ATA-OĞUL SİLSİLESİ ve BAŞBUĞ TÜRKEŞ

30 Mayıs 2019 10:49 Dr.Bahadır Bumin ÖZARSLAN
Okunma
4377
ATA-OĞUL SİLSİLESİ ve BAŞBUĞ TÜRKEŞ

4 Nisan 1997, Ülkücü Türk milliyetçileri için çok önemli bir tarihtir. Zira bugün, Başbuğ’umuz Alparslan Türkeş’in Hakk’ın rahmetine kavuştuğu gündür. Bu öylesine bir gündür ki dün ebeveynlerimiz, bugün biz, yarın ise çocuklarımız ve torunlarımız tarafından sürdürülecek bir fikrî silsilenin kurucusunun hayata gözlerini yumduğu tarihtir.  O gözler belki fâni hayata kapanmıştır ama görmesini bilen, taraflı tarafsız herkes takdir edecektir ki ilk kez 25 Kasım 1917'de açılan o gözler, aynı zamanda Türklüğün gözünün, yeryüzünün en ücra köşesindeki ferdine kadar açılmasına vesile olmuştur. Bu yönüyle Başbuğ Türkeş, her fâniye nasip olmayacak ve ancak çok sınırlı rastlanacak bir örnek olarak Tarihe geçmiştir.      
Çok yönlü bir kişilik olması ve eşine az rastlanan türden liderliği sebebiyle Başbuğ’umuzun ardından yapılmış onlarca irili ufaklı çalışma vardır. Ben de bir ölüm yıl dönümü yazısı kaleme alıyor olmam münasebetiyle bu durumun bilincindeyim. Bir yazının çerçevesi içine sığmayacak, Tarih yazmış ve ölümünden sonra da evlatları eliyle hâlâ tarih yazdıran sıra dışı bir kişiliği, kısa ifadelerle yâd etmenin çok kolay olmadığının farkındayım. Üstelik ele alınabilecek pek çok yönünün olduğu da bir gerçektir. Bununla birlikte, konu Başbuğ Türkeş olunca her defasında, ilk kez uzun yıllar önce okuduğum ve hepimizin gayet iyi bildiği, hemen hepimizin hayatına az ya da çok yön vermiş bir romandan, bir sahne gelmektedir.
    İlk kez, 30 yıl önce tanıştığım ve geçen süre boyunca da sayısını hatırlamadığım kez tekrar tekrar okuduğum bu eser, pek çok kişinin tahmin edebildiği gibi büyük Türk milliyetçisi Hüseyin Nihâl Atsız’ın “Bozkurtlar Diriliyor” adlı romanıdır. Bu romandaki ve bu romandan önce yazılmış olan “Bozkurtların Ölümü” adlı romandaki pek çok sahne, hepimiz gibi her zaman hafızamda yer etmiştir. Ancak bir sahne var ki bu sahnede geçen diyaloğu okuduktan sonra hiç unutmadım ve hayatım boyunca da o diyalogda geçen cümleyi aklımdan çıkartmadım. Bence Başbuğ’umuz için yazılacak uzun bir yazı yerine, okuyunca herkesin aklına gelecek olan bu sahneye dikkat çekmek daha anlamlı olacaktır.
    Bilindiği üzere “Bozkurtlar Diriliyor” adlı roman, “Bozkurtların Ölümü” isimli romanın devamı niteliğindedir. Kür Şad İhtilali ile biten “Bozkurtların Ölümü” romanından sonra “Bozkurtlar Diriliyor”da, Göktürkler tekrar ayaklanmışlar ve İlteriş Kağan önderliğinde kurt başlı sancağı kaldırarak Göktürk Devleti’ni kurmuşlardır. Göktürk Devleti’nin yeniden kuruluşunun ilk yıllarında geçen bu romanda asıl kahraman, Kür Şad’ın oğlu olan ancak bu gerçeği, anası Altın Tarım’a verdiği söz ve Göktürk Devleti’nin geleceğini tehlikeye atmama adına saklayan Urungu’dur. Babası Kür Şad gibi nefsinin isteklerini geriye iten, Kağan ailesinden bir tegin olduğu hâlde karabudundan biri gibi sıradan bir hayata razı olan Onbaşı Urungu’nun Taçam isimli yetişkin bir oğlu vardır. Taçam, o sırada Göktürkler ile mücadele hâlindeki başka bir Türk topluluğu Dokuz Oğuzlara, tesadüflerin sonucu olarak bir şekilde esir düşer. Esareti sırasında, Dokuz Oğuzlardan bir yüzbaşı olan Kadır Bağa ile tanışır. Kadır Bağa ile Taçam’ın babası Urungu arasında, yarım kalmış bir dövüş vardır. Bunu hatırlatan Kadır Bağa ile yaralı olan Taçam arasında şu diyalog geçer: