1968-70 dönemi; Türkiye’nin komünist terör eylemleri, sokak ve öğrenci hareketleriyle sarsıldığı bir zaman dilimiydi. Bu dönemde Türkiye içeride ve dışarıda önemli sorunlarla boğuşuyordu.
Durum, o yıllarda işbaşında olan Süleyman Demirel hükûmeti içinde parlak değildi. Ciddi bir buhran, siyaset platformunu etkisi altına almıştı.
Komünistler; o günlerde okulları ve sokakları kanlı pazara çeviriyor, hemen her yerde milliyetçi-Ülkücü gençlere ve MHP’lilere çeşitli bahanelerle saldırıyorlardı.
Bilhassa üniversitelerde örgütlenen komünistler, gemi azıya almışlardı. Kalabalık gruplar hâlinde eylemler düzenleyip öğrenciler üzerinde baskı kuruyorlardı. İşgaller, bildiri dağıtmalar, kendileri gibi düşünmeyen öğrencilere yönelik saldırı ve baskılar birbirini kovalıyordu.
Tıpkı bugün PKK militanlarının üniversitelerde hâkimiyet tesis etmeye yönelik eylemleri ve Ülkücü gençlere yönelik saldırılarında olduğu gibi…
Ülkücü gençler de örgütlenmeye başlamışlardı o dönemde üniversitelerde... Ama sayıca azlardı ve komünist grupların taşkınlıklarına karşı koymakta zorlanıyorlar, sık sık saldırıya uğruyorlardı. Bazen de bu saldırılarda şehit veriyorlardı.
Hasılı 1969-70 öğretim yılı, İstanbul Üniversitesinde komünist militanların terör estirdiği bir dönemdi… Bu zaman diliminde Türkiye’de önemli hadiseler cereyan etmişti. Ülke giderek şiddetlenen ve komünist örgütlerce ateşi körüklenen öğrenci olaylarıyla âdeta kaynıyordu. Genellikle komünist örgüt mensuplarının eylemleri yüzünden öğretimin yapılamadığı üniversiteler ve bazen de bunlara bağlı fakülte ve yüksekokullar sık sık kapatılıyordu.
İşte böyle bir kaos ortamında İstanbul’da yükseköğrenimini tamamlamaya çalışıyordu Yusuf İmamoğlu…
Bursa'nın İnegöl ilçesinde oturan Bulgaristan göçmeni, dar gelirli bir ailenin çocuğuydu.
Anası babası onu kıt imkânlarla yetiştirip üniversiteye yollamıştı. Okusun, vatanına milletine yararlı bir insan olsun diye…
O da İstanbul’a büyük ümitlerle gelmiş, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine kayıt yaptırmıştı. Coğrafya Bölümünde okuyacaktı. Ayrıca İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunu da kazanmıştı. Yüksek Öğretmen Okulu öğrencileri, bir yandan mesleki formasyon dersleri alırken diğer yandan da fakültelerdeki bölümlerine devam ediyorlardı.
Yüksek Öğretmen Okuluna herkes giremezdi. Öğretmen adayı yetiştiren fakültelerden nitelikli, seçkin ve çalışkan öğrenciler; öğretmenlik formasyonu verilmek üzere bu okula alınırlardı.
1969-70 öğrenim dönemi, Yusuf İmamoğlu’nun dördüncü ve son yılıydı. Mezun olup yeni bir hayata adım atacaktı.
Yusuf’tu, Yusuf yüzlüydü…
Ülküleri, hayalleri vardı.
Üniversiteyi bitirip öğretmen olacak, Anadolu’nun cennet köşelerinden birinde kendisi gibi vatan sevgisiyle dolu pırıl pırıl nesiller yetişmesi için çaba gösterecekti.
Bir kandil gibi etrafını aydınlatmak için tutuşuyordu.
Yusuf yüzlü İmamoğlu, arkadaşları arasında sevilen, sayılan biriydi. Beyazıt’taki Küllük’te toplandıklarında, fakültede veya Yüksek Öğretmen Okulunda bir araya geldiklerinde, Ülküdaşları onun etrafını çevirirlerdi. Âdeta bir kültür mahfili oluşur ve bu ortamda üniversiteli gençler, o devirde pek rastlanmayan bir durumda bilgi alışverişinde bulunurlardı. Bu sayede gençler arasında bir dostluk bağı oluşur, fikir ve Ülküdaşlık anlam kazanırdı. Gönül birliğine bağlı bu mütevazı toplantılar, sanki tarihî Küllük sohbetlerinin küçük bir örneğiydi.
Yusuf İmamoğlu’nun renkli ve karizmatik bir kişiliği vardı.
Duruşu, sağlam karakteri, metaneti ve cesaretiyle İstanbul Üniversitesindeki Ülkücü grubun dayanışması ve komünizme karşı mücadelesi için önemli bir isimdi.
İşte bu yüzden komünistlerin hedefindeydi Yusuf İmamoğlu. Onu, ortadan kaldırılması gereken faşist bir engel olarak görüyorlardı.
Bağımsızlık, özgürlük ve demokrasi gibi, hatta barış ve kardeşlik gibi yaldızlı kavramların arkasına saklanan komünist militanlar; Türkiye’yi Sovyetlerin bir uydusu hâline getirmeye çabalıyorlardı. Komünist gruplar arasında, farklı bakış açılarının ürünü 49 civarında fraksiyon vardı.
Önlerindeki en büyük engel; Türkiye sevdalısı, milletine âşık Ülkücü gençlerdi.
Ülkücüler, “Ne Amerika ne Rusya Ne Çin her şey Türk tarafından Türk’e göre Türk için!” diyor, tam bağımsız bir Türkiye istiyorlardı. Belki sayıları azdı ama güçlü, azimli, kararlıydılar. Varlıklarını, Türk milletinin bekasına adamışlardı. Yürekleri o kadar büyüktü ki her birinin içine koca vatan ve yüce millet sığıyordu.
Azdılar ama giderek de çoğalıyorlardı…
Bir iken iki olmuşlardı. Yarın bine, iki bine çıkacak; on binler, hatta yüz binler Ülkücü olacaktı…
Ülkücü gençler; ilk şehitlerini 4 Ocak 1968 günü Ankara’da vermişlerdi. Davranışlarıyla çevresine daima örnek olan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Ruhi Kılıçkıran, Site Yurdu’nda bir komünistin tabancasından çıkan kurşunlara hedef olup hayatını kaybetmişti.
“Bir ölür, bin diriliriz.” diyen serdengeçtilerin nesliydi Ülkücü Hareket. Binlerce şehit verecek ama çığ gibi de büyüyecekti.
Bu arada 8-9 Şubat 1969 tarihinde Adana’da yapılan büyük kurultayda Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisinin adı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirildi. Genel Başkanlığa da Başbuğ Alparslan Türkeş seçildi. MHP, Türk siyasetinin ufuklarında bir güneş gibi doğmuştu. Artık milliyetçi-Ülkücü Hareketin bir siyasi temsilcisi vardı.
1968-70 döneminde İstanbul Üniversitesinde okuyan Ülkücü öğrenciler, fakültelerin komünist grupların hâkimiyetinde olması sebebiyle okullarına girmekte zorlanıyorlardı.
8 Haziran 1970 günü karnelerini imzalatmak isteyen fakat komünistlerin engellemeleri yüzünden okula giremeyen bazı Yüksek Öğretmen Okulu öğrencileri, Edebiyat Fakültesi girişinde beklemeye başlamıştı.
O gün, Yusuf İmamoğlu öğle vakti geldi okula… Abdestliydi. Bir ağaç altında namazını eda edip duasını devşirdikten sonra fakülte binasına yöneldi.
Aslında biraz hâlsiz ve bitkindi. Ama belli etmemeye çalışıyor, vakur, emin ve mütevekkil adımlarla ilerliyordu.
Ailesinin binbir zorlukla gönderdiği harçlığı çoktan bitmişti. 35 kuruş kalmıştı cebinde…
Yaklaşık iki gündür ağzından bir lokma girmemişti. Abdest aldıktan sonra bol su içerek açlığını yatıştırmaya çalışmıştı.
Edebiyat Fakültesinin önüne geldiğinde Yüksek Öğretmen Okulundan bir grubun beklediğini gördü.
Gözü pek, cesur bir delikanlı olan Yusuf İmamoğlu, vaziyeti öğrenince karneleri imzalatma görevini üstlendi. Arkadaşlarının karnelerini toplayıp hocalara imzalatmak üzere fakülte binasına girdi. Ülkücüye yakışır bir vakarla ilerledi koridorlardan… İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi asistanlarının oturduğu 339 No.lu odaya yöneldi. Kapıyı çalıp içeri girdikten sonra yanındaki belgeleri hocalara imzalattı. İşini bitirip dışarı çıktığı sırada komünist bir grubun kurşunlarına hedef oldu.
O günlerin basın yayın organlarında yazıldığı üzere komünist grubun başında Vural Yıldırımoğlu, Yusuf Kayabaşı, Ali Menekşe, Feridun Şakar ve Vahram Apik isimli militanlar vardı.
Yusuf İmamoğlu, aldığı kurşun yaralarına rağmen hemen teslim etmedi ruhunu. Vurulduktan 23 dakika sonra şehit oldu. İki gündür vatanın ekmeğini yemek nasip olmamıştı ama uğruna kurşun yemişti. Anadolu’nun cennet köşelerinden birine değil ama cennete gitmişti.
Yusuf koridorda can verirken cinayeti işleyen grup hiç kimseyi yanına yaklaştırmadı. Olay sebebiyle çağrılan ambulans da fakülte bahçesine sokulmadı.
Aynı şey Fırat Çakıroğlu’na da yapılmamış mıydı?
Yusuf İmamoğlu’nun hikâyesi, Fırat Çakıroğlu’nun şehadetine ne kadar da benziyordu. Birçok Ülkücü şehit benzer kaderi paylaşmamış mıydı?
Cinayeti işleyen grup, herhangi bir müdahale ile karşılaşmadan bölücü marşlar söyleyerek fakülteden ayrıldı. Polis ise olay yerine 1,5 saat sonra geldi.
Olay günü fakültede bir doçent ve iki asistan silahla tehdit edilerek tartaklanmış, bir profesör de dersinden zorla dışarı atılarak hırpalanmıştı.
Fakirlik edebiyatı ve özgürlük şampiyonları, fakruzaruret içinde çocuklarını okutmaya çalışan gariban bir ailenin gelecek beklediği evladını acımadan kurşunlamışlar, geleceğini elinden almışlardı.
Cibilliyetleri icabı, boyunlarına geçirilen tasmanın gereğini yerine getirmişlerdi.
Yusuf yüzlü Yusuf, nasıl ölürdü?
Daha anası dal gibi oğlunun mürüvvetini görecek, onu bir öğretmen olarak Anadolu’ya yollayacaktı. Sonra da yuva kurduğunu görecek, sevinecekti.
Olmadı…
Kahpe kurşunların hedef oldu Yusuf İmamoğlu…
Yusuf İmamoğlu'nun öldürülmesi; o dönem, Ülkücü camiada büyük infial ve üzüntüye yol açtı. Ülkücü basın yayın organları onun ölümünün sorumlusu olarak fakülteleri komünist şiddete teslim eden üniversite yönetimlerini ve hükûmeti gösterdiler.
Haklıydılar da…
Elinizdeki Devlet’in 15 Haziran 1970 tarihli nüshası, “Rektörler, dekanlar, prof.lar! Suçlu sizsiniz!” manşetiyle baskıya girdi.
Aynı sayıda Yazar Emine Işınsu, “İmamoğlu’nun artık bize ihtiyacı kalmamıştır. Şimdi o, ‘bir hilal uğruna’ batan güneşlerin yanındadır. Şehit kardeşi Süleyman Özmen’le el eledir. Yüreğimizdeki acı; Süleymanlardan, Yusuflardan gelir ama endişemiz, cümle bozkurtlar içindir; Türklüğün son bağımsız kalesi bu mübarek topraklar içindir… Gayri söze ne hacet...” cümleleriyle bütün Ülkücülerin hislerine tercüman oldu.
Dönemin eyyamcı basınına göre; üniversitelerdeki olaylar, karşıt görüşlü öğrencilerin çatışmasından ibaretti.
Üniversiteler; bugün Marksist PKK’lılarca olduğu gibi, o zaman da komünistlerin yuvalandığı yerler hâline gelmişti. Üniversite yönetimleri ya bu duruma sessiz kalıyorlar ya da eylemlere ve eylemcilere destek veriyorlardı. Çünkü Marksist-Leninist ve Maocu gruplar sadece öğrenciler arasında değil; akademik ve idari kesimde de kadrolaşmış, örgütlenmişlerdi.
Ülkücü şehit Yusuf İmamoğlu'nun cenazesi kalabalık törenle vapura taşınıp memleketi Bursa'ya gönderildi. Gözyaşları ve dualar arasında Bursa Emirsultan Mezarlığı'na defnedildi.
Aradan yıllar, yıllar geçti. Darbeler suikastlar, savaşlar ve yeni tür terör eylemleri; kalın bir sis perdesiyle Yusuf İmamoğlu’nun üniversite öğrencisi olduğu dönemdeki olayların üzerini örttü.
Ama Ülkücüler şehitlerini, kavgalarını, acılarını, gözyaşlarını unutmadılar. Geleceğe dair hayallerini ve ülkü denen nazlı geline duydukları karşılıksız sevdayı hep yüreklerinde yaşattılar.
Bu sevdadır ki milliyetçi-Ülkücü Hareketi 21. yüzyıla taşıdı. Üstelik verdiği çetin, kutlu ve onurlu mücadele; Türk milletin vicdanına bir iman cevheri gibi sindi. Artık, “Ülkücü Hareket varsa gam yok.” diyenlerin sayısı milyonları buluyor. Ülkücülükle ilgisi bulunmayan, hatta fikrî açıdan Ülkücülerle barışık olmayan çevrelerde bile onların özgül ağırlığı ve Türkiye’nin geleceği açısından icra ettiği hayati işlev, teslim ediliyor.
Komünist örgütlerse genellikle marjinalleşti. Bugün kalıntıları, bir taşeron bölücü örgüt konumundaki PKK’nın arkasına saklanıyor.
PKK’yı küresel güçler destekleyip organize ediyor. Hedefleri, Türkiye’yi herhangi bir ülkenin uydusu hâline getirmekten çok, bölüp parçalamak olan PKK; eylemlerinde eski ağabeylerini taklit ediyor. Üniversiteleri ele geçirme ve Türkiye’nin kadrolarını buradan mezun ettikleri militanlarla işgal etme planları doğrultusunda faaliyet gösteriyor bölücü örgüt militanları. Ağabeyleri gibi onlar da milliyetçi-Ülkücü Hareketi hedeflerine ulaşmada mâni olarak görüyor. Son birkaç yılda Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde meydana gelen öğrenci olaylarının arkasında PKK var. Bir zamanlar olduğu gibi onlar da okullarda eğitim ve öğretimi sabote edip engelliyor, Ülkücü gençlere öldüresiye saldırıyorlar. Mevcut hükûmet de yine eskiden olduğu gibi olayları seyrediyor. Üniversite yönetimleri ise PKK militanlarından çok Ülkücü gençleri cezalandırıyor.
Basın, yine eskisi gibi olayları karşıt görüşlü öğrencilerin çatışması diye manşetlere taşıyor.
Geçtiğimiz yıl 20 Şubat’ta bir başka Yusuf yüzlüyü, Fırat Çakıroğlu’nu şehit verdi Ülkücüler… İçimiz bir kere daha yandı, yüreğimiz bir kere daha dağlandı.
Umarız bu son olur ve hayatlarının baharındaki İmamoğlular, Süleymanlar, Önkuzular, Gümüşler, Çakıroğlular bir daha düşmez kara toprağa…
Aziz Ülkücü şehitleri minnet ve hasretle yâd ediyoruz. Mekânları cennet, kabirleri nur olsun.