TÜRKİYE AFGANİSTAN’DA (GÜNEY TÜRKİSTAN’DA) ROL ALMALIDIR
Dr. Bahadır Bumin ÖZARSLAN
(Çay TV’de yayınlanan “25. Saat” Programında, Afganistan’daki Son Durumu Değerlendirdi)
Afganistan’dan gelen 300 bin kişi, son dönemde gelmiş değildir. Bu kişiler, daha önceki yıllarda gelmiş olanlardır. Çünkü son dönemde buna yönelik olarak ciddi bir tedbir alma politikası uygulanıyor. Yani Afganistan’a yönelik bir açık kapı politikası yok. Aynı şey Suriye için de söz konusu. Dolayısıyla Türkiye bakımından herhangi bir ülkeden, özellikle de son dönemde kriz içindeki Afganistan’dan, “düzensiz göç” diye tarif edilen bir insan kabulü söz konusu değil. Hatta tam tersine, düzensiz göçü engellemek için özellikle İran sınırımız, yeni tedbirlerle, teknolojinin de verdiği imkânlarla güçlendiriliyor. 300 bin kişi içinde de yaklaşık 130 bin civarındaki kısmı kayıtlı, diğerleri ise kayıt dışı olarak burada bulunuyorlar. Türkiye’de bu anlamda kayıt dışı veya kaçak diyebileceğimiz başka gruplar da var. Mesela Türkiye’de Ermenistan vatandaşı 100 binin üzerinde kişi var. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Ermenilerden bahsetmiyorum. Bu yeni bir durum da değil yıllardır var ama konuşulmuyor. Afganistan’dan gelenlerin yarısı kadar Ermeni, Türkiye’de kayıt dışı çalışıyor. Yani Türkiye’ye yönelik, özellikle 1915 Olayları ve devam eden başka süreçlerle ilgili yapılan suçlamalarda bunu da göz ardı etmemek ve kullanmak lazım. Mesela Ermenistan’da bu şekilde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı var mı? Ermenistan Devleti buna göz yumar mı? Mümkün değil.
Afganistan meselesi aslında, biraz da tabiri caizse göstere göstere gelen bir süreç oldu. Biliyorsunuz 2001’de Afganistan’a müdahale edildi BM Güvenlik Konseyi kararı ile. “11 Eylül” saldırılarından sonra El-Kaide’nin yok edilmesine yönelik olarak karar alındı. Afganistan’da, 2001’deki müdahaleden sonra bir Amerikan hegemonyası, “egemenliği” başladı. ABD orada bir düzen kurdu. Bu düzeni de 20 yıl boyunca kesintisiz bir şekilde, hem mali olarak hem değişik kamu diplomasisi araçları ile destekledi. Fakat burada şu husus bir defa daha ortaya çıktı ki böyle bir düzen kurmak mümkün olmuyor, mümkün olsa da sürdürülebilir olmuyor. Bu durum, ilk örnek de değil. Burada mesele şu: Afganistan’a BM Güvenlik Konseyi kararı ile yapılan müdahalede hedef kimdi? El-Kaide idi. El-Kaide’yi aslında koruyan ve kollayan Taliban’dı. Taliban, 1996-2001 arasında Afganistan’da iktidarı elinde tutuyordu ve Afganistan’daki bu düzeni ABD ortadan kaldırdı. Daha doğrusu kaldırdığını iddia etti. Fakat 20 sene sonra geldiğimiz noktada görüyoruz ki 2001’e, yani 21’inci yüzyılın hemen başına geri döndük. Bu sebeple “yamalı bohça” ya da “Taşıma suyla değirmen dönmez.” misali bir örnekle karşı karşıyayız. Kaldı ki Taliban son 1-2 senede güçlenmedi Afganistan’da. Yaklaşık olarak 2009 ve özellikle 2010’dan itibaren yeniden bir siyasi güç kazandı. Nereden güç kazandı? Özellikle Afganistan’ın kırsal bölgelerinden kazandı. Aslında Taliban Afganistan’da hiçbir zaman yok edilemedi. Varlığını hep korudu ancak geri plana çekildi. 2010’dan itibaren de yavaş yavaş yeniden su yüzeyine çıkmaya başladı. 2010’dan itibaren siyasi bir tabanı olduğunu hissettirmeye başladı. Yani 2010’dan 2021’e kadar siyaseten güçlendi. 2013’ten itibaren de askerî anlamda varlığını göstermeye başladı. Özellikle Afganistan kırsalında, askerî anlamda da etkin oldu ve fiilen egemenliği kontrol etmeye başladı. Yani biz, 2013’ten bugüne kadar gelen süreçte Taliban’ın adım adım Afganistan’a hâkim olduğunu görüyoruz. Peki, bu süre zarfında ABD ne yaptı? ABD bu süre zarfında bir düzen tesis etti ve o tesis ettiği düzen içinde de bir devletin temel organları olan yasama, yürütme ve yargıyı yeniden düzenledi. Bir devletin gündelik işleyişini, vatandaşın günlük ihtiyaçlarını karşılayacak mekanizmalar oluşturdu. Nedir? Mesela, güvenliktir yani bir ordu teşkilatı. Bu orduyu, “eğit donat” faaliyetleri ile ortaya çıkardı. Kendince Afganistan ölçeğinde iyi teçhizatlanmış, iyi donanıma sahip bir hâle getirdi fakat bu ordu neredeyse tek mermi atmadan teslim oldu. Çünkü 2013’ten 2021’e kadar aslında bu tesis edilen düzen içinde, yürütme yani devletin günlük ihtiyaçlarını karşılama ayağı aksamaya başladı. Mesela, güvenlik üzerinden bazı örnekler verecek olursak, deniliyor ki “Afganistan’da uçaklar var ABD’nin verdiği. Taliban’a karşı uçaklar niçin kullanılmadı?” ABD uçakları vermiş ama pilot eğitimleri zayıf kalmış mesela. Batılı analistlere baktığınız zaman buna ilişkin arka arkaya uzunca bir eksikler listesi sıralanıyor. ABD’nin yapmış gibi göründüğü ama yeterince yapmadığı pek çok iş var. Mesela bir ordu için lojistik-ikmal çok önemlidir. Sürekli olarak o zincirin çalışıyor olması lazım. Bu zincir kopmuş. Orada askerlere ödenen maaşlar aksamış veya ödenemez hâle gelmiş ya da düşük kalmış. Bu da ordu mensuplarını başka arayışlara itmiş. Ordu mensuplarının sayısı, kâğıt üstünde baktığınız zaman 300 binin üzerinde. Fakat muharip unsurlara baktığınız zaman bunun az bir kısmı muharip. Muharip kısmı da yeterince imkânlara sahip değil. Dolayısıyla böyle göstere göstere gelen bir süreç. Burada aslında, daha önceki ABD Başkanı Trump’ın yaptığı anlaşma, bu göstere göstere gelen sürecin geldiği noktada, o andan itibaren bir teslimiyettir. Yani nedir? Afganistan’da aslında merkezî bir Kabil hükûmeti var, bir de onun dışında kırsala yayılmış ve oldukça etkin bir Taliban gerçeği var. Doha’da yapılan anlaşma yani Trump’ın döneminde Taliban’la yapılan anlaşmadan çok bahsediliyor ama içeriğini kamuoyu galiba çok bilmiyor ve içerikten de pek bahsedilmiyor. Daha anlaşmanın başında şöyle bir ibare var: “ABD hükûmeti ile ABD’nin bir devlet olarak tanımadığı Taliban arasında”. Bu ibare, anlaşmanın içeriğindeki maddelerde de sürekli olarak vurgulanıyor. Peki, o zaman, ABD bir devlet olarak tanımıyor ama anlaşma yapıyor ise o zaman Taliban’ı bir meşru varlık olarak kabul ediyor. Aksi takdirde anlaşma olmaz. Yani ABD resmen bu anlaşmayı yaptı, ABD Başkanı da bu anlaşmayı sahiplendi ve bu anlaşma çerçevesinde Afganistan’dan askerlerin çekileceğini ilan etti. Yeni gelen Joe Biden bakımından durum, bu anlaşmanın hayata geçirilmesidir. Joe Biden da bu anlaşmayı hayata geçirirken şunu söyledi: “Merak etmeyin bizim burada eğittiğimiz ve donattığımız birlikler Taliban’a karşı koyabilir.” Fakat Batılı analistlere baktığımız zaman, tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Burada değişik süreler tanınmıştı ama eninde sonunda Taliban’ın Afganistan’ı teslim alacağı, bundan 6 ay önce de bir sene önce de belliydi ve açıkça ifade ediliyordu. Sadece net bir zaman tayin edilemiyordu. Bu kadar hızlı olacağı ise hiç tahmin edilmiyordu.
2020’deki Doha Anlaşması’ndan sonra yapılan analizlerde şöyle senaryolar vardı: “1- Afganistan’da mevcut hükûmet ile Taliban arasında bir anlaşma olur. Bir yetki paylaşımı olur. 2- Afganistan’daki merkezî hükûmeti yeterince kendisine muhatap kabul etmeyen Taliban, Afganistan’daki kanaat önderleri, yerel liderlerle bir araya gelir ve bunlarla bir yetki paylaşımı yapabilir. 3- Taliban, herşeye el koyacak güce erişir. 4- Bir iç savaş çıkar ve oldukça kanlı olur.”
Analistler daha çok, ikinci ve üçüncü senaryoya öncelik veriyordu. Yani Afganistan’daki yerel liderlerle Taliban arasında bir yetki paylaşımı ve bunun da “çok kan dökülmeden” gerçekleşmesi yönünde tahminler vardı. Yani bir anlaşma, bir mutabakat ihtimali söz konusuydu. Üçüncü ihtimal ise Taliban’ın yüzde yüz egemen olduğu bir ihtimaldi. Bu üçüncü ihtimal gerçekleşti. Fakat bundan sonraki süreçte dördüncü ihtimal ortaya çıkar mı? Bunu zaman gösterecektir. Ama anlaşıldığı kadarıyla artık birinci ihtimal söz konusu değil. Üçüncü ihtimal gerçekleşti ve yerel liderler, kanaat önderleri de denkleme dâhil olmaktan uzaklaştı. Dolayısıyla ilk iki ihtimal elenmiştir ve üçüncü ihtimal gerçekleşmiştir. Dördüncü ihtimalin hayata geçip geçmeyeceğini ise zaman gösterecektir. Biraz da Afganistan merkezli, hem bölgesel hem de küresel jeopolitik bunu belirleyecektir. Yani küresel güç mücadelesinin Afganistan üzerinde muhakkak bir tezahürü olacaktır. Bunu da zaman gösterecektir. Çünkü burada şöyle bir husus var. Afganistan coğrafyası son 150 yıldır dünyadaki süper güçleri yutan bir coğrafya olarak karşımıza çıktı. 19. yüzyılda gerçekleşen “Büyük Oyun”da, Rus Çarlığı ile Britanya Krallığı Türkistan coğrafyasında bir nüfuz mücadelesine girdi. Bu mücadelede taraflar anlaşarak belli bir hat oluşturdular. Hindistan, bugünkü adıyla hem Pakistan hem Hindistan ve Afganistan coğrafyası, İngilizlerin kontrolünde kaldı. Onun kuzeyi ise Rus Çarlığı’nın egemenliğinde kaldı. Afganistan, önce Güneş Batmayan İmparatorluğu içine aldı ve yuttu. Akabinde Soğuk Savaş’ta, orada Sovyetler Birliği’nin bir ağırlığını görüyorduk. Ne oldu? Sovyetler Birliği’nin çöküşüne yol açan en önemli etkenlerden birisi olarak gösterilen Sovyetler Birliği’nin Afganistan müdahalesi sonrası, dünyanın o dönemde süper bir gücü olan Sovyetler Birliği’ni yuttu. 2001’de ise ABD liderliğinde, her ne kadar BM Güvenlik Konseyi kararı olsa da ABD’nin kontrolünde bir düzen tesis edildi. Bu düzen de 20 yılda çöktü. Dolayısıyla burada Afganistan’ın kendine has bir jeopolitiği var. Adeta “Bermuda Şeytan Üçgeni” gibi. İkinci olarak, Afganistan’ın bulunduğu konum itibarıyla da özellikle komşularıyla ve yine önümüzdeki süreçte gerçekleşmesi beklenen küresel mücadelede en önemli aktörlerden iki tanesi bu coğrafyada. Biri Çin, diğeri de Rusya. Öbür taraftan Afganistan’ın kendi bölgesi içinde Hindistan’ın, Pakistan’ın, İran’ın, kuzey bölgesindeki komşuları olan Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan gibi devletlerin varlığı ve bunların her birinin kendilerinin veya başka devletlerle ortaklığının üzerinden bölgede bir çekişme olacağı da muhakkak. Öbür taraftan ABD de bundan sonra, daha çok vekâlet savaşları yoluyla birtakım atılımlar ve açılımlar yapacaktır. Mesela Soğuk Savaş esnasında, Afganistan’da Sovyetler Birliği’ne karşı “Mücahitler” olarak adlandırılan grupları desteklemişti. ABD, Afganistan’daki vekâlet savaşını 1979’da başlatmış ve sonuna kadar sürdürmüştü. Bunun için kamu diplomasisi araçlarını da kullandı. Meşhur Rambo filmlerinden birisi de Afganistan’daki Mücahitlerin mücadelesini anlatır. Rambo oraya yardıma gider. Bunlar tesadüfen yapılmış filmler değildir.
Öbür taraftan da bizim için Afganistan’ın önemi var. Çünkü yakın zamana kadar, her ne kadar muharip unsurlar olmasa da Türk askeri oradaydı. Ancak Türk askerinin dışında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin resmî kurumları ile yine Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşlarının gerçek kişi olarak veya bir tüzel kişilik olarak sivil toplum kuruluşları ve şirketler aracılığıyla varlığı bugün hâlâ devam ediyor. Öbür taraftan da Afganistan’ın genelinde çok ciddi oranda Türk soylu veya Türk dilli topluluklar var, başta Özbekler ve Türkmenler olmak üzere. Bunlarla tarihî bağlarımız var. Onun da dışında Türkiye’nin Afganistan’la Millî Mücadele Dönemi’nden, 1921’den başlayan 100 yıllık bir ilişkisi var ve bu 100 yıl içinde de yaptığımız üç ayrı antlaşma var, kamuoyunun çok dikkatini çekmeyen veya bilgisi dışında olduğu düzenlemeler bunlar.
Afganistan coğrafyası ise bundan sonra, geçici hükûmet açıklanmasına rağmen çekişmelerin olacağı bir yer olacaktır. Bu çekişmelerde tarafların her birinin kendine göre hem tarihî derinliği olan hem de bir gelecek perspektifi olan modellemeleri, düşündükleri ve tasarladıkları var.
Biz daha çok, “Türkiye Afganistan’da ne yapmalı?” konusu üzerinde durursak bizim açımızdan daha anlamlı olur diye düşünüyorum. Her şeyden önce şu sorunun cevabını vermeliyiz. Muhalefet partilerinin sık sık sorduğu ve istismar ettiği, saptırdığı “Suriye’de ne işimiz var?” ve “Libya’da ne işimiz var?” gibi şimdi de “Afganistan’da ne işimiz var?” sorusuna cevap aramalıyız. Afganistan’daki işimizin tarihî boyutundan biraz önce bahsettim. 1921 Antlaşması, 1 Mart tarihlidir. Henüz Sakarya Zaferi’ni dahi kazanmadığımız bir döneme denk gelir. O antlaşmanın kritik maddeleri var. Bir tanesi bugün NATO Antlaşması’nın 5. maddesinde olduğu gibi. Yani nasıl ki NATO üyesi devletlerden birine yapılan bir saldırı olduğunda bütün üyelere yapılmış sayılıp bir kolektif meşru müdafaa hakkı veriyorsa NATO’ya, aynı durum Türkiye ile Afganistan arasında yapılan 1921 Antlaşması’ndaki bir maddede de var. Yani taraflardan birine bir saldırı olması hâlinde, “Doğu’yu istila ve sömürgeci emperyalist güçlerin saldırısı” ibareleri geçer anlaşmada, diğer taraf da ona yardımda bulunacaktır ve saldırı püskürtülecektir deniyor. Bugünkü NATO Antlaşması’nın 5. maddesinden hiçbir farkı yok. Onun dışında eğitim, kültür ve sağlık alanında iş birliğine yönelik maddeler var. Mesela Millî Mücadele devam ederken Ata’mız Mustafa Kemal Atatürk, oraya hekimler, subaylar ve uzman kişiler göndermiştir. “Ne yapıyorsunuz? Biz burada bir mücadele içindeyiz.” denilerek itiraz edenler olmuştur. Ama Ata’mız, kafasında Millî Mücadele’yi kazanmış, devleti kurmuş, devletin dış politikasını bile inşa etmeye başlamış. Bu, bunun bir göstergesi. “Hayır, gidecekler!” demiş ve itirazları dinlememiştir. 1928 Antlaşması yapıldı daha sonra. 1928 Antlaşması, 1921 Antlaşması’nın devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. 1937’de de çok sık duyduğumuz “Sadabat Paktı” yapılıyor Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında. Bu bir saldırmazlık anlaşmasıdır. Yaklaşan bir savaşta, taraflar birbirine saldırmamak için taahhütte bulunuyor. Şimdi bütün bunları göz ardı edemeyiz. Özellikle Türkiye’deki Kemalist çevrelerin “Afganistan’da ne işimiz var?” demeleri, Kemalist çevrelerin Atatürk’ü hiç tanımadığını bir kere daha bize gösteren bir çıkış oluyor. Bunun da altını çizmek isterim, Tabii Atatürk’ün farkında olduğu başka bir şey, orada Türk soylu veya Türk dilli halkların yaşıyor olması. Mesela Atatürk’ün Kabil’e gönderdiği büyükelçi bir edebiyatçı olan Memduh Şevket Esendal’dır. Niçin? Çünkü bölgedeki Türk soylu ve Türk dilli halklar, kültürünü muhafaza etsin ve özellikle de dillerini korusunlar diye. Aynı şeyi Atatürk, Balkanlar’da “Balkan Antantı” aracılığı ile yapmıştır. Atatürk’ün çok net bir şekilde Türkiye’nin dışında yaşayan Türk soylu, Türk dilli halklarla ve hatta akraba toplulukları da içine alacak şekilde izlediği bir dış politika var. İşte Afganistan da bunun bir sonucudur. Afganistan’ın kuzeyindeki Türk soylu ve Türk dilli halklar ile akraba topluluklarının yaşadığı bölge, tarihî Güney Türkistan bölgesidir. Nasıl ki bir Doğu Türkistan varsa bunun bir batısı, kuzeyi ve güneyi de olması lazım. Güney Türkistan, bugünkü Afganistan’ın kuzeyindeki topraklara tekabül eder. Afganistan’ın bütün kuzeyine yayılmış, İran sınırına kadar olan çok büyük bir coğrafyadır orası. Yapılan antlaşmaların arkasında o dönemde, bu yaklaşım da vardır. Bugün de Türkiye, özellikle 2001’deki müdahaleden sonra 1921’de başlayan süreci tam 80 yıl sonra 2001’den sonra yeniden canlandırmış ve hayata geçirmiştir ki bizim de ortağı olduğumuz 57. Hükûmet dönemine denk geliyor. O günden itibaren başlayan, Afganistan’a yönelik Afganistan’daki Türk varlığına yönelik yatırımlarımız vardır. Nedir? Türkiye’nin orada yalnızca askeri yoktu. Şu anda askerlerimiz çekildi havaalanından ama Türkiye’nin orada resmî kurumları çok büyük yatırımlar yaptılar. Eğitim, sağlık ve altyapı yatırımları özellikle. Başka TİKA olmak üzere Yurt Dışı Türkler Başkanlığı, Yunus Emre Enstitüsü, Maarif Vakfı, Türk Kızılayı burada, 1 milyar doların üzerinde yaptığı yatırımlar aracılığıyla bir kamu diplomasisi yürütmüşlerdir. Burada özellikle Türk soylu halkların yaşadığı coğrafyalarda ağırlıklı olarak bulunmaktadırlar. Kabil’de büyükelçiliğimiz vardır ve iki tane de konsolosluğumuz vardır. Biri, Mezar-ı Şerif’te ve diğeri de Herat’tadır ki tarihî Türk kentleridir buralar. Yurt Dışı Türkler Başkanlığı eliyle dağıtılan Türkiye burslarına, her yıl Afganistan’dan yaklaşık 30 bin başvuru olmaktadır. Bu başvuruların çok büyük bir kısmı Türk soylu halklardan, özellikle Özbeklerden ve Türkmenlerden gelmektedir. Türkiye orada 20 yıldır, 1921’de başlattığı ama Soğuk Savaş araya girdiği için kesintiye uğramış olan politikasını canlandırıyor. Yani Atatürk Dönemi’ndeki izlenen politikaları 2001’de yeniden hayata geçirmiştir. Bu da önemli bir husus. Öbür taraftan burası çok büyük bir jeopolitik çekişme alanıdır tarihî süreç boyunca ve bundan sonra da olacaktır. Yani buradan ABD’nin çekilmesi, bölgede Rusya’nın ve Çin’in iştahını kabartmaktadır. Aynı şekilde İran ve Hindistan da iştahlanmaktadır bu bölgeye nüfuz etmek bakımından. Çünkü ABD varken oraya nüfuz etmeleri kolay değildi. Dolayısıyla Türkiye’nin buradan çekilmesi ve buradaki denklemden çıkması, artık bu jeopolitik çekişmede yer almaması demektir. Oysa bu bölge yani Kuzey Afganistan, özellikle Güney Türkistan dediğimiz bölge üzerinden Türk dünyasına da açılan bir kapıdır.
Açıklanan geçici hükûmet Türkiye’den asker dâhil her şey isteyebilir. Tıpkı Suriye’nin Rusya’dan istediği gibi. Böyle olursa uluslararası camiada Türkiye’nin eli güçlenmiş olur. Zaten şöyle bir durum var: Uluslararası hukuk açısından baktığımız zaman, hükûmetlerin tanınması müessesesi yoktur uluslararası hukukta. Devletlerin tanınması meselesi vardır. Niçin? Çünkü içişlerine karışma yasağı vardır. Yani bir devletin kendi sınırları içinde hükûmet değişiklikleri olur ve eğer bu hükûmet değişiklikleri, o devletin mevzuatına yani hukukuna uygun bir şekilde gerçekleşiyorsa her yeni gelen hükûmet tanınmaz çünkü buna ihtiyaç olmaz. O devletin tanınması yeterlidir zaten. Fakat eğer hükûmet değişiklikleri o devletin iç hukukuna aykırı bir şekilde gerçekleşiyorsa, mesela darbe, iç isyan ve iç savaş gibi böylesi bir durumda, uluslararası hukukta fiilî duruma bakılır. Uluslararası toplum burada fiilen etkin kontrolü sağlayan birimlerle ilişki kurabilir ama bu tanınma anlamına gelmez. Burada da genellikle o coğrafyada bulunan devletle ilişkinin devam ettirilmesi gerektiği için uluslararası toplum düzeninin bir parçası olarak etkin kontrolü sağlamış olan etkin otorite ile ilişki kurulabilir. Ama burada da ilişkiler daha ihtiyatlı ve dikkatli yürütülür. Çünkü bir gayrımeşru otoritenin meşrulaştırılmasına da meydan verilmek istenmez. Havaalanı da o yüzden önemli. Havaalanı Afganistan’ın dışarıya açılan kapısıdır. Çünkü Afganistan, kara ve demir yolu ulaşımına çok elverişli değildir. Mesela insani yardım yapılmak isteniyor ise oradaki çocuklara, yoksullara, kadınlara destek olunması arzu ediliyor ise o havaalanının işlemesi lazım. Havaalanı işletmek de teknik bilgi ve uzmanlık gerektiren bir şey ve en önemlisi de ciddi bir insan kaynağı gerektirir. Güvenliği sağlarsınız ama insan kaynağınız yoksa ne olacak? Dolayısıyla şu anda Türkiye’nin Pakistan ve Katar üzerinden havaalanının işletilmesine yönelik yürüttüğü politika doğru bir politikadır. Çünkü orayla bağlantıyı sağlamak bakımından gereklidir. Kaldı ki Afganistan coğrafyasında bizim 20 yıl boyunca yaptığımız yatırımlar yani okul açmışız, yetimhane açmışız, hastane açmışız, yolları onarmışız, köprüler yapmışız, su şebekeleri oluşturmuşuz, elektrik hatları kurmuşuz, vs. tüm bunlar bizim Afganistan’da halk nezdinde sempatimizi oluşturan, hatta Taliban’ın bile Müslüman olmamız sebebiyle doğrudan çok da düşmanlık etmemesine yol açan unsurlardır. Şimdi bizim, sahadaki bu avantajı değerlendirmemiz lazım. Çünkü sahada bu avantaja sahip şu anda, ne komşu coğrafyalardan ne de büyük güçlerden kimse var.