Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol, “Libya ile yapılan mutabakatı Suriye ve Lübnan takip edebilir. Bölge açısından denkleme Türkiye’nin yanında Suriye ve Lübnan’ın da girebileceğini öngörüyorum.” dedi.
Türkiye ve Libya’nın uluslararası alanda tanınan hükûmeti, Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ile güvenlik ve askerî işbirliğinin genişletilmesine yönelik anlaşmalar imzaladı. Anlaşmalar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti Başkanlık Konseyi Başkanı Fayez el Sarraj arasında 27 Kasım 2019 Cuma günü Dolmabahçe Ofisi’nde imzalandı. Söz konusu anlaşmaya, Libya’nın doğusundaki hükûmetin yanı sıra Yunanistan ve Mısır da tepki gösterdi. Her iki ülkenin parlamentolarınca onaylanan anlaşmalar, Türkiye'nin Libya'ya asker gönderip göndermeyeceği tartışmalarını da beraberinde getirdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "Libya hükûmetinden talep gelmesi durumunda asker gönderilebileceğini" belirtti.
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Libya’ya gerekirse asker gönderilebileceğini ifade eden Erdoğan’a desteğini açıklayarak, “Gerektiği takdirde Libya’ya asker gönderme seçeneği mutlaka gündeme alınmalı ve gereği cesaretle yapılmalıdır. İhtiyaç hâsıl olursa Libya’ya asker göndermek aynı zamanda bir beka meselesi olup Milliyetçi Hareket Partisinin desteğini alacaktır.” diye konuştu.
Doğu Akdeniz’de dengeleri değiştiren bu anlaşmalar, Akdeniz’deki diğer ülkelerin de tepkisini çekti. Yunanistan ve Mısır, mutabakatın uluslararası hukuka aykırı olduğunu belirtirken; Güney Kıbrıs, Lahey'de bulunan Uluslararası Adalet Divanına başvurmaya hazırlanıyor.
Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol, “Libya ile yapılan mutabakatı Suriye ve Lübnan takip edebilir. Bölge açısından denkleme Türkiye’nin yanında Suriye ve Lübnan’ın da girebileceğini öngörüyorum.” dedi.
ANKASAM Başkanlığı görevini de yürüten Erol, Türkiye Yazarlar Birliği Ankara Şubesinde “Küresel Sistemde Yaşanan Krizler ve Türkiye” konulu bir konferans verdi.
Konuşmasına, “Krizden ne anladığımız çok önemli. Dünyaya uluslararası sistem bağlamında baktığımızda mevcut durumu tek bir kelime ile özetleyebiliriz, o da kriz.” sözleriyle başlayan Erol, şöyle devam etti:
“Her geçen gün alanı ve coğrafyası genişleyen, derinleşen bir kriz durumu söz konusu. Kriz denildiğinde ilk akla gelen, tehditler ve risklerdir. Oysa kriz başlı başına bir tehdit ve risk değildir. Aynı zamanda bir fırsattır. Başarılı bir kriz yönetiminden kasıt da zaten budur. Başarısız tehdit ve riskleri akıllıca bir yönetimle ve en az maliyetle atlatabiliyorsanız başarı hanenize yazılır. Bunu bir fırsata çevirebiliyorsanız kriz yönetiminde en büyük başarı buradadır. Kriz tehdit ve riskle birlikte fırsatı da içerir. Nitekim Çince karşılığı Wei-ji olan kriz hem tehdit-risk hem de fırsat anlamına gelmektedir. Burada esas olan krizi öngörebilmektir. Başarılı kriz yönetimi, öncelikle yaklaşan krizi görebilme, mümkünse bunu engelleyebilme ya da bunu öngörüp gerekli tedbirleri alarak en az maliyetle atlatabilmektir. İçinde bulunduğumuz süreçte, birbirine tezat iki durum söz konusu. Krizlerle birlikte bir belirsizlik ve bekleme durumu söz konusu. Bakıldığında şu anda tüm aktörler açısından dünyada bir belirsizlik var. Bir de bekleme var. Dünya, daha önceki tecrübeler itibarıyla bu tür belirsizlerin ne anlama geldiğini çok iyi biliyor. Jeopolitik deprem. Burada tarihî referanslar ve tarihî hafıza bir kez daha devreye giriyor. Bu tür durumları dünya olarak yaşadık. Çok öteye gitmeye gerek yok. Şimdi de konuşulan ve bu dönem için söylenen husus ne? Soğuk Savaş mı? Bir tanesi bu. Bazıları daha da arka plana giderek diyorlar ki, 'Bu iki savaş arası dönemi andırıyor.' Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arası yani 1930'lardaki ekonomik kriz ve bunun uluslararası siyasete yansıması. Hitler'i ve Mussolini'yi ortaya çıkartan kriz. Burada uluslararası sistemin bir anlamda duyarsızlığı. Oradaki aktörlerden birinin de bu süreci lehine çevirmeye çalışması ve bunu bir fırsata çevirmesi. Çünkü 1929 ekonomik krizi evet bir dünya krizi ama en temelde ABD’de çıkan ve Avrupa’yı çok derinden etkileyen Batı’nın krizi. Avrupa’daki kriz tek bir aktörün, ABD’nin işine yarıyor bir anlamda. Zira, Birinci Dünya Savaşı'nda umduğunu tam anlamıyla bulamayan Wilson Prensipleri ile yeni bir dünya düzenini hedefleyen ama hâlâ karşısında buna mukavemet eden Kıta Avrupa'sı ve İngiltere karşısında bu projesinden geri adım atmak zorunda kalan Amerika Birleşik Devletleri bu kriz ile birlikte hızlanan İkinci Dünya Savaşı ile hem Batı’nın hem de iki kutuplu dünyanın lideri oluyor. Dolayısıyla aktörler açısından bu krizi fırsata çevirebilme oldukça önemli.”
ABD ASLINDA BİR KAOS VE KRİZLER İMPARATORLUĞU
Erol, Amerika Birleşik Devletleri’nin aslında bir kaos ve krizler imparatorluğu olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti:
“Varlığını büyük ölçüde buna borçlu olan ve bundan dolayı da 11 Eylül sonrası itibarıyla sistematik şekilde tüm dünyada bir kriz ve kaos ortamını çıkartan bir ülkedir. Bugün itibarıyla bunun sonuçlarını ortaya çıkartmaya çalışan bir güç durumunda. ‘Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olma’ tabiri ya da ‘evdeki hesabın çarşıya uymaması’ durumunda bugün bakıldığında Amerika Birleşik Devletleri açısından ciddi anlamda tartışılıyor. Kriz içinde kriz olarak içinde bulunduğumuz mevcut durumu daha da belirsiz bir hâle, belki de daha kaotik ve sancılı, kanlı bir hâle dönüştürebilme potansiyeli taşıyor. Bundan dolayı şu anki krizle daha öncekileri karşılaştırdığımızda bu belki de bir kıyamet savaşına gidebilecek bir kriz olarak tüm güçler ya da birçok uzman tarafından ifade edilebiliyor. Çünkü daha önceki savaşlara baktığımızda bir nükleer boyut yok. Tüm dünyayı bir nükleer silah kullanmakla tehdit eden bir güç yok. Rusya'ya bakıldığında Sovyetler Birliği'ni sona erdiren bir Gorbaçev bile bugün buna işaret ediyorsa eğer, Rusya Federasyonu'nun üzerine çok gidilirse ilk nükleer silahı kullanmaktan çekinmeyecek bir ülke olacağını söylüyorsa tüm dünyanın bekasını tehdit eden bir duruma dönüştüğünü çok net bir şekilde ifade edebiliriz. Onun için bulunduğumuz şartlardaki dünya içerisinde bu krizlerin nereye gideceği sorusu büyük bir önem taşıyor. Burada şu tespiti yapmak lazım: Daha önce Birinci Dünya Savaşı'na ve İkinci Dünya Savaşı'na giden süreçlere baktığımızda içinde bulunduğumuz krizin iki temel sebebi karşımıza çıkıyor. Bir tanesi liderlik. Bu çok net bir şekilde liderlik mücadelesi ve liderlik savaşı olarak karşımıza çıkıyor. Burada tarihsel kodlara dönüş süreci ve paylaşım mevzusu da oldukça önemli. Yani siz buna kaynaklar savaşı, kaynaklar paylaşımı da diyebilirsiniz. Ama Birinci Dünya Savaşı'na giden süreçte Almanya burada belirleyici bir güçtü. İtalya da ön plana çıkmakla birlikte, 'Biz sahip olduğumuz güç bağlamında dünya haritasını yeniden çizilmesini istiyoruz.' diye ortaya çıktıklarında yeni ittifaklar ve yeni dengelerle birlikte Birinci Dünya Savaşı'nın önünü açtılar. Tabii burada özellikle bu savaş ve sonrası itibarıyla yarım kalmış hesaplaşmalar süreci başladı. Aslında Birinci Dünya Savaşı, kazananların da kendi içlerindeki bir hesaplaşmadır. Burada İtalyanların gayrimemnun durumları ve diğerlerin duyduğu hazımsızlığın, bu paylaşım ve hesaplaşma sürecinde önemli olduğunu görürüz. Tarihsel kodlara dönüş, liderlik ve yarım kalmış hesaplaşmalar burada önemli. Bunu niçin söylüyorum? Bugün Batı'nın kendi içerisinde bile her ne kadar burada Çin faktörü, Rusya faktörü olarak Doğu ön plana çıkartılsa da aslında Batı'nın kendi içerisinde devam eden bir iç hesaplaşma var.”
ABD’NİN BATI’DA SARSILAN LİDERLİĞİ VE YÜKSELEN DOĞU
Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol, “Bugün Amerika Birleşik Devletleri'nin 11 Eylül sonrası küresel egemen güç olma arzusu ile yola çıktığı dönemde Batı içerisindeki liderliği ciddi anlamda tartışılıyor.” diye konuştu.
Bunu çok açık bir şekilde Almanya. Bir önceki Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in çok açık ve net bir şekilde dile getirerek, "Amerika Birleşik Devletleri artık Batı'nın lideri değildir.” dediğini hatırlatan Erol, şu değerlendirmelerde bulundu:
“Almanya'nın şu andaki mevcut Dışişleri Bakanına da baktığımızda o da ‘Amerika Birleşik Devletleri bu korumacı ve himayeci politikaları ile kapitalist ve liberal sistemin temsilcisi olamaz. Bu temsilciliği Avrupa Birliği üstlenmek zorunda.’ diyor. Yani Almanya üstlenmek zorunda. Burada Batı'nın kendi içinde bu hesaplaşma sürecinin önünü açan ve hızlandıran temel motivasyon ise yükselen Doğu. Aslında Batı, yükselen Doğu'yu Amerika Birleşik Devletleri'nin kendi üzerindeki hâkimiyeti ve hegemonyayı kırma açısından da bir fırsat olarak görüyor. Bugün Çin ve Rusya ile geliştirdiği birtakım ilişkileri ki Almanya ve Rusya ilişkileri özellikle enerji diplomasisi alanında bakıldığında 2010'a gelindiğinde Türkiye'yi de dâhil etmek suretiyle aslında Almanya'nın kafasında Doğu'ya doğru kendine göre Batı'ya doğru politikası hallolmuştu. Batı’ya doğru politikası Avrupa Birliği'dir. Doğu'ya doğru politikasında ‘Almanya-Rusya ve Türkiye’ ekseninde Avrasya üçlüsü söz konusu. Bu tarihsel Doğu'ya doğru politikasındaki sürekliliği ve kararlılığı gösterir. Onun için burada Almanya'nın bu yarım kalmış hesaplaşmada devamlı şekilde elindeki mevcut enstrümanları güçlendirme ve geliştirme yolunda hamleler yaptığını görüyoruz. Bu anlamda Avrasya istikameti ile birlikte Amerika'nın Avrupa ayağını zayıflatmaya ve zafiyete yönelik adımlar attığını görüyoruz. Bugün Avrupa ordusu bu sürecin bir parçasıdır. NATO'nun bu anlamda tartışmalı olması da her ne kadar burada Trump bunu ön plana çıkartsa da fakat bu durum Avrupa açısından da yeni bir süreci gündeme getirmiştir. Nedir bu süreç? Avrupa kendi savunmasını kendisi yapmak zorundadır. Amerika'ya güvenemez. Bu ifadeyi net şekilde kullanıyorlar. ‘Biz Amerika'ya güvenerek bir şey yapamayız.’ diyorlar. Buna karşılık Amerika'nın birtakım karşı cevapları da var. Örneğin; 2010 sonrası itibarıyla bakıldığında Kırım ve Doğu Ukrayna. Dolayısıyla sistematik bir şekilde Rus tehdidinin ön plana çıkartılması var. Rus tehdidi Almanya-Rusya ikilisinin planlarını bozmaya yönelik bir sürecin parçasıdır ve Doğu Ukrayna. Amerika bunun önünü açmıştır. Ondan sonra özellikle Doğu Avrupa ağırlıklı olarak Avrupa Birliği'nin kendi içerisinde birtakım tepkiler ve Almanya ile sorunlar başlamıştır. Amerika'nın Doğu Avrupa, Polonya ve Baltıklar üzerinden Avrupa'da tekrar gücünü artırma girişimi söz konusudur. Bugün bakıldığında İkinci Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş'ı da bir tarafa koyduğumuzda Amerika, Soğuk Savaş sonrası dönemde Avrupa'ya ilk defa bu kadar çok silahlı güç yığmıştır. Bunu sadece Rusya'ya yönelik olarak değerlendirmemek lazım. Batı içerisinde kendisine meydan okuyan güçleri kontrol maksatlı olarak da düşünmek lazım. Önümüzdeki süreçte Batı içerisindeki bu krizin daha da derinleşeceği, bu bağlamda Amerika ve Avrupa arasındaki şu anda yaşananların da bir başlangıç olduğunu söyleyebiliriz.”
BATI İÇİNDEKİ MÜCADELEDE İKİNCİ ADIM: BREXİT SÜRECİ
Batı içerisindeki önemli mücadelede ve kırılmalarda ikinci adımı Brexit sürecinin oluşturduğunu kaydeden Erol, “İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılması Batı içerisindeki liderlik mücadelesinin sonucudur. İngiltere, Amerika'nın tek kutuplu dünya çıkışı yolunda artık gelinen aşamada hedefini ortaya koymuştur.” diye konuştu.
Erol, çok kutuplu dünya hedefini yükselen Doğu Avrasyalı güçlerin de ortaya koyduğunu ve Avrasyalı güçlerin bunu çok net bir şekilde ifade ettiğini bildirdi.
Bugüne kadar Batı içerisinde bunu çok açık şekilde ifade etme durumunun söz konusu olmadığını hatırlatan Erol, anlatımlarını şöyle sürdürdü:
“Ama defakto olarak bakıldığında aslında Avrupa merkezli olarak birçok kutupluluk süreci şu an işleyişte. Almanya dışında İngiltere'nin de bugün Brexit süreci ile birlikte bunu gerçekleştiriyor olması oldukça önemli. Burada tüm aktörler açısından bir kez daha söylüyorum: Uluslararası sistemdeki belirsizlik ki burada Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin dağılması tam manasıyla bunun başlangıcıdır. Görülen o ki Sovyetler Birliği'nin dağılması ile birlikte ortaya çıkan bu jeopolitik deprem, aslında tarihsel kodlara dönüş ve hesaplaşma sürecini, dolayısıyla da Amerika Birleşik Devletleri açısından gerçek anlamda bir meydan okuma ve Amerika'nın çöküşü ve belki de dağılma sürecini ortaya çıkarmıştır. Amerika'nın zirve yaptığı ve kazandım dediği noktada Amerika'nın gerileme-çöküşü eş zamanlı olarak başlamış gözüküyor. Birinci Dünya Savaşı öncesi İngiltere'nin durumunu hatırlayın. İngiltere'nin en güçlü olduğu zaman. Aslında İkinci Dünya Savaşı'nda da kazandı ama maliyetli bir kazanma oldu. Bugün Birleşik Devletler açısından da bakıldığında evet karşısındaki kutbu yendi ama maliyetli ve hazırlıksız bir yeniş oldu. Amerika Birleşik Devletleri, karşısındaki dünyayı çok küçümsedi. Hazırlıklı olduğunu zannediyordu ama ne kendisinin ne de dünyanın hazır olmadığını gördü. Kendisinin hazır olmadığı hususunu şöyle izah etmek lazım: Amerika o güne kadar ciddi anlamda yani Sovyetler Birliği'nin çöküşü sonrası kendisine bir meydan okuma bekleniyor. Bütün her şeyini psikolojik olarak dünyanın jandarmalığına odaklamış vaziyette. Ağustos 1990'daki Irak-Kuveyt Krizi'nde hiç kimse sesini çıkartamadı. Baba Bush ne dedi? ‘Yeni dünya düzeni=Amerikan hegemonyasının olduğu tek kutuplu bir dünya.’ Fakat zaman içerisinde bu bahsettiğim güçlerin ki bu aslında 19. yüzyıl sonrasında Sir Halford J. Mackinder'in de gündeme getirdiği ‘Avrasya Merkezli Kara Hâkimiyeti’ teorisinde gelişen teknoloji ile birlikte ortaya çıkan yeni güçler ve yeni hesaplaşmalara da işaret eder. Benzer durum 20. yüzyıl sonu itibarıyla da ortaya çıkmıştır. Gelişen teknoloji sadece Amerika Birleşik Devletleri'nin sahip olduğu bir şey değil. Amerika'dan belki siz bir nesil geriden gelebilirsiniz ama o teknolojinin kendisi bile şu an bakıldığında sonuçları itibarıyla Amerika Birleşik Devletleri'ne meydan okumaya ya da Amerika Birleşik Devletleri’ni bir kaybettirme psikolojisine, paniğe, endişeye ve kendi içinde bir hesaplaşmaya itebiliyor. Burada esas olan ötekiler içerisindeki ittifak durumu. Şunun da altını çizmek lazım.”
MEVCUT SİSTEMDE NET VE SOMUT BİR İTTİFAKTAN SÖZ EDİLEMEZ
Prof. Dr. Erol, “Mevcut uluslararası sistemde net ve somut bir ittifaktan bahsedebilmek mümkün değil. Zira uluslararası sistemdeki zemine baktığımızda fazlasıyla kaygan. Kaygan zeminde kaypak ilişkiler var.” ifadesine yer verdi.
Bu kaypak ilişkilerin konuşmasının başında belirttiği o belirsizlik ve belirsizlikle birlikte beklenen kaçınılmaz sonu bir anlamda tetikleyici bir rol oynadığını kaydeden Erol, şunları belirtti:
“Mevzuyu biraz daha açtığımızda Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş sonrası kazandığını zannetti ama Francis Fukuyama'nın ‘Tarihin Sonu’ teorisi ile bütün ideolojilerin sonunu getirdi ve ‘Bir tek biz varız.’ dedi. Samuel P. Huntington, ‘Amerika ve Batı dışında başka medeniyet tanımıyoruz.’ dedi. Ötekiler olarak adlandırdı. Brzezinski, ‘Eğer bir meydan okuma olacaksa bunun adresi burasıdır ama burası da bize Soğuk Savaş'ın bir ganimetidir. Amerika bu ganimetine sahip çıkmalıdır.’ dedi. Avrasya'yı bahsederek. Fakat Sovyet sonrası dönemde özellikle güç mücadelesinin yaşandığı ve ganimet olarak adlandırılan bu coğrafyaya bakıldığında Osmanlı ve Büyük Selçuklu coğrafyasını gördük. Şu anki çatışma alanlarına bakınız. Cebelitarık'tan başlamak üzere, Adriyatik Denizi'nden Çin Seddi'ne kadar demişti. Gelişmeler şunu gösterdi. Cebelitarık ve Kuzey Afrika'dan başlamak üzere eski Osmanlı hinterlandında Doğu Türkistan'a, Afganistan, Pakistan, Hindistan'a şöyle bir gidin. Ben bunu Malakka Boğazı'na kadar ifade ediyorum. Cebelitarık'tan Malakka Boğazı'na kadar uzanan Osmanlı ve Büyük Selçuklu coğrafyasında şu an mücadelelerin yoğunlaştığını, tarihsel kodlarına göre dönüş yaşayan devletlerin burada şu anda geçici ittifaklar üzerinden Amerika'ya karşı bir meydan okuma içerisine girdiğini, vekâleten savaşlar boyutuyla da bunu yürüttüğünü, bundan dolayı şu an bakıldığında eski Osmanlı ve Selçuklu coğrafyasında buradaki temel dinamikleri tarihsel bağlamda oluşturan güçlerin tekrar burada söz sahibi olmak için harekete geçtiğini görüyoruz. Bu sadece Çin değil, Rusya değil. Bakıldığında Türkiye'yi de görüyoruz. İran ve diğer aktörler de var. Amerika açısından 11 Eylül'e giden sürece baktığımızda 11 Eylül'den hemen birkaç ay önce Haziran 2001'de Şanghay İşbirliği Örgütü'nün (ŞİÖ) kurulduğunu görüyoruz. Bu bir platformdu. Şanghay Beşlisi idi. Sonrasında da örgüte dönüştü ve temel sloganı 'çok kutuplu bir dünya' idi. Biz Şanghay üyesi değildik o dönemde. Şu an gözlemci statümüz de yok. Ama bir üyelik durumumuz var. Türkiye ŞİÖ’nün diyalog ortağıdır. Tekrar döndüğümüzde 11 Eylül'den iki ay sonra da Türkiye'nin Rusya ile birlikte 16 Kasım 2001'de bir anlaşma yaptığını görüyoruz. Türkiye'nin, Avrasya İşbirliği Eylem Planı ile Amerika Birleşik Devletleri'nin Afganistan merkezli Avrasya coğrafyası üzerinden küresel hâkimiyeti elde etme plan ve projesine karşı ikili ve NATO'da müttefik olmasına rağmen hayır dediğini görüyoruz. Avrasya İşbirliği Eylem Planı'na baktığınızda şunu çok net şekilde ortaya koyar: 'Çok kutuplu bir dünyadan yanayız.' Bunun iki anlamı vardır: ‘Ey Amerika! Tek kutuplu bir dünya istemiyoruz.’ Ve ‘Türkiye çok kutuplu dünyada kutup güçlerden biri olacaktır.’ Çok kutuplu dünya bağlamında Sayın Cumhurbaşkanı'nın ‘Dünya beşten büyüktür.’ ifadesine de baktığımızda Türkiye'nin 16 Kasım 2001'den itibaren çok kutuplu bir dünyayı savunduğunu ve bu çok kutuplu dünya içerisinde yapabilirse eğer Yeni Yalta Süreci'nde güçlü şekilde yer almak istediğini görüyoruz. Tarih 16 Kasım 2001. Astana formatı içerisinde konuştuğumuz Türkiye-Rusya ve İran üçlüsü de ilk olarak Mart 2002'de gündeme getirilmiştir. Tuncer Kılıç Paşa, Harp Akademilerinde yaptığı bir konuşmada der ki 'Batı ili ilişkileri dengeleme adına niçin Türkiye-Rusya ve İran ile üçlü bir ilişki içine girmeyelim?' Bugün geldiğimiz noktada yaklaşık 17 yıl sonra birtakım duraksamalar olsa da bu politikanın devam ettirildiğini görüyoruz. “
AMERİKA, “ATI ALANIN ÜSKÜDAR’I GEÇECEĞİ”Nİ GÖREBİLİYOR
Erol, “Amerika, 11 Eylül'de küresel güç olmayı denedi ama bugün geldiğimiz noktada artık Batı'daki liderliği tartışılan bir devlet hâline gelmiş durumda.” ifadesine yer vererek, Amerika ile ilgili değerlendirmelerine şöyle devam etti:
“Daha da ötesi Amerika bu beklemediği gelişmeler karşısında kendi içerisinde de kriz yaşamaya başlayan bir güç durumunda. Bu daha da vahim. Çünkü Amerika bunun kendi içerisinde bu gidişatın müsebbibini arıyor ve sorguluyor. Neoconlarla diğer derin Amerika arasındaki savaş Trump üzerinden somutlaşan savaşın arka planında da bu yatıyor. Neoconlar çok net olarak şunu söylüyor: '11 Eylül sonrası bizim ortaya koyduğumuz politikaları devam ettirmediğiniz ve güce dayalı uluslararası bir sistem inşa noktasında kararlı politikalar izlemediğiniz için biz bugün bununla karşı karşıyayız.' Diğer tarafta diyor ki, 'Hayır. 11 Eylül sonrası böyle bir politikayı uygulamaya koyduk ama iki temel sorunumuz vardı. Bir tanesi ekonomiydi. Bunu ekonomimiz kaldıramıyordu. Çünkü çok ciddi anlamda artan maliyetleri vardı. Artı bir de Antiamerikancılık var. Bu sürdürülebilir bir politika değil. Biz kimin politikasını uyguluyoruz?' 'Amerika burada kendi politikasını uygulamıyor.' diyorlar. Trump, Suriye'den bile çıkamadığını söylüyor. Karar alıyor ama çıkamıyor. Niçin çıkamıyor? Amerika bu krizi kendi içinde daha da derinleştirecek zor bir tercihle karşı karşıya. Kendi ulusal politikasını mı devam ettirecek yoksa İsrail'in politikasını mı devam ettirecek? Bu onlar tarafından çok açıkça zikredilmiyor ama 'Eğer biz büyük İsrail'i kurma noktasında ısrar edersek İngiltere'den sonumuz çok farklı olmayacak.' diyorlar. Hatırlayınız. İngiltere, İsrail'i kurdu ve kendisi bitti. İsrail, Osmanlı tasfiye edilmeden kurulamadı. Ama İngiltere, Osmanlıyı ve diğer imparatorlukları da tasfiye ederken sonra fark etti ki kendisi ile ilgili tasfiye sürecini de başlatmış. Bugün Amerika Birleşik Devletleri açısından da aynı durum söz konusu. Bugün büyük İsrail için Türkiye Cumhuriyeti'ni tasfiye etmeye çalışıyorlar. Diğer güçleri de tasfiye etmeye çalışıyorlar ama böyle devam ederse Amerikan imparatorluğunun tasfiye durumu söz konusu olacak. Amerika açışımdan bugün bakıldığında aslında doğru bir tercih yapmış. Afganistan'a yerleşmek suretiyle Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan, İran'ın ortasına yerleşmiş. Güç projeksiyonu yapabilme ve oraları istikrarsızlaştırma adına büyük bir inisiyatif ele geçirmiş. Bugün bakıldığında kriz alanları orada. Myanmar, Keşmir, Doğu Türkistan, Afganistan krizleri gibi. Burada tabii Amerika şunu yapmaya çalışıyor: Bu güçleri kontrol edebilme adına her geçen gün kaybettiği kenar kuşaktaki inisiyatifini korumaya çalışıyor ama kenar kuşaktaki delikler her geçen gün artıyor. Myanmar'ı kaybetmek üzere. 1979'da İran'ı sonrasında Pakistan’ı büyük ölçüde kaybetti ve şimdi de Türkiye'yi kaybetmek üzere. Amerika'nın en büyük endişelerinden biri de bu. Amerika'nın bu kaybetme psikolojisi bir paniğe yol açmış vaziyette ve Amerika ‘Kuşak Yol Projesi’nin gerçekleşmesi durumunda artık çok bir şey yapamayacağını ve ‘atı alanın Üsküdar'ı geçeceği’ni net bir şekilde görebiliyor. Bunu neye göre söylüyoruz? Sonuçta İngiliz İmparatorluğu coğrafi keşiflerle denizlere dayalı bir güçle oluşmuş bir imparatorluk. Küçük bir adaydı. Birleşik Devletler ise büyük bir ada. Ama sonuçta bir ada devleti. Bugünkü dünya gücü denizlere hâkimiyete, suların kontrolüne, güçlü donanmaya, güçlü ticaret filosuna ve bunun üzerinden kurduğu ekonomik ve ticaret sistemine bağlı.”
KUŞAKYOL PROJESİ DÜNYA TİCARETİNİ NASIL ETKİLEYECEK?
Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol, Kuşakyol Projesi’nin gerçekleşmesi hâlinde dünya ticaretinin önemli ölçüde etkileneceğini, ticaretin önemli bir kısmının Asya, Avrupa ve Afrika içerisinde gerçekleşmeye başlayacağını hatırlatarak, “Amerika'sız Amerika'ya rağmen. Amerika'nın deniz gücünün çok da bir anlam ifade etmediği bir şekilde anlaşılacak. Dolayısıyla nasıl ki Osmanlıyı kaçınılmaz sona iten İpek Yolu'nun önemini kaybetmesi coğrafi keşiflerle birlikte Akdeniz havzasını kaybetme durumu söz konusu ise aynı şekilde İpek Yolu'nun tekrar tarihteki yerini alması ile birlikte tarih tersine bir akış sergileyecek. Ve sizin denizlere dayalı hâkimiyetinizin çok da bir anlamı kalmayacak.” dedi.
Bunu gören Yunanistan, İtalya, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinin, Çin'le Kuşakyol Projesi ile ilişkiye girdiğine dikkat çeken Erol, bu konudaki görüşlerini şöyle aktardı:
“Bunlar Çin'i çok tasvip ettiklerinden değil. Ama Amerika'dan daha bağımsız aktör olabilme ve çok kutuplu bir dünyada yer alabilme adına ellerini kuvvetlendirmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla mevcut durum manevralarını bir yönüyle genişletici ittifaklar sürecini ve bu anlamdaki farklı ittifakları tetikleyici bir rol oynuyor. Bu husus aynı Birinci Dünya Savaşı öncesindeki o tehlikeli ittifaklaşmalar sürecini gündeme getiriyor. O süreçte yaşanan kaypak zeminde yapılan kaypak ittifaklar Birinci Dünya Savaşı'na girildiğinde çok net şekilde görüldü. Bu durum bugün de ortada. Toparlamak gerekirse eğer; bugün bakıldığında küresel hegemon ya da tek kutuplu bir dünya yoluyla yola çıkmış olan Amerika Birleşik Devletleri, uluslararası sistemde artık birçok kutupluluğu kabullenmeye doğru itiliyor. Amerika'nın burada verdiği cevap şu: 'Önce kontrollü bir iki kutuplu dünya inşa edeyim.' dedi. Son NATO toplantısına baktığımız zaman hâlen bunu yapmaya çalışıyor. Çin'i yeni öteki olarak ortaya koyup ‘Yeni Soğuk Savaş’ın Sovyetleri olarak ikame etmeye çalışıyor. Bunu yapamazsa kontrollü çok kutupluluğa evet demek istiyor. Türkiye boyutunu da atlamayalım. Türkiye açısından da bu krizler bir fırsat demektir. Türkiye şu an bu süreçte şöyle bir politika izliyor: Öncelikle zaman kazanmaya ve manevra alanını genişletmeye çalışıyor. Çünkü açıkçası zamana ihtiyacımız var. Diğer taraftan da dengeye dayalı çok boyutlu bir politikayla bu manevra alanını genişletmek istiyor. Yani her şeye rağmen, son dakikaya kadar Amerika ile ilişkilerin bitirilmemesi Amerika ile ilişkileri son verilmemesi. Ya da NATO ile ilişkilerin bitirilmemesi ve köprülerin atılmamasının altında bu var. Aksi takdirde tek taraflı bağımlılık ilişkisi söz konusu olacaktır ki, bu şu an doğrudan Rusya'yı işaret ediyor. Onun için Türkiye elindeki aktörle olan ilişkilerini kontrollü kriz çerçevesinde tutmak suretiyle bu denge politikasını sürdürmeye çalışıyor. Diğer aktörler açısından da Türkiye'yi ihtiyaç söz konusu olduğu için örneğin Amerika, Türkiye'yi gözden çıkarmak istemiyor ve bunu göze alamıyor. Çıkardığı takdirde yerine kimi ikame edecek? Türkiye’yi kaybettiği anda Amerikan stratejisinde koskoca bir kara delik oluşacak. Orta Doğu, Kafkaslar, Balkanlar, Karadeniz, Afganistan, Afrika. Tüm buralarda ciddi anlamda ilişkileri söz konusu. Avrupa Birliği ile bakıldığında Avrupa'nın güvenliği Türkiye'den geçiyor. Bu artık test edilmiş durumda. Çünkü Avrupa Birliği'nin komşuluk politikası iflas etmiş bulunuyor. Avrupa, bırakın nüfuz alanını genişletmeyi artık geleceği tartışılır bir hâle gelmeye başladı. Çünkü bütün örgütlerin varlık nedeni, üyelerinin daha fazla refah, güvenlik ve dolayısıyla da güçlü bir gelecek ve beka arayışlarıdır. Bunlar içerisinde en kritik bir yere sahip olan güvenlik sorununa cevap veremediği sürece Avrupa Birliği'nin de çok fazla bir anlamı yok. Bugün Macron'un ısrarla Amerika'ya bağlı kalmadan Avrupa'nın kendi ulusal ordusunu kurma noktasında yaptığı çağrının altında da bu yatıyor. Yoksa bu birliğin hiçbir anlamı olmayacak. O yüzden Türkiye gibi bir aktöre ihtiyacı var.”
RUSYA, TÜRKİYE İLE BATI ARASINDAKİ KRİZİ DERİNLEŞTİRİYOR
Erol, Rusya’nın güneye inme stratejisini büyük ölçüde Türkiye ile gerçekleştirdiğini vurgulayarak, “Çünkü tarihsel anlamda bakıldığında bunun örnekleri var. Örneğin; Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı. Kütahya'ya kadar gelmiş. Kütahya'dan sonra İstanbul'un önü açık. İstanbul sonrası Moskova'nın önü açık. Yani bizi 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması'na iten ya da Hünkâr İskelesi sürecine götüren sadece Türkiye'nin kaygıları ya da tehdit algıları değil. Çarlık Rusya’sının da tehdit algıları söz konusu.” diye konuştu.
Osmanlı bittiğinde, sıranın Çarlık Rusya’sına geleceği için her iki devletin Batı’ya karşı ittifak yaptığını hatırlatan Erol, şu değerlendirmelerde bulundu:
“Bakıldığında Rusya'da o dönemde güneye inme fırsatını yakalamıştır ki İngiltere bundan ciddi anlamda rahatsız olduğu için 1838 Balta Limanı Antlaşması'nı önümüze koymuştur. Şu an daha ileri mesafede Rusya güneye inmiş vaziyette. Bu anlamda Türkiye'nin Batı ile olan ilişkilerine çok ciddi anlamda ses çıkartmıyor. Çıkarttığı zaman Türkiye o zaman diyecek ki 'Sen bilirsin.' O yüzden bize S-400'leri vermek zorunda kalıyor. Bunları vererek 'Türk-Batı ilişkilerindeki kopmayı ve krizi daha da derinleştiririm.' diyor. Krizi, kendi çıkarları perspektifinden fırsata çevirmeye çalışıyor. Çin, Batı'ya doğru politikasının Türk-İslam coğrafyasından geçtiğini çok net şekilde görüyor. O coğrafyaya baktığınızda orada tek bir aktör var. O coğrafyada ön plana çıkabilecek. Bu İran filan değil, Türkiye’nin ta kendisi. Sünni İslam yapısı ve etnik köken itibarıyla bakıldığında Orta Asya. Çin açısından da Türkiye kaçınılmaz bir partnerdir Türkiye. Türkiye'nin potansiyeli Boğaz'ın paylaşılamayan aktörü hâline getiriyor. Rusya açısından da öyle. Rusya'nın hem yakın çevresi açısından hem de kendi demografik yapısı açısından bakıldığında Türkler Müslüman nüfus itibarıyla Rusya'yı Türkiye ile yakın bir ilişkiye zorluyor. Aynı şekilde eğer Amerika Birleşik Devletleri bugün NATO üzerinden Çin'e doğru bir politikayı eğer hayata geçirebilecekse ve başarılı olacaksa Türkiye ile birlikte olmak zorunda. Türkiye'siz bu politikaların hayata geçirilmesi mümkün değildir. Türkiye de bunu gördüğü için aynen iki savaş arası dönemde olduğu gibi Misakımillî hedeflerini adım adım hayata geçiriyor. İki savaş arası biz Avrupa merkezli küresel sistemde yaşanan krizi Misakımillî'yi hayata geçirerek kullandık. Hatay'ın ana vatana katılması ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi bunun birer kazanımıdır. Bu tamamen küresel sistemdeki bu krizi kendi lehimize kullanmadır. O dönemde Rusya ile de bir denge politikamız ve iyi ilişkilerimiz vardı. İngiltere üzerinden Batı ile Avrupa ile de iyi ilişkilerimiz söz konusuydu. Dengeye dayalı çok boyutlu politikalar Türkiye'nin tekrar güçlenme süreci ve Misakımillî hedeflerini hayata geçirmesi. Hatay ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi. Bu iki büyük kazanım, o dönemde yaşanan krizlerdeki Türkiye'nin izlediği akıllıca ve pragmatik politikalarının sonucudur. Şu an Türkiye'ye bakıldığında Irak'ta, Suriye'de daha başka coğrafyalarda bakıldığında görüldüğü kadarıyla bu krizi tekrar yeniden bir güç merkezi olma noktasında lehine kullanmaya çalışıyor. Hedef, bir kez daha ifade etmek istiyorum, Türk-İslam dünyası adına çok kutuplu uluslararası sistemde bir kutup olarak yer alabilmek. Bakınız 10 Kasım 2001'de Avrasya İşbirliği Planı'nda çok kutuplu dünya ile ortaya konulmuş vaziyette. Burada Türkiye şu mesajı veriyor: Yükselen Doğu, çöken Batı karşısında o bölgedeki güç boşluğunun doldurulması çok önemli. Amerika bunu yapamıyor. Çin bunu yapmaya kalktığı zaman Rusya dâhil birçok aktörü karşısında görebilirdi. Ve bu yeni çatışma. Dolayısıyla burada üçüncü bir güç merkezine ihtiyaç var. Bu uluslararası sistemdeki dengesizliği dengeleyecek üçüncü bir güce ihtiyaç var. Osmanlı ve Selçuklunun coğrafyasında artık adı nasıl olur şekli ve şemali nasıl olur ama bir üst kimliğin tekrar ortaya çıkabileceği başta Amerika olmak üzere Batı güçlerin bir anlamda süreç eğer akıllıca yönetilebilirse eğer bana göre Türkiye açısından çok büyük bir fırsat var. Ve Batı bunu kabul etmek zorunda kalacak. Çünkü Batı'nın güvenliği ve çıkarları tekrar buradaki Batı'nın kendi eliyle yıkılan o güç merkezinin tekrar ayağa kalkmasında. Batı bunu kabullenmek zorunda kalacaktır. Şu an Türkiye'nin izlediği politika bana göre tüm aktörlerin bir kere bu güç merkezini doldurma noktasında asli unsurlarına sahiplerine bunu bırakması, aksi takdirde bu böyle devam ederse kıyamet savaşı kaçınılmaz.”
ÇİN’İN UYGULAMAYA KOYDUĞU POLTİKAYI KİM ENGELLEYEBİLİYOR?
Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol, “Şu an Çin'in uygulamaya koyduğu politikayı kim engelleyebiliyor? Kimse engelleyemiyor. Çin her geçen gün etki alanını genişletiyor. Çin'in yumuşak gücü karşısında Batı hiçbir şey yapamıyor. Rekabet gücünü büyük ölçüde kaybetmiş durumda.” ifadesine yer vererek, şu hususlara dikkat çekti:
“O yüzden tekrar sert güce başvurmaya başladı. 2010 yılından beri herkes yumuşak gücü yere göğe sığdıramazken 'Siz uyuyorsunuz. Yumuşak güç bitti.' dedim. AFRICOM’un kurulmasına baktığınızda 2006-2007'de bunu anlamış olması lazım. Eğer Amerika Birleşik Devletleri yumuşak güçle Afrika'da bir şey yapacak olsaydı AFRICOM'u 2007’de kurmazdı. Daha ötesi eğer Amerika Birleşik Devletleri dünyayı yumuşak güçle idare edebileceğine inansaydı 11 Eylül'ü gerçekleştirmezdi. Amerika'nın kendisi krizler üzerinden güce dayalı bir dünya inşa etmeye çalışırken senin burada sadece yumuşak güçle birtakım arayışlara girmenin çok büyük bir karşılığı olmuyor. Nitekim bugün bakıldığında Türkiye bunu çok net şekilde anlamış vaziyette. Yumuşak ve sert gücü birlikte kullanıyor. Buna akıllı güç politikası da diyebiliriz. Yumuşak güç bağlamında kazanımlarımızı ve varlığımızı koruyabilmek, onu sürekli kılabilmek için caydırıcı bir güce ihtiyacımız var. Kendi millî silah sistemlerimizi ve savunma kapasitemizi güçlendirmek zorundayız. Şu an Türkiye önemli ölçüde bu konuya odaklanmış vaziyette. Çünkü dünyadaki dil bu noktaya doğru gidiyor. Sahip olduğunuz silah sistemleri ve bunu kullanabilme kabiliyetinizle ilgili. Putin dedi ki 'Yeni Dünya düzenini sahip olduğunuz silah sistemleri ve bunu kullanabilme kabiliyetiniz belirleyecektir. Rusya bunu yapıyor. Zaten bunun dışında da yapacak bir şeyimiz yok.' Amerika da o yüzden süreci 11 Eylül'le birlikte hızlandırıcı adımlar atmaktan çekinmiyor. Bütün uluslararası örgütleri anlamsızlaştırıyor ve itibarsızlaştırıyor. Batı'yı, Avrupa'yı kendi içerisinde daha savunmasız ve Amerika'ya bağımlı kalacak hamleler yapıyor. Avrupa Birliği'ni hedef almasının sebebi bu. Avrupa Birliği dağılırsa Almanya meydan okuyabilecek mi? Aslında Almanya'nın politikalarını hedef alan bir Amerika var. NATO'yu hedef alıyor. Diyor ki 'NATO'yu dağıtırsam, sizi kim savunacak?' Körfez ülkelerine çektiği aşağılık muameleyi şimdi Avrupa Birliği ülkelerine çekiyor. 'Ne kadar para verirsen o kadar güvenlik.' diyor. Avrupa'nın düştüğü rezil hâl bu. BM’nin kendisini hedef almış durumda. Çünkü BM’yi artık eskisi gibi istediği şekilde kullanamıyor. Dolayısıyla Soğuk Savaş sistemi düzenini, anlayışını, değerlerini yerle bir etmesi gerekiyor. Uluslararası örgütleri hedef alması, uluslararası hukuku ayakları altına alması, hiçbir ulus devletin egemenliğinin garanti altında olmamasının nedeni bu. O yüzden ABD, hedef ülkeleri başarısız devlet ilan ediyor, haydut devlet ilan ediyor ve geliyor seni vuruyor. Nerede uluslararası örgütler ortada yok. BM hani bunun için vardı? Tüm değerler değişiyor ve bütün bunlar tek bir yere çıkıyor. Küresel anlamdaki krizi daha da derinleştirmek. Tramp'ın Balkon konuşmasını hatırlayın. Dedi ki Amerika'nın en temel sorunu ekonomidir. 22 trilyon dolar borcu var. Bunun en büyük müsebbibi de Çin'dir. Eğer biz bu Çin'in yükselişini engelleyemezsek Amerika kendi içinde bunu doğrudan söylemiyor ama bir iç savaşa gider.' diyor. Bakınız şu anda Amerika'nın artık izolasyonist politikaları uygulama lüksü yok. Bunu yaptığı an Amerika sadece çökmekle kalmaz dağılır. Bunlar Amerika'nın dış politikasını ve Amerika'nın büyük güç olma hikâyesini bilmemekle eşdeğerdir. Amerika bölgesinde önce başat güç oldu, sonra uluslararası güç oldu daha sonra da küresel aktöre dönüştü. Filme geriye sardığınızda bunun ne anlama geleceğini Amerikan iç savaşı dâhil Amerikalılar çok iyi biliyor. Bugün Amerika, Meksika sınırına duvar örüyor. Latin Amerika da eskisi gibi rahat değil. Latin Amerika'da meydan okunuyor. Venezüella'da Rusya, Amerika'ya meydan okudu. Ve bugün arka bahçesinde herkes var. Amerika da tekrar yerini almaya çalışıyor. Çin'i, Rusya'sı, İran'ı bile var. “ABD’nin arka bahçesi” diyor ki, yeni küresel sistemde ben de güçlü bir konum elde etmek istiyorum. Brezilya'nın çıkışına baktığınızda bunu görebilirsiniz. O yüzden çok farklı bir dünya var. Amerika'nın temel sorunu. Bu farklı dünyayı kendi dinamiklerini ve akışına ters bir şekilde kendisi inşa etmek istedi. Amerika bu dünyayı inşa edemeyeceğini gördü ve en sonunda anladı. Soğuk Savaş sonrası farklı bir dünya belirdi. Amerika dedi ki 'Ben bu dünyayı inşa edeceğim kendi istediğim şekilde.' Ama dünyanın kendi iç dinamikleri, jeopolitik gerçeklikler ve farklı hedefler ve elbette tarihsel kodlara dönüş süreci Amerika'nın tüm planlarını önemli ölçüde bozmuş görünüyor. Peki, maç bitti mi? Hayır bitmedi, ikinci yarı henüz başladı.”
TÜRKİYE ŞU ANDA SAHAYA HÂKİM VE GÜÇLÜ BİR AKTÖR DURUMUNDA
Erol, konuşmasını noktaladıktan sonra soruları da cevapladı. Türkiye’nin Rusya ve İran’la ilişkileri konusunda yöneltilen bir soruya karşılık Erol, şunları söyledi:
“Türkiye, Rusya ve İran ilişkilerine baktığımızda çoğu yerde Türkiye doğrudan İran'la karşı karşıya gelmiyor. Bunu Rusya ile hallediyor. Mesela Halep'te muhalifleri hatırlayın. Suriye politikamız bizim büyük ölçüde Rusya ile ikili olarak yürüyor. Sonradan İran ilave edildi ama burada esas belirleyici olan iki aktör Türkiye ve Rusya'dır. İran burada birtakım arızalar çıkartmaya çalışıyor. Bunun cevabını Türkiye değil, Rusya verdi. Muhalifler İdlib'e taşınırken İran'ın desteklediği birtakım milis güçler Rus savaş uçakları tarafından bombalandı. Rusya bizim gerçekten dostumuz mudur? Uluslararası ilişkilerde sadece şu vardır: Güç ve çıkar vardır. Uluslararası ilişkilerin tanımı da üç kelime ile özetlenecek olursa bunlar: ‘güç’, ‘çıkar’ ve ‘çatışma’dır. Rusya'nın büyümesi tarihsel anlamda Türk-İslam coğrafyası ve Osmanlının aleyhine bir seyir izledi. Özellikle de Kırım Savaşı sonrası bunun Asya-Pasifik bölgesine doğru hız kazandığını görüyoruz. Çünkü Batı demiştir ki 'Senin istikametin Doğu olacak. Artık buralardan elini ve eteğini çek.’ Fakat şu da bir gerçektir. Sizin karşı karşıya kaldığınız tehditleri bertaraf etmek için, güç statünüzü büyük ölçüde kaybettiyseniz, birtakım dengeleyici aktörlere ihtiyaç duyarsınız. ‘Rusya dengesi’ bizim açımızdan tarihsel anlamda oldukça önemlidir. 1833 Hünkâr İskelesi Antlaşması'nı örnek verdim. Eğer orada biz Rusya ile Rusya da bizimle öyle bir ilişkiye ihtiyaç duymasaydı, biz sadece denize düşen yılana sarılır misali değil Rusya'nın da bu antlaşmaya ihtiyacı vardı. Bu anlaşmayı imzalamasaydık belki de tarih farklı yazılacaktı bilemiyoruz. Ama Rusya dengesi devreye girdiğinde Kavalalı ve Avrupa durdu. İkinci hadise Millî Mücadele Dönemi'dir. Eğer Millî Mücadele Dönemi'nde bizler Ankara'daki Meclis ve Bolşevikler bir ilişkiye girmeseydi belki Bolşevik İhtilali farklı bir seyir izleyecekti. Çünkü İngilizlerin uygulamaya koyduğu ‘Kafkas Seddi Projesi’ vardı. Bunu biz Ruslar ve Ankara hükûmeti olarak birlikte bozduk. Bu Rus dengesini kullanarak İngiltere'yi bir anlamda Lozan sürecine sevk ettik. Çünkü İngiltere şunu gördü: Bu Kafkas Seddi’ni gerçekleştirmek için Yunanlılardan bir fayda yok, o yüzden dedi ki ‘Ben burada oturup Ankara hükûmeti ile anlaşayım.’ İngilizleri masaya büyük ölçüde çeken bizim o dönemdeki Sovyetlerle olan iş birliğimizdir. Türk-Sovyet ilişkilerindeki o denge de bazı maliyetler adına her zaman korunmuştur. Örneğin; Musul'un kaybedilmesi. 1926 Ankara Anlaşması. Eğer biz Musul ve Kerkük'ü alma adına Sovyetlerle ilişkileri daha çok derinleştirseydik belki o zaman bir Sovyet peyki olacaktık. Yani Sovyetlerin nüfuzu daha da artacaktı. Orada bir maliyet ve risk hesabı yapıldı. Biz o riski aldık. Dedik ki şu an için Misakımillî hedefimize burada ara verelim aksi takdirde Sovyetleri çok ciddi anlamda bağlanabiliriz. Ama sonrası aynı Sovyet tehdidi üzerinden kaçındığımız tek taraflı ilişkisinden Stalin tehdidi üzerinden dengeyi kaybettiğimiz için NATO ve Amerika ile tek taraflı ilişkilere girdik. O tarihe kadar biz denge politikası ile o bağımsız durumumuzu koruyabiliyorduk. Ne zamanki Sovyet dengesini kaybettik Rusya dengesini bağımlılık ilişkisi başladı. Bunu DP ve Adnan Menderes 1959'un sonunda çok net fark etti ve 1960 Temmuz'unda randevumuz vardı. Arkasından 27 Mayıs Darbesi geldi. Temmuz 1960'da kuramadığımız ilişkiyi ve dengeyi çok net şekilde ne zaman kurduk? 16 Kasım 2001. Rusya dengesi dış politikamızda tekrar yerini aldı. Bu ne zaman sabote edildi? 24 Kasım 2015. Bunu her iki taraf da 27 Haziran 2016'da telafi etti. Çünkü o denge kaybolunca Amerika önümüze PYD, YPG terör örgütünü ve BOP devletini yani İkinci İsrail'i koydu. Biz dedik ki 'Senin müttefikin kim? Terör örgütü PYD-YPG mi yoksa ben mi?' Amerika dedi ki 'O benim karadaki müttefikim.' Bunun üzerine Türkiye frene bastı. Rusya ile bir anlaşma yaptı. Arkasından 15 Temmuz geldi. 15 Temmuz'da en büyük tetikleyici faktör Amerika'nın içimizdeki hainleri, FETÖ’yü ve diğerlerini kullanmasının en büyük sebebi Rusya ile başlattığımız normalleşme sürecidir.
8-9 Temmuz 2016'daki Varşova Zirvesi'nde Rusya aleyhine kararları biz engelledik. Amerika, 'Biz Türkiye ile bir iş yapamayız.' dedi. O yüzden darbe süreci başladı. NATO 15 Temmuz gecesi bizi riskli ülke ilan etti. İlan etmenin anlamı ucu açık müdahale dâhil her şeydir. Ucu açık bir süreçtir. Türkiye bütün riskleri göze alarak bütün süreçleri başlattı ve 27 Haziran'ın neticesini ne zaman aldık? 24 Ağustos 2016'da Suriye'ye girerek aldık. Rusya dengesini biz tesis etmeden Suriye'ye burnumuzu uzatamıyorduk. Elbette ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tarihsel tecrübelerine de dayanarak bu politikasını icra edebiliyor bugün. Bütün devletler açısından bu risk vardır kriz yönetimlerinde. Esas olan buna yönelik olarak A, B, C, D ve Z opsiyonlarını ortaya koyabilmektir. Şu ana kadar izlenen politikalara bakıldığında Türkiye Z'ye kadar uzanan anladığım kadarıyla opsiyonlara sahip. Burada en büyük avantajımız da sahadaki hâkimiyetimizdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti şu an sahada güçlü bir aktör konumunda. Zira sahada olmadan masada olamıyorsunuz.”
LİBYA İLE YAPILAN MUTABAKATI SURİYE VE LÜBNAN İZLEYECEK
Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol, Doğu Akdeniz’le ilgili olarak Türkiye’nin Libya ile yaptığı mutabakata ilişkin bir soruya karşılık, görüşlerini şöyle ifade etti:
“Cumhuriyet Dönemi'nde olmadığı kadar saha hâkimiyeti yakalamış vaziyette. Libya'da bunun sonucunu aldık. Katar'da aldık. Suriye'de alıyoruz. Kuzey Irak'ta ne oldu? Oldubittiye getiriyorlardı. Orada bir referandum yapacaklardı. Türkiye, İran ve Irak bir anda tepki gösterince İsrail ve Amerika geri adım atmak zorunda kaldı. Türkiye ve Katar arasındaki ilişkilere bakıldığında güvene dayalı tam manasıyla bir ilişki var. Türkiye-Katar ilişkileri bu anlamda Körfez hatta Kızıldeniz hatta Kuzey Afrika'ya kadar uzanan Akdeniz ve Orta Doğu'daki birçok oyunu bozma potansiyeline sahip. Bu ilişkilerin bir sonucu. Libya'da da Türkiye - Katar iş birliğini gördük. Buna karşılık Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail ve Batı eksenini gördük. Burada iki eksenin çatışması oldu. Kazanan taraf şu an için Türkiye. Libya’daki gelişmeler Suriye ile ilişkilerin geleceğini nasıl etkiler sorusuna gelince. Son dönem Türk dış politikasına bakıldığında evet Esad'la doğrudan bir temas yok ama dolaylı olarak en azından bir krize girmekten her ikisi de uzaklar. Her iki ülke de olası bir krizden uzak durmaya çalışıyorlar. Adana Mutabakatı'nın bu anlamda gündeme gelmesi ve Esad rejiminin PYD ve YPG'yi BM'ye terör örgütü olarak bildirmesi bence oldukça önemli. Ayrıca alt seviyede birtakım temasların olduğu da medyada yer alıyor. Dolaysıyla pozitif yönlü bir seyir söz konusu. Zaten Astana Süreci ile birlikte bunun meşruiyet zeminleri de oluşturuldu. 'Türkiye'nin Suriye'de ne işi var?' diyorlar. 911 kilometre sınırın var sonra da diyorsun ki Türkiye'nin Suriye'de ne işi var?' Böyle şey olabilir mi? Türkiye şunu çok net şekilde ortaya koydu: Kendisini, bekasını ve çıkarlarını tehdit edecek bir tehlike söz konusu ve buna göz yumması mümkün değil. Ayrıca bugün bakıldığında yeniden Türkiye-Suriye ilişkileri Esad açısından rahatlatıcı bir faktör olacaktır. Niçin? Çünkü İran ve Rusya boyutu açısından. Suriye bugün şunu çok net şekilde görüyor: Eğer akıllıca davranmasa Irak'ta olduğu gibi Suriye'de de paralel bir İran yapılanması olabilir. Irak o açıdan oldukça önemli bir ibretlik örnek. İran'ın destek verdiği ülkelerin gelecekte nasıl olacağı Irak'ta görüldü. Bugün geldiğimiz noktada buradan hareketle Türkiye-Suriye ilişkilerinin önümüzdeki süreçte pozitif yönlü bir seyir izleyeceği kanasındayım. Özellikle Cenevre süreci ve yeni Suriye'nin inşası süreci sonrası noktasında. Bunun Doğu Akdeniz politikamıza da yansıması kaçınılmaz. Çünkü mevcut gelişmeler sonuçta Suriye'nin çıkarlarını da Doğu Akdeniz'de olumsuz bir şekilde etkileyebilir. Şu an Suriye yok Doğu Akdeniz'de. Libya'yı benim kanaatim Suriye ve Lübnan takip edebilir. Bunun bazı sebepleri var. Bakıldığında mesela şu an Lübnan da pek devrede yok. Fakat gelişmeler Lübnan’ın da aleyhine. O yüzden Türkiye ve bölge açısından denkleme Türkiye'nin yanında girebilecek olan ülkelerin Lübnan ve Suriye'yi görüyorum. Burada tabii İran'ın izlediği politikalar da önemli. İran'ın Akdeniz Koridoru Projesi var. Dolayısıyla Libya ve Suriye sürecinde bu proje de etkili olacak ve krizin boyutu daha da genişleyecek, derinleşecek görünüyor. Libya'da iki tane çatışan güç var. Şu an meşru ve tüm dünyanın tanıdığı hükûmet ve bir de Hafter güçleri var. Türkiye ve Katar karşıtı bütün kesim var. En temelde iç savaşı sona erdirmek istiyor oradaki hükûmet. Artı bu konuda iş birliği ve çıkarlarını daha da derinleştirmek ve geliştirmek istiyor. Dolayısıyla bu karşılıklı bağımlılık ilişkisini daha artıracak bir durum. Türkiye'nin çıkar ve menfaatleri bu hükûmetin kalmasından ve anlaşmanın devamından yana mı değil mi Türkiye de bunun sonuna kadar mücadelesini verecek. Libya açısından bakıldığında şu var: 'Kendisine destek veren bir ülke ile sonuna kadar ilişkilerini güçlendirmek. Şu anki beka bağlamında da gerekli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Irak ve Suriye sonrası İran'ın çıkması ile birlikte Türkiye'nin mevcut denge ve güvenlikli politikalarını yürütebilmesinin çok da kolay olmadığını görüyoruz. Ondan dolayı bir kesim İran'la her ne pahasına olursa olsun bunun devam ettirilmesinden yana. İran içerisinde de iki farklı kesim var. Bir tanesi özellikle Devrim Muhafızları ile ön plana çıkan Türkiye karşıtı yapı. Diğer taraftan da Cumhurbaşkanı Ruhani ve ekibini de içine alan Türkiye ile ikili ilişkilerin devam ettirilmesinden yana olan yapı. Ahmedinejat da buna dâhildi. O yüzden İran'ın kendi içerisinde de Türkiye'ye yönelik olarak bölünmüşlük söz konusu. Bu bölünmüşlükler dünyanın her ülkesinde üç aşağı üç yukarı böyle. Mesela Amerika'ya baktığınızda da Türkiye'ye yönelik böyle bir durum söz konusu. Rusya'ya da durum böyle. Türkiye'nin, Rusya’nın ve hatta İran’ın mevcut politikalarına dikkatle bakarsanız, Beşar Esad artık ön plana çıkartılmıyor. Yeni süreçte oyun tekrardan kurulurken Esad var gibi görülecek. Ama bana göre sonrasında Esad olmayacak. Bu tamamen bir öngörü. Çünkü Esad'la bu sürecin devam etmesi artık mümkün değil. Bunu Rusya da İran da anladı. Hem Suriye içindeki dinamikler hem de dış aktörler açısından bu kaçınılmaz bir sürece işaret ediyor. Suriye'de yeniden bir bütünlük sağlanabilir. Suriye üzerinde İran ve Rusya'nın etkisi her geçen gün daha da artıyor. O açıdan bir Türkiye dengesine ihtiyaç var, iç dinamikler açısından. Sonuçta Türkiye ve Suriye'nin bu durumu uzun süre devam ettirmesi mümkün değil.”