplarının karıştığı Batılı mayasını iyi tahlil etmek ve mukabil ayrıştırıcılar üretmek gerekiyordu. Avrupa diplomasi tarihi incelendiğinde; söz vermenin söz anlamına gelmediği, kendi menfaatlerine uygun bir bakış açısını ortaya koymak üzere tereddüt etmeden vazgeçilebilecek bir anlayışla sürüp geldiği bir vakıa olarak karşımıza çıkıyordu. Uluslararası ilişkilerde dostluklar yerine menfaatler belirleyici oluyorsa söz vermenin de değeri günün hesaplarıyla sınırlı kalmaktan öteye geçemiyordu.
Kıbrıs sorunu, Rum kesiminin 1 Mayıs 2004’te Avrupa Birliğine tam üye olmasının ardından ayrı bir kimliğe büründü. Avrupa Birliği’nin bir parçası olmak için yıllardır bekleyen Türkiye, bugün birliğe girebilmek için o birliğin parçalarından biri olan Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanıma engeliyle karşı karşıya kaldı.
Annan Planı’nın Rum tarafınca reddedilmesinden bu yana sessizliğe bürünen Ada’daki çözüm arayışları, 3 Ekim 2005’te AB ile müzakerelere başlayan Türkiye’nin tekrar gündemine yerleşti. KKTC, Türkiye’nin Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanımasına şiddetle karşı çıkarken elindeki AB kartıyla artık dişli bir muhatap hâline gelen Rum kesimi ise Türkiye’ye “tanınma” karşılığı çözüm mesajları verdi.
Merhum Rauf Denktaş, Adada iki kesimli bir çözümün ve Rumların Kuzeydeki topraklarına dönememesi ve mallarını yeniden edinemeyeceği gerçeğinin AB normlarına uygun olmadığını hatırlatmıştı. Denktaş, AB’nin bu bakış açısının Rumların işini kolaylaştırdığını belirtmiş ve buna verilecek karşılığı da şu sözlerle ifade etmişti:
“Buna verilecek cevap, biz o Kıbrıs değiliz. Biz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’yiz. Türkiye’nin garantilediği ortağız. Ortaklık yıkıldıysa, biz devletsiz bırakıldığımız için KKTC’yi kurmak zorunda kaldık. Biz hâlâ garanti altındayız. Yeni bir ortaklığı hazırız, ama Rum’a bütün Kıbrıs’ın meşru hükûmeti olmadığını siz söyleyin. Gidilecek yol budur. Ha bu uzun zaman istermiş, sıkıntılarımız devam edermiş, edecek efendim, Çünkü aman derhâl halledelim. Dedikleri gibi şimdi derhal imzayı at veyahut istifa et meselesi değil bu. Sabırdır, niçin? Çünkü hürriyetini koruyorsun, haklarını koruyorsun, bayrağını, devletini koruyorsun, Sabredeceksin, sıkıntı varsa katlanacaksın. Başka çaresi yok.”
“Türkiye’yi tabii şimdi zayıf tarafından tuttular. AB’ye girmek mi istiyorsun? Kıbrıs’ı ver de öyle gir, Kıbrıs’ı hallet. Kıbrıs Meselesi’ni Türkiye yaratmadı ki. Rum yarattı. Sen Rum’u çatır çatır aldın. Bölünmüş bir ada ortadayken ve bu cinayetlerin hesabını vermemişken sen Rum’a niye demedin ‘Hallet öyle gel.’ Yunanistan’a niye demiyorsun ‘Hallet ve öyle gel.’ Darbeyi yapan Yunanistan, savaşı çıkartan Yunanistan, niye onlara söylemiyorsun, Türkiye’nin suçu ne? Türkiye Akdeniz’de en büyük katliamı, en büyük soykırımı önledi.”
Rauf Denktaş Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm konusunda ümitsiz konuşmuş ve sözlerini şu ifadelerle tamamlamıştı:
“Kıbrıs Rum idaresini; jenoside, soykırımına tevessül etmiş olan, uluslararası antlaşmaları çiğnemiş olan, anayasayı yırtmış olan, masum insanları toplu mezarlara gömmüş olan Rum idaresini meşru Kıbrıs hükümeti diye tanıyan bir güvenlik konseyinin kararları değişmedikçe Kıbrıs meselesini Birleşmiş Milletler kanalı ile halletmek zordur, hatta imkânsızdır.”
Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi hukukçu Prof. Dr. Anıl Çeçen de şunları söylemişti:
“1974’te Adaya müdahale olduktan sonra Türkiye garantörlük hakkını koruduğu gibi, Adada da çok önemli bir kazanım elde etmiştir. Bu güçlü yapı, dünyaya bir mesaj vermiştir bu olay. Ama görüyoruz ki 74’ten günümüze gelinceye kadar biz Kıbrıs davasının arkasında iyi duramamışız ve orada bulunduğumuz statüden geride bulunuyoruz ve bizden sürekli taviz isteniyor. Türkiye Kıbrıs’tan vazgeçemez. Dünya düzeni alt üst olsa da Türkiye Türkiye olarak ayakta kaldığı sürece Kıbrıs’tan vazgeçemez. Bunun önemini Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk açıkça ifade etmiştir. Türkiye Osmanlıdan, Selçukludan gelen mirasına sahip çıkacak ve Kıbrıs’taki Türk varlığını, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni en az kendi toprağı kadar korumayı ulusal bir görev bilecektir. Türkiye bu bölgede Türkiye Cumhuriyeti olarak ayakta kaldığı sürece Kuzey Kıbrıs’taki kazanılmış haklarından vazgeçmeyecektir. Eğer Türkiye Kuzey Kıbrıs’ta kazanılmış haklarından vazgeçer, herhangi bir geri adım atarsa, Türkiye Anadolu’da ayakta kalamaz. Çünkü Kıbrıs’ta vereceğimiz taviz bizi Anadolu’da da geriye götürecektir. Eğer Güney Kıbrıs Avrupa’yla bütünleşirse Türkiye Avrupa’nın dışında kalırsa KKTC’nin de Türkiye’yle bütünleşme aşamasına girmesi ve belki de Türkiye’nin 82. vilayeti olarak gündeme getirilmesi gerektiği düşüncesindeyim.”
1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Başbakan olan Bülent Ecevit de yine bize verdiği mülakatta, Adaya Kıbrıs’ın birliğini beraberliğini kurtarmak üzere çıkarma yapıldığını söylemişti. Bülent Ecevit, Kıbrıs Sorunu’nun temel unsurlarından biri olan Rum dinî taassubuna dikkati çekmişti. Dönemin Başbakanı Ecevit, artık iki halkın bir arada yaşamasının mümkün olmadığını düşünüyordu. Türkiye’nin laik bir ülke olduğunu hatırlatmış, Rum ve Yunan devlet anlayışında din unsurunun hâkim olduğunu belirtmişti.
Sözlerini şöyle sürdürmüştü Ecevit:
“Ada üzerinde 2 ayrı devlet bulunması şarttır. Başka türlü mümkün değil. Tarih boyunca adada ilk defa huzur ve sükûnet var. O da bugünkü düzenleme sayesinde. İki toplumun bir arada yapması mümkün değil. Neden değil, bir kere Kıbrıs’ın bir özelliği şu: Orada politikadan, partilerden çok din kesimleri var. Ortodoks onlar. Bütün o kesimin, Rum kesiminin gerçek hâkimimutlakı durumundalar. Onlarla bir araya gelmeleri mümkün değildir.”
“Bütün dünyanın engelleme gayretlerine karşı sürekli olarak ihtiyaçları karşılanan, gücü artan bir Türk devleti var orada. Bundan daha iyisini kurmak mümkün değil. Bunun için, ben düzenleme falan lafı dedikleri vakit, ‘Düzen kurulmuştur, tıkır tıkır işliyor. Şimdiye kadar görülmedik şekilde olumlu sonuçlar veriyor. İşte düzen budur. Daha ne istiyorsunuz ?’ dedim.
“Aslında ideali iki ayrı devlet… Bu konfederasyon da olabilir sağlam temellere dayanmak şartıyla. Çünkü konfederasyonda iki ayrı devlet vardır ama onların ilişkilerinde belli sorunlar olmuştur, bugünkü düzenleme aslında en iyi düzene getirmiştir. Bunu şimdi Annan, Sayın BM Genel Sekreteri getirip de ne yapacak, neleri çözüm getirebilir? Şimdi sorsanız bana hatırlamam, çünkü uydurma bir takım şeyler işte, plan diye…”
“Karşı tarafta Rumlar refah içinde yaşıyor ama bizim halk perişan diyorlar. Perişan dedikleri halka Türkiye’den en az iki misli ulusal gelir sağlanmıştır. Daha ileri bir düzeye Türkiye’nin de katkısıyla erişmiştir. Onun için onlara gerçekleri anlatmamız zorunludur ve yalnız Kıbrıslı Türkleri kurtarmayı sürdürmüş olmak için değil, Doğu Akdeniz bölgesini ve tümüyle Türkiye’nin güvenliğini sağlam esaslara bağlamak için de KKTC’nin yaşaması zorunludur. İsterlerse 30 yıl daha tanımasınlar KKTC’yi.. KKTC orada Türkiye’nin, vatanın bir bölümü olarak yaşamaya devam edecektir.”
ODTÜ Öğretim Üyesi ve uluslararası ilişkiler uzmanı Prof. Dr. Hüseyin Bağcı da Kıbrıs konusunun nasıl girift bir bilmeceye dönüştüğünü şöyle açıklamıştı:
“Kıbrıs sorunu özellikle Türklerin Adada siyasal varlıklarını 1983’te özellikle KKTC’nin kurulmasıyla birlikte ortaya koymuş ve Adadaki Türklerin fiilî varlığı devlet anlamında da öyle veya böyle kabul edilmiştir. Bunun için geldiğimiz noktada her ne kadar sadece Türkiye tanıyor gibi gözükse de yine ortada fiilî bir durum vardır. Kıbrıs üniversitelerinde binlerce yabancı öğrenci okumaktadır. Oralardan aldıkları diplomalar tanınmaktadır. İnsanlar gidip gelmektedir.”
“AB bu konuda Türk tarafını başından itibaren desteklediği için Rum tarafını da 1960 antlaşmalarına aykırı olarak tam üye yaptığı için sorun çözülemez gibi gözüküyor. Bu arada Türkiye’nin de belki diplomatik anlamda belki noksanlıkları, hataları olmuştur ama asıl hata yapan AB’dir.”
“Sonuç itibarıyla Kıbrıs’ta durum arapsaçına dönmüştür. Nasıl çözülebileceği konusunda şu anda en azından ne Birleşmiş Milletlerin ne ABD’nin, ne Avrupa Birliği’nin her iki taraf tarafından kabul edilebilecek siyasi ve diplomatik anlayışı söz konusu değildir.”
“1999 Helsinki zirvesinde Kıbrıs’ın bir koşul olarak getirilmeyeceği söylenmiş olmakla birlikte, AB’nin politikalarında bir değişiklik olmuş ve bu Türkiye’nin önüne bir koşulmuş gibi getirilmiştir. Sonuç itibariyle şunu söylemek lazım: Adada statükonun, şu andaki konumun devam etmesi Türkiye’nin lehinedir. AB ile ucu açık müzakere takip eden bir Türkiye’nin Kıbrıs konusunda adadaki Türklerin siyasal eşitliğini ve egemenliğini ve ekonomik konumlarını düzeltmeyecek herhangi bir antlaşmaya imza atmaması gerekiyor.”
“Kıbrıs Sorunu Türkiye için bir küçük sorun olmaktan çok, bizim psikolojimizde kimliğimizin, karakterimizin bir parçasını dönüşmüştür. Böyle olduğu için de bir başka ülkenin veyahut da birliğin arzu ettiği bir çözüme Türkiye gitmek zorunda değildir, gideceğini de pek düşünmüyorum. Reel olan, gerçek olan, Adada Türklerin askerî varlığının ve vatandaşlarının bulunmuş olmasıdır.”
Kökleri 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı sonunda Kıbrıs’ın İngiltere’ye rehin bırakılmasına kadar uzanan ve 950’li yıllarda Adadaki Rumlar arasında “enosis” idealinin canlanmasıyla yeni bir veçhe kazanan Kıbrıs Sorunu, bugün “kördüğüm” hâlinde devam ediyor.
Adadaki kanlı olaylardan ve bugüne kadar çözüme ulaşmayan müzakere süreçlerinden en zararlı çıkan ise dünün hâkim unsuru olan Kıbrıs Türk halkı… Geçmişte yapılan referandumda Annan Planı'na evet diyen Kıbrıslı Türkler, bugün uygulanan ambargolar ve tecrit politikasının ağırlığı altında ezilmeye devam ediyor. Uluslararası toplumun “izolasyonu kaldırma” sözü verdiği Kıbrıs Türk halkı, yıllarca dünya sahnesinde “tanınmak” için bekledi ancak hak ettiği ilgi ve karşılığı göremedi.
Stratejik önemi ve üzerinde yaşayan Türk toplumu dolayısıyla Türkiye için “vazgeçilmez” önemdeki Kıbrıs, ülkemizin en önemli dış politika sorunlarından biri… Buna rağmen Kıbrıs’ın dış politika sorunları sıralamasındaki yeri, AKP hükûmetleri tarafından yıldan yıla giderek alt sıralara indirildi. Ankara’nın gösterdiği ilgisizlikten kendine vazife çıkaran mevcut KKTC yönetimi de kendi inisiyatifiyle istikrarsız bir rüzgârın önünde, meçhul bir yöne doğru ilerliyor. Bu da tabiatıyla Kıbrıs’ın ve Kıbrıs Türk halkının geleceği yolundaki endişeleri arttırıyor.