ORTA DOĞU’DA KRİZLER VE TÜRK DIŞ POLTİKASI
Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol
(ANKASAM Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı)
(Türk Ocağı Ankara Şubesi’nde yaklaşık üç ay önce verilen ilkbölümü geçen sayıda yayımlanan konferansın devamı)
Bugün S-400'leri konuşuyoruz, Akkuyu'yu konuşuyoruz, savunma sanayinden başlamak üzere kendi silah sistemlerinin caydırıcılığını konuşuyoruz. Bugün bakıldığında artık Türkiye'nin yakın çevresi olarak Orta Doğu'da hem de genel anlamda Türk ve Batı ilişkilerinde, Doğu ile olan ilişkilerinde temel bir tercihe sürüklendiğini görüyoruz. Türkiye karşı karşıya kaldığı güvenlik sorunlarında daha düne kadar Batı ittifakı ile olan ilişkilerinde yaşadığı sorunların bir sonucu olarak bugün Doğu ile ilişki geliştirmeye çalışıyor. Bunun temelinde Rusya'nın yer aldığı bir süreci başlatmış görünüyor. Fakat gerek Türk-Batı gerekse Türk-Doğu ilişkilerine bakıldığında hâlen sürece hâkim olan unsurun “güven sorunu” olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bugün en son Suriye'deki kimyasal saldırıya baktığınızda bunu en net şekilde görüyorsunuz. Tüm taraflar açısından temel hedef her ne kadar Suriye ve Esad gibi görünüyorsa da Suriye üzerinden oluşturulmaya çalışılan yeni bir denge yeni bir dünya düzeni oluşumu ve bu kapsamda Türkiye'nin bölgedeki mevcut rolünün belirlenmesi ile ilgili olduğunu görüyoruz. Bugün Türkiye gelinen aşama itibarıyla çöküşe geçen Batı ve yükselişe geçen Doğu arasında paylaşılamayan bir aktör konumunda bulunuyor. Burada Türkiye'nin temel sıkıntısı Doğu ve Batı bağlamında hâlen çok net bir tavır ortaya koyamamaktadır. Koyamamasının en büyük sebebi de işte bu bahsettiğimiz araçlardan kaynaklanıyor. Nedir o araçlar? En temelinde mesela bugün S-400'leri konuşuyoruz, Akkuyu'yu konuşuyoruz, savunma sanayinden başlamak üzere kendi silah sistemlerinin caydırıcılığını konuşuyoruz. Oysa bugün dünya düzenine bakıldığında Putin bunun adını çok net olarak ortaya koymuş bulunuyor. Sahip olduğunuz silah gücü ve onu kullanabilme kapasiteniz sizi Yeni Dünya düzeninde yeni bir yere oturtuyor. Bugün itibarıyla gelinen aşamada Türkiye'nin bu oyunu çok daha öncesinden görmesine rağmen hâlen istediği noktaya gelememiş olması kendisini birtakım politikalarda ister istemez istikrarsızlığa itiyor. Gerçi şu da konuşulabilir: Dünyanın neresinde belli bir gerçek manada ittifaktan bahsedebiliriz? Hayır. Bugün Batı'nın kendi içerisinde bile artık yekpareliğin, liderliğin tartışıldığı bir noktadayız. ABD ile AB arasında yaşanan gelişmeler, Rusya ve Çin arasında yaşanan zoraki ittifak. Bütün bunlara bakıldığında bizim en büyük avantajımızı bunlar oluşturuyor. Eğer bugün Batı ve Batı'nın kendi içerisindeki bu yeni rekabet süreci ve bölünmüşlük olmasaydı, hatırlayın geçtiğimiz yıl Alman Dışişleri Bakanı ne dedi? “ABD artık Batı'nın lideri değildir.”
Batı'nın kendi içerisinde başlayan bu liderlik sorunu ve diğer taraftan Doğu'da bugün hâlâ belirgin bir liderin ortaya çıkmaması kolektif bir liderlik var çünkü. Rusya bir tarafta Çin bir tarafta diğerlerinin arayışları da söz konusu. Türkiye'ye işte bu şansı veriyor. Türkiye açısından Türk-İslam dünyasının liderliğine oynama şansını veriyor. Burada Türkiye'nin oynayacağı rol, Saispiko'yu tarihsel anlamda önemli ölçüde akamete uğrattı. Çünkü İngiliz ya da İngiltere'nin Türkiye'nin Osmanlının bu son döneminde ortaya koyduğu dirençle birlikte kendi istediği Orta Doğu'yu bir türlü inşa edemedi. Bugün o Orta Doğu büyük ölçüde sorunlar üretmeye devam etti. Ama o Saispiko'nun en büyük kazanımı İsrail Devleti'nin kurulması oldu. Bugün itibarıyla bakıldığında inşa edilmek istenen Amerikan Orta Doğu’su ile birlikte İslam dünyasının yeniden şekillendirilmeye ve Türkiye'ye orada bir rol biçilmeye çalışıldığını görüyorsunuz.
Graham Fuller'in “Yeni Türkiye” isimli kitabı ve “İslamsız Dünya” isimli çalışması çok önemli. Bunlar Türkçeye de çevrildi. Fuller'in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti ve İslamsız Dünya” çalışmalarına bakıldığında Türk-Amerikan ilişkilerinin nasıl bir seyir içerisine sokulduğu ve bu bağlamda Amerika'nın Türkiye'den ne tür beklentilerinin olduğunu çok rahat bir şekilde görebilirsiniz. Bir diğer husus ise, Philip Gordon'un “Türkiye'yi Kazanmak” adlı çalışmasıdır. Bu kitaba bakarsanız eğer Soğuk Savaş Dönemi'nde niçin ve nasıl bir Türkiye yapılanmasının hedeflendiğini çok net bir şekilde görebilirsiniz.
Göç politikası ile ilgili olarak Türkiye zaten uzunca bir süredir aynı zamanda bir göç köprüsü ve güzergâhı durumunda. Burada beklenilmeyen hadise, Suriye İç Savaşı ile birlikte bu denli büyük bir miktarda göçün yaşanması. Suriye krizi başladığında bizimkilerin ellerinde dürbün şöyle tepeye çıkıp “Bugün hâlâ Suriyeli bir mülteci gelmedi.” diyorlardı. Çünkü Türkiye'nin Suriye'deki iç savaşa müdahalesi için kritik eşik 100 bindi. Türkiye'nin ilk beklentisi o mülteci hareketi ile birlikte Suriye'ye müdahale için meşru bir gerekçe zeminini oluşturmuştu. Fakat süreç içerisinde bu 100 bini değil milyonları geçmeye başlayınca, Türkiye'nin şu noktada hazırlıksız olduğunu gördük. Göç ve mülteciler noktasında çok ciddi bir politikası yok ve hazırlıksız. Türkiye'nin ilk plandaki beklentileri ve hedefleri ile sonradan ortaya çıkan tablo farklı bir durumu ortaya koydu. Bunun üzerine Türkiye ile birlikte AB açısından da birtakım sonuçlar ortaya çıktı. Avrupa'nın en başından itibaren Soğuk Savaş Dönemi'nde ortaya koyduğu politikalardan birisi komşuluk yani yakın çevre politikasıdır. Yani Avrupa yakın çevresinde güvenliği sağlama ve yakın çevresinden nüfuz alanı artırarak daha katılımcı bir Avrupa'yı hedeflemekte idi. Fakat bugün Suriye krizi ile ortaya çıkan mülteci hadisesi sonucu, ortaya çıktı ki Avrupa güvenlik politikaları açısından ciddi bir zafiyet içerisinde ve komşuluk politikası da aslında istenilen sonuçları sağlamış değil. Dolayısıyla Suriye krizi ile ortaya çıkan göç sorunu, Avrupa açısından hem komşuluk politikasının sonunu hem de Avrupa'nın güvenlik politikaları açısından ciddi anlamda başarısızlığını ve bu bağlamda Türkiye'nin ciddi bir aktör olduğunu ortaya koydu.
Türkiye bu karşı karşıya kaldığı sorunu, Avrupa'ya karşı ciddi anlamda elinde koz olarak tuttu. Bugün mülteci sorununun ortaya çıkardığı bir gerçek de şu oldu: Coğrafyadaki bütün mağdurların ve mazlumların istikameti her hâlükârda Türkiye. Bu kriz bir kez daha şunu gösterdi: AB her ne kadar da birtakım değerler çerçevesinde dünyaya insan hakları başta olmak üzere birçok şeyi dayatsa da aslında AB'nin özünde değişen hiçbir şey yok. AB'nin Türk-İslam'la olan mücadelesi ve bu bağlamda mülteci sorunu ile birlikte kendisini gösterdi. Avrupa'da bugün yükselmekte olan İslamofobi, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı Avrupa'daki yeni kimlik oluşumunu var olan kimliğe dönüşün en temel gerekçelerinden birini oluşturuyor. Düne kadar Avrupa, kendi içerisinde ulus devletleri reddedip bir üst kimlik çerçevesinde bir inşa sürecine giderken bugün bu Suriye krizi ile birlikte ya da Arap Baharı'nda ortaya çıkan tablo ile birlikte ulus devletlerin kaçınılmaz olduğunu ve bu bağlamda da içerisindeki birtakım dinamikleri harekete geçirebilmek için göçmenler mevzuunu, İslam mevzuunu, tekrar kullanmaya başladığını gösteriyor. Avrupa'nın tekrar kendisini gözden geçirmesi ve yeni uluslararası bu düzende kendi yerini almasına yönelik bir sürece işaret ediyor.
Bugün tüm devletler açısından bakıldığında, uluslararası sistemdeki bu belirsizlik ve kırılganlık ulus devlet süreçlerini fazlasıyla hızlandırmış durumda. Buna karşılık bizim coğrafyamıza bakıldığında, eğer daha önceden ders alınmamışsa bu sorunun daha da derinleşeceği ve genişleyeceği görülüyor. Ama bugün benim takip edebildiğim kadarıyla söyleyeyim, İslam dünyasında her şeye karşın bir birlik arayışı var. Bu birlik arayışında da Türkiye'nin oynadığı rol oldukça önemli. Bununla ilgili birkaç önemli test var. Suudi Arabistan ve Katar krizi bu açıdan son derece önemlidir. Bu krizde Türkiye'nin ortaya koyduğu rol. İran'ın bu anlamda karşı karşıya kaldığı krizlerde Türkiye'ye yönelmesi ve Türkiye ile birlikte bu sorunu aşması. Aynı şekilde bugün Türk dünyasına yönelik olarak bakıldığında düne kadar Özbekistan'la çok ciddi anlamda sorunlarımız varken Ankara ve Taşkent'in bu sorunları hızlı bir şekilde çözmeye ve iş birliği içinde aşmaya yönelik çıkışları tek bir şeye işaret ediyor. Kör topal olsa da Türk-İslam dünyasının birlik arayışı içinde olduğunu gösteriyor. Taşkent'te Afganistan merkezli olarak bir zirve gerçekleşti. Yine bu Kudüs çerçevesinde alınan kararlar bu arayışa tekabül ediyor. Nitekim Arap Baharı'na baktığınızda ABD'nin yaşadığı bu krizi, kendisi açısından bir fırsata çevirmeye çalıştığını görürsünüz. Bugün merkezle çevre arasında ciddi anlamda bir mücadele söz konusu.
Türkiye'nin izlediği temel dış politika şu: Mevcut şartlar itibarıyla Türkiye aktif, tarafsız ve dengeye dayalı bir politika izlemeye çalışıyor. Her hâlükârda bir taraf olmak istemiyor. Çünkü Türkiye taraf olduğu takdirde kaybediyor. Türk dış politikası açısından şu anda en rasyonel olan uygulama bu iki taraf arasındaki güç mücadelesini, rekabeti sonuna kadar kullanarak kendisi açısından eksik olan zamanı ve araçlar bağlamındaki eksikliklerini giderme. Dolayısıyla bugün Türkiye bir taraftan ABD ile ilişkilerini her şeye rağmen devam ettirirken, diğer taraftan da Rusya ile birlikte 2001'den bu yana ortaya koyduğu hedefi gerçekleştirme peşinde. Nedir bu hedef? Avrasya'da “İşbirliği Eylem Planı”nı biliyorsunuz değil mi? Rusya ile yapılan bir anlaşma. Türk ve Rus Dışişleri Bakanları Newyork'ta BM Genel Kurulu vesilesiyle yapılan toplantıda bir araya geliyorlar ve bu anlaşmaya imza atıyorlar. 11 Eylül'den iki ay sonra. 11 Eylül'ün önemi şudur: Baba Bush'un bahsettiği Yeni Dünya düzenini cebren tüm dünyaya dikte etmektir. Afganistan ve Avrasya'nın kalbi bu açıdan önemlidir. Amerika'nın dünya liderliği hegemonyasının yolu Avrasya'dan geçiyor. Afganistan Avrasya'nın kalbidir. Rusya'nın, Çin'in, Hindistan'ın, Pakistan'ın, İran'ın nükleer güce sahip ya da olma yolunda olan ülkelerin tam merkezinde bulunması. Amerika'ya potansiyel tehditlerin tam merkezinde. Jeokültürel kodları oynayabilecek farklı kültürlerin bir arada olduğu ve bu bağlamda güç projeksiyonunun çok net yapılabileceği en zayıf halka durumunda.
Ana mevzu şu: Amerika, Avrasya üzerinden bir dünya hegemonyası peşinde. Yani Amerika tek kutuplu bir dünya inşa etmek istiyor Avrasya üzerinden. Avrasya İşbirliği Eylem Planı ne diyor biliyor musunuz? Türkiye ve Rusya çok kutuplu bir dünyadan yanadır. Bunun öz Türkçesine gelelim. Türkiye, Amerika'nın birebir müttefiki. NATO'da müttefiki olmasına rağmen 11 Eylül'den iki ay sonra Amerika'ya diyor ki, “Ben senin ne yapmak istediğinin farkındayım.” Rusya da aynı şeyi söylüyor. “Ben senin müttefikin olabilirim ama ben senin Avrasya merkezli bir dünya hegemonyasına hedefine karşıyım.” diyor. “Çok kutuplu bir dünyadan yanayım.” çıkışının en temelinde bu var. Türkiye ve Rusya diyor ki “Sen Avrasya temelli bir dünya inşa etmek istiyorsun. Bunu inşa edebilmenin yolu temelinde ikimizden geçiyor, ama ikimize rağmen bunu yapamazsın. Zira biz çok kutuplu bir dünyadan yanayız.”
11 Eylül'den iki ay sonra Türkiye, Amerika'ya hem de Newyork'tan bu mesajı veriyor.
Peki ondan sonra ne oldu? Tuncer Kılınç Paşa hatırlayın ne dedi? “Türkiye-Rusya ve İran üçlüsü.”
Peki bugün neyi konuşuyoruz? Türkiye-Rusya ve İran üçlüsünü konuşuyoruz. O zaman Tuncer Kılınç Paşa dedi ki, “Tamam AB'den ayrılmayalım, ama AB'nin yanında bir de böyle bir dünya var. Biz daha bağımsız ve güçlü bir Türkiye'yi bu denge ile sağlayabiliriz.” Tuncer Kılınç Paşa'nın çıkışında az önceki söylediğim husus var. Batı'yı tamamen bir tarafa itmiyor ama diyor ki “Türkiye'nin gerçek manada bağımsız ve güçlü olabilmesinin yolu Batı ve Doğu arasında bir denge oluşturabilmesinde, dengesizliğin dengeleyici güç olmasından geçiyor.”
Dolayısıyla bugün geldiğimiz nokta aslında Tuncer Kılınç Paşa'nın bıraktığı nokta. Bugün bakıldığında çözüm yine Türkiye-Rusya ve İran üçlüsünden geçiyor. Daha ziyade Türkiye-Rusya ikilisinden geçiyor. İran bir üçüncü aktör olarak daha sonra bu sürece monte edilmiştir. Asıl belirleyici iki güç Türkiye ve Rusya'dır. 16 Kasım 2001'de Türkiye ve Rusya bunun adını koyuyor. Bugün Türkiye bu dengeyi sağlama politikasıyla birlikte yeniden bir yapılanma sürecine germiş vaziyette. Eğer siz dış politikada bu dengeyi kaybederseniz, Atatürk'ün vasiyetine ihanet ederseniz ve Atatürk'ün dış politikasını anlayamazsanız. Karşı karşıya kalacağınız durum 1945 Stalin'in aptalca çıkışları ve 1946'dan itibaren bizim Batı'ya tek taraflı angaje olmamız. 1945'te Sovyetlerin talepleri olduğunda biz başta Washington ve Londra'dan “Bakın Stalin bizi tehdit ediyor Ruslar bizi ezip geçecek bize yardım edin.” dediğimizde herhangi bir cevap alabildik mi? Hayır. 1946'ya kadar alamadık. Türkiye çok partili siyasi hayata geçme kararı aldıktan sonra Türk-Amerikan ilişkileri ve Türk Batı ilişkileri tek taraflı bir ilişki olarak orada başlamıştır. Bizim çok partili siyasi hayata geçişimiz iç dinamiklerin bir tercihi değil, dış dinamiklerin dayatmasıdır. Osmanlıdan itibaren biz dengeyi kaybettiğimizde bağımsızlığımızı kaybediyoruz. Osmanlının son döneminden itibaren baktığınızda çıkış noktası hep Orta Doğu'daki krizlerdir.
Orta Doğu'daki krizlere baktığınızda bir Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı vardır. Kavalalı nereye kadar geliyor? Kütahya'ya kadar geliyor. Başkent İstanbul tehdit altında. Rusya yukarıdan bakıyor. İstanbul'u kim tehdit ediyor? Kavalalı. Kavalalı'nın arkasında kim var? Avrupa var. O zaman İstanbul tehdit altında ise Moskova da tehdit altındadır. 1833'te biz Ruslarla hangi anlaşmayı imzalıyoruz? Hünkâr İskelesi Anlaşması'nı. Bu anlaşma Batı'ya Avrupa tehdidine karşı Türkiye'nin Doğu ile Rusya ile verdiği bir cevaptır. Bir denge oluşturulmaya çalışılıyor. Ve Kavalalı geri adım atmak zorunda kalıyor. Daha doğrusu geri adım atan kim? Avrupa. Avrupa'nın buna cevabı fazla uzun sürmüyor. 1838 Balta Limanı Anlaşması. Bu anlaşma bizim aslında imparatorluğu teslim ettiğimiz anlaşmadır. 1918'e giden süreç aslında bunun hikâyesidir. Çünkü 1839 Tanzimat Fermanı, iç işlerimize karışıyordu. Kırım Savaşı. Batı Kulübünün bir parçasıyız. AB'nin bir üyesi oluyor muyuz? Oluyoruz. 'Biz Şangay'a üye olacağız.' dediğimizde tepki nereden geliyor? Cumhurbaşkanı Başbakan iken Şangay Beşlisi dedi. Bunu da yanlış söylediler. Aslında Şangay Beşlisi diye bir örgüt yok. Şangay İşbirliği Örgütü var. Başbakan niçin bunu gündeme getirdi? AB'de biz çok bekledik, artık beklemek istemiyoruz artık Şangay'la devam edeceğiz. AB üyelik sürecini gerekçe gösterdi. Peki, tepki nereden geldi? Amerika'dan geldi. Dedi ki 'Siz bir yere gidemezsiniz. Siz bu kulübün üyesisiniz.' Bakınız Türkiye, AB'yi gerekçe gösterdi ama tepki Amerika'dan geldi. Çünkü Amerika biliyor ki Şangay'ın muadilini AB değil NATO'dur.
Dolayısıyla 1854-1856 Kırım Savaşı sonrası çok hızlı bir şekilde 1856 Islahat Fermanı, 1881 Düyum-ı Umumiye ve sonunda bakıyorsunuz yine bura da denge politikası arayışı içindeyiz. Dolayısıyla şu anda çöküşe geçen Batı ile yükselişe geçen Doğu arasındaki bu süreyi çok iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Yarın bugün bunlar ya bir şekilde anlaşacak ya da anlaşma ortamı olmadan bir çatışma ortamına girilecek ve biz de bu durumda Osmanlının son döneminde olduğu gibi bir tercihle karşı karşıya kalacağız. Aslında Almanları biz istemiyoruz. Son dakikaya kadar Sovyetlerden gelecek olan haberi bekliyoruz. Onun için bu süreci biz çok aktif bir şekilde değerlendirmemiz gerekiyor. Biz o dengeyi kaybedince kendimizi savaşın içinde buluyoruz. Sonrasında tekrar Batı'ya karşı Batı'nın Rusya dengesi gündeme geliyor Millî Mücadele ile birlikte.
Atatürk'ün, Tevfik Rüştü Aras'ın hatıralarına bakarsanız Cumhuriyet Dönemi'nin en uzun süreli Dışişleri Bakanı’dır. Oradaki en büyük vasiyeti şudur: Rusya dengesi. Rusya dengesinin gözetilmesi Türkiye'ye çok maliyetleri olmuştur. 1946'da kaybettiğimiz bu dengeyi 1960'da geri getirmek istiyoruz. Sonuç darağacı. 1960 Temmuz’unda randevu var. 27 Mayıs'ta darbe var. O yüzden Türk-Rus ilişkilerinin maliyeti yani denge arayışının Türkiye'ye fatura edilişi çok yüksektir. Türkiye aslında şu an itibarıyla çok büyük bir risk üstlenmiştir. 16 Kasım 2001'de Türkiye ve Rusya arasındaki bu mutabakat nereye kadar devam ediyor? Ne zaman sabote ediliyor? 24 Kasım 2015'a kadar Rus uçağının düşürülmesine kadar. O sırada başka olaylar yok mu? Var. Rusya-Gürcistan Savaşı var mesela. Buna rağmen Türkiye ve Rusya birlikteliğini devam ettiriyor. 24 Kasım 2015'te Rus uçağının düşürülmesi Türkiye'yi tekrar Batı'ya itiyor.
Sonuç olarak Türkiye şu noktaya geliyor: Ben mi senin müttefikinim yoksa bu terör örgütü mü? Amerika'nın verdiği cevap: Bu benin karadaki müttefikim. Kafa bulur gibi bir cevap. Türkiye o zaman diyor ki hayrını gör. 27 Haziran 2016 bundan dolayı başlamıştır. Türk-Rus ilişkilerindeki normalleşme Türk dış politikasına Orta Doğu merkezli bir denge getirmedir. Ama daha genel anlamda Rusya ve Türkiye'nin burada birbirine karşı bir mecburiyeti vardır. İşte Hünkâr İskelesi Anlaşması'nı söyledim. İstanbul düşerse Moskova da düşüyor. Bugün itibarıyla da çok farklı değil. Ankara düşerse Moskova yine düşüyor. Rusya'nın da bu anlamda mecburiyetleri Türkiye ile bir denge politikasını kaçınılmaz kılıyor. Bizim en büyük avantajımız yakın çevremizde ciddi anlamda bir güç mücadelesi var. Çin sizce nasıl bir politika izliyor? Düne kadar Çin güler yüzü ile el sıkışması ile iş birliği ile ön plana çıkan bir ülke idi. Ama Suriye krizi ile birlikte Çin dedi ki 'Ben ejderhayım. Ayı ile birlikte Amerikan kartalına karşı mücadele edeceğim.' Rus donanmasına bir saldırı olursa Çin donanması cevap verecektir. Çin, 2015'ten bu yana Doğu Akdeniz'de. Çin'in Orta Doğu'da ne işi var? Çünkü petrole ihtiyacı var. Trump'ın balkon konuşmasını yakından takip ettiniz mi? Çıkıp 'Ekonomi.' dedi. 'Bizim bugün ekonomik sıkıntımızın arkasında yatan en temel güç Çin. Çin'in bu politikaları bizim millî birlik ve bütünlüğümüzü, çıkarlarımızı ve güvenliğimizi her şeyimizi tehdit ediyor.' dedi. Ulusal güvenlikle ilgili iki ülkeyi hedef gösteriyor. Çin ve Rusya. En baştan itibaren Trump geldiğinde şunu ortaya koydu. 11 Eylül ile Amerika bir operasyona başladı. Küresel liderliği hedeflerken Batı'nın liderliğini de bana göre kaybetti. Almanya bunu ilan etti. Bugün Almanya ve ABD arasındaki örtülü savaşın sebebi budur. Yine Trump'la birlikte şunu da itiraf etmeye başladı. Eğer Amerika, Orta Doğu merkezli bu savaşı kaybederse bırakan Batı'daki liderliği kendi içindeki birlik ve beraberliği de sağlamakta zorlanacaktır. Çin işte bunun için burada. Çünkü Amerika, Çin'le olan mücadelesini Orta Asya ve Güney Asya yani Çin'i çevreleme politikasından taşımak istiyor, fakat Orta Doğu'daki kriz alanından da çıkamıyor. Orta Doğu'daki krizin genişlemesi ve derinleşmesi en başta Çin'in lehine. Çin çok akıllı bir politika uyguluyor. Çin, Amerika ile ön alıcı savaşını burada yapıyor. Çin kendi yakın çevresinde bir savaş istemiyor.