Geçekte Kuran-ı Kerim; bütün insanları kıyamete kadar kendi hür irade ve arzuları ile dünya ve ahiret mutluluğuna götüren ilahi ve mukaddes bir kitaptır. Cibril-i Emin vasıtasıyla, Hatemü’l-Enbiya Efendimize peyderpey vahiy yolu ile nazil olmuş ve tevatür yolu ile bize kadar gelmiştir. Kıyamete kadar da bu böyle hiçbir harf ve kelimesi değişmeden devam edip gidecektir.
Diğer semavi kitaplar mesela; Zebur, Tevrat ve İncil bir yana, bu tamamen Kuran-ı Kerime has bir keyfiyet ve Cenab-ı Hakk’ın bir va’d-i süphanisidir. Nitekim O; bir ayet-i kerimesinde bütün insanlığa meydan okumuş ve şöyle buyurmuştur; “ Diğer bir adı da zikr olan Kuran-ı Kerimi biz indirdik biz! Onu kıyamete kadar da elbette yine biz koruyacağız biz!”[1]
Bunun gibi, Kuran-ı Kerimin en büyük özelliklerinden bir diğeri de, Kozmos dediğimiz ve ucu bucağı görünmeyen şu kâinat başta olmak üzere şu küçücük dünyamız ve bu gezegeni mesken tutan bütün insanlar ve bir beşeriyet âleminin mukadderatı yani onların dünü, bugünü ve yarınları ile ilgili kıyamete kadar, olmuş ve olacak ne varsa bu kitapta yer alması ve bu keyfiyetin Cenab-ı Hak tarafından bizlere de bildirilmiş olmasıdır.
Bu demektir ki insanlık; ilmi, dini, siyâsi manada bütün bu baş döndürücü gelişmelerde hangi seviye ve mertebeye ulaşmışsa, Kuran-ı Kerim onların her zaman fersah, fersah önlerinde olacak ve insanlara ufuk ötesi yeni, yeni hedefler göstermeye devam edecektir. Nitekim Cenab-ı Hak, Kuran-ı Kerim’in bir çok ayetlerinde bu temel gerçek ve ufuk ötesi hedefleri dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur; “ Sizin bildiğiniz ve bilmediğiniz daha nice, nice âlemler ve gaybın anahtar ve şifreleri Onun elindedir. Ondan başka hiçbir kimse, bu gaybı ve şifreleri bilmez. O karada ve denizlerde ne varsa hepsini bütün ayrıntıları ile O bilmektedir. Onun bilgisinin dışında ne dalından bir yaprak yere düşer, nede toprağın derinliklerine bir tohum çakılıp kalmasın. Evet şu misal âleminde karada, havada ve denizde, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık böyle bir kitapta kaydedilmiş bulunmasın.” [2]
Bunun gibi Cenab-ı Hak, yine bir başka ayetinde de Kuran-ı Kerim’in bu özelliğini dile getirmiş ve bütün insanlığa meydan okumuş ve şöyle ferman etmiştir; “ Göklerde ve yerde zerre kadar, sizin gözlerinizle göremeyeceğiniz derecede küçük veya büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın.” [3]
Bütün bunlar zerreden kâinata insanoğlu ve insanlığı ilgilendiren ne varsa, bütün teknik, gelişmeler, insanlığa yön veren ve tarihin akışını değiştiren dini, siyasi ve sosyal olaylar hülasa, ne varsa Kuran-ı Kerim de bir bir yer aldığı göstermekte ve akıl sahiplerine bu olup- bitenlerden ders almaları ve kendi hür iradeleri ile, bir yüce Mevlaya teslim olmaları ve Ona inanmalarını istemektedir.
* * *
Ne var ki, Kuran-ı Kerim’in bu külli yönü Hz. Peygamber ve Onun sahabelerinin de konusu olmuştur. Nitekim bir Peygamber meclisinde sahabe-i kiramla yaptığı bir sohbet sırasında, bütün bu baş döndürücü olaylardan bir çıkış yolu arayan bir sahabeye Hz. Peygamber, Kuran-ı Kerimin bu ilahi yönünü dile getirmiş ve ona, şöyle buyurmuştur:
“Onda sizden öncekilerin başından geçenler, sizden sonrakilerin aranızda olup bitenler hakkında açık hükümler vardır. O çirkin ile güzeli ayırt eden bir sözdür. Yoksa boş bir lakırdı değildir. Onu kibirlenerek terk edenlerin Allah belini kırar. Onun dışında doğru yol arayanları Allah sapıklığa düşürür. O, Allah’ın sağlam bir urganı, apaçık nuru, zikr-i hâkimi, Allaha giden doğru yoldur. O, insanların heva ve heveslerine uymaları ve bu şekilde ayrılığa düşmelerini önler. Bilginler, onun bilgilerine doymaz, Allaha titiz davranırlar, ondan usanmazlar. Onun ilmine kendini kaptıranlar, daima ileriye atılır, onunla amel edenlere mükâfatlar verilir. Onula hükmeden adâlet eder. Ona sımsıkı sarılan doğru yola ulaşır ve hidayete erer.”
Bir belağat ve fesahat âbidesi olan bu beyanları ile, Rasûl-ü Kibriya Efendimiz, şimdiye kadar hiçbir kişinin yapamayacağını yapmış ve Kuran-ı Kerimi en güzel bir şekilde ve eskilerin tabiri ile “Efradını câmi ve ağyarını mani” bir surette tarif etmiştir. Böylesine güzel bir tarifi ancak vahy-i ilâhide kendisini bulan, onu ilk “Oku!” emri gereği bütün varlığı ile okuyan ve onun gizili açık büktün sırlarına vakıf olan ve bilmediği daha bir nice, gizli ilimler kendisine öğretilen bir Nebiyy-i Ekrem yapabilirdi.
Bunlar aynı zamanda Hz. Peygamber’in, Kuran-ı Kerimin’in Allah katında nasıl yüce, mukaddes bir kitap olduğunu, onun ilâhi haşmet ve ululuğunu beyan eden ifadelerdir. Hulasa söz ikliminin Sultanının sözleridir. Evet, Kuran-ı Kerimde, bizden önce gelmiş geçmiş bütün kavim ve milletlerin mücadeleleri bir iman; küfür mücadelesi ortamında dile getirildiği gibi, ayrıca bizden sonra gelecek bir çok kavim ve milletlerin de bu manada ortak alın yazıları dile getirilmiş ve akıl sahibi insanların bütün bunlardan ders ve ibret almaları istenilmiştir.
Gerçekte bizim bu manada ve konumuz açısından, asıl üzerinde durmak istediğimiz bir hadis daha vardır. Hz. Peygamber bu hadisinde de yine Kuran-ı Kerimin diğer, çok özel bir yönünü dile getirmiş, hatta onu, bir manada sanki, genel bir tarih kitabına benzetmiş ve şöyle buyurmuştur; “Evvelkiler ve sonrakilerin ilmini öğrenmek ve onların neler yaptıklarını bilmek isteyenler hemen Kuran-ı Kerimi deşelesinler. Onun sure ve ayetleri, onların ifade ettikleri yüksek hakikatlere bir de bu açıdan baksınlar.”
Bu manada Kuran-ı Kerim; Hz. Peygamber’e göre daha önceki devirlerde gelmiş, geçmiş kendilerine bir hak Peygamber gönderilmiş veya gönderilmemiş kavim ve milletler, onların bir iman ve küfür mücadelesindeki tutum ve davranışlarını öğrenmek isteyenlerin mutlaka okumaları, böylece Tarih İlmini ondan öğrenmeleri gereken bir kitaptır.
Zira bundan önceki ve sonrakilerin ilminden maksat eskilerin “Ahbâru’l-Mâdîn, Geçmişin Haberleri” dedikleri ve büyük hükümdar ve devlet adamları, bu arada bir çok kavim ve milletler, onların başlarına gelen büyük olaylar belâ ve musibetlerden bahseden Tarih İlmidir. Bu manada Hz. Peygamber, Kuran-ı Kerimi, geçmişten geleceğe uzanan ve bu günleri yaşayanların mutlaka okumaları gereken genel bir tarih kitabı ve tabir yerinde ise bir büyük kültür ve medeniyet havuzu olarak görmektedir.
* * *
Gerçekte, bütün bunlar şüphesiz, insanların yukarda da ifade edildiği gibi, Kuran-ı Kerimin çizdiği yolda dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmak için; bir yed-i takdir tarafından ilmik, ilmik dokunmuş kader çizgileri idi. Ne var ki Kuran-ı kerim bütün bu akıl almaz olayları daha önce gelmiş, geçmiş bütün kavim ve milletlerin maceralarını bir tevhit ve iman zeminine oturtmak istemiş ve bunun dışında dünya ve ahiret mutluluğuna giden bütün yol ve kapıları kapatmış ve bütün insanlara çok yüce bir çağrıda bulunmuş ve şöyle buyurmuştur:
“Ey İnsanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize inanın ve ona ibadet ediniz!” I[4]
Zira Kuran-ı Kerime göre, bu dünya ve ahiret saadetinin özünde her şeyden önce; Allah’ın varlığına birliğine inanmak Onu, her türlü şirk ve küfürden beri kılmak, bundan da öte bir iman-küfür mücadelesinde Allah’ın safında yer almak, Allaha imanı daha bu dünyada fiili manada bir güç ve otorite hâline getirmek ve bir iman devleti kurmak ve küfrün önderleri ile kıyasıya bir mücadeleye girişmek vardı.
Çünkü zerreden kâinata her şeyi O yaratmıştı ve kâinatın hükümranlığı Onun elinde idi. Bu bakımdan Cenab-ı Hak her şeyden önce bu ilahi haşmet ve azametinin yeryüzünde koca bir iman hâkimiyeti hâline gelmesini istediği gibi, ayrıca onu, bütün haşmet ve azameti ile temâşa etmek, bundan da öte kendisine soru soran meleklerine bunu göstermek istiyordu. Zira bunlar, yer yüzünde niçin bir halifenin yaratılması meselesinde henüz meleklerin bile bilmediği şeylerdi.
Bununla beraber, Müslüman Türk Milletinin bu iman hakimiyetinin kıtalar arası bir cihan hakimiyeti hâline gelmesinde her zaman ayrı bir yeri olacaktı. İşte, bundan sonraki sayfalarda Kuran-ı Kerim Ve Vahy-i İlâhiye göre bu konular üzerinde durulacak ve bir çok Kuran ayetlerinin yeni bir değerlendirmesi yapılacaktır.
Nitekim Cenab-ı Hak, el- Câsiye suresinin 37. âyetinde Zât-ı Ülûhiyetinin bu yüce haşmet, azamet ve ululuğunu dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur. “Her türlü övgü, göklerin ve yerlerin ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allaha aittir. Göklerde ve yerlerdeki büyük-lük ve azamet Onun hakkıdır. Sonsuz hikmet, kudret sahibi odur.”[5]
Bu bakımdan O, Zat-ı Zü’l-Celal, Allaha iman edenlerin; küfrün belini daha bu dünyada kırmalarını, iman hâkimiyetini fiili olarak bu dünyada kurmalarını, Allah’ın yüce iradesini yeryüzünde gerçek manada temsil etmek üzere, küfrün azılı önderleri ve şer odaklarının karşısına dikilmelerini istemiştir. Daha açık bir ifade ile O, Zat-ı Kibriya, onların ahiret için değil, daha bu dünyada yerlere ve göklere sığmayan bir Hitapla sorduğu “ Ey Zulüm ve işkenceleri ile dünyaları dolduran zalimler! Hadi söyleyin bakalım! Bugün mülk kimindir ?” sorusuna onların hep bir ağızdan ve dünyaları sarsan bir nida ile daha bu dünyada cevap vermelerini ve; “ Evet, Mülk bir tek olan ve her şeyin Onun kahrına mahkum olan Allaha aittir,”[6] diye gürlemelerin istiyordu.
Evet hitap zalimlere idi. Fakat ufukları dolduran ve âdeta bir gök gürlemesini andıran bu sülâle ise; Zalimlerin karşısına dikilen ve iman hâkimiyetini yer yüzünde koca bir cihan hâkimiyeti hâline getiren ve bu zalimleri Allah’ın kahrına mahkum eden Müslüman Türk Milleti cevap verecekti.
* * *
Şu bir gerçektir ki, iman hâkimiyeti ve bunun kolektif bir heyecan ve koca bir hidayet fırtınası haline gelmesi Kuran-ı Kerim ve vahy-i ilahinin en önemli meselelerinden biridir. Zira, O, Kahhar-ı Zü’l-Celal, bu yüce meşiyeti için bu uçsuz bucaksız kâinatı yoktan var ettiği gibi, dünya dediğimiz şu küçük gezegen ve “ İnsan” dediğimiz şu küçük kâinatı da bunun için yaratmış ve Fahr-i Kâinat Efedimizi de bir yüce hidayet önderi olarak bütün insanlığa bu kader çizgisi doğrultusunda Peygamber olarak göndermiştir.
Bu bakımdan Cenab-ı Hak başta insan olmak üzere, yerler ve gökler âleminde bizim, bilip bilemediğimiz neler ve kimler varsa, kendi ulûhiyetini tanımak ve mukaddes zatına iman etmek, ona ibadet ve kullukta bulunmak ve bu imanının fiili manada bir güç ve bir iman hâkimiyeti hâline getirmek için yaratmıştır.
Nitekim O; ez-Zâriyat suresinin 56. âyetinde bu gerçeği bir kere daha dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur; “Ben bütün Cinleri ve insanları ancak ve yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım!” buyurmuştur.[7] Buradaki “İbadet Etsinler!” kelimesini ekser müfessirlerimiz “Beni tanısınlar ve beni bir bilsinler ve benim birliğime inansınlar” diye tefsir etmişlerdir.
Bu bakımdan Cenab-ı Hak insanlara lütfetmiş, onların küfr ve şirkin karanlık girdabında boğulup gitmelerini önlemek ve bir Yüce Mevlaya iman için İlk Peygamber Hz. Âdemden itibaren bir çok Hak Peygamber ve Hidayet Önderleri göndermiştir ki bunların gerçek sayılarını Cenab-ı Haktan başka hiç bir kimsenin bilmesi mümkün değildir.
Bu hak Peygamber ve Hidayet Önderleri şirk ve sapıklık vadisinde koşan ve bütün varlıkları ile Cenab-ı Hakkın karşısına dikilen ve kendisini ilah yerine koyan ve azgınlıkta sınır tanımayan bu Tâğutların karşısına dikilecekler ve insanları gerçek manada Allaha imana ve O na ibadet etmeye çağıracaklardı. Nitekim Cenab-ı Hak en-Nahl suresinin 36. ayetinde bu gerçeği dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Biz şüphesiz, Allaha kulluk edesiniz, Allah’ın hükümlerini hiçe sayarak, Ona meydan okuyan Tâğutlar ve azılı kâfirlere kul ve köle olmaktan kaçınasınız diye her millete bir Peygamber ve hidâyet önderi gönderdik. Böylece Allah onlardan bir kısmını doğru yola itti, iman saadetine ulaştırdı. Bunun aksine bir kısmını da kendi tercihleri sebebiyle sapıklıkta bıraktı. Ne var ki, hele bir yeryüzünü gezip dolaşınız da, âyetlerimizi inkâr eden yalancıların hazin sonu ne olmuştur? Kendi gözlerinizle görünüz.”[8]
* * *
Cenab-ı Hakkın bu ilahi takdiri şüphesiz İslam öncesi Türk Milleti içinde geçerlidir. Zira, Cehab-ı Hak; Doğu ciheti Turan Yurdu ve Ötüken’e yerleştirdiği ve geniş Asya bozkırlarını onlar yeni bir vatan coğrafyası kıldığı bu Türk kavmini, bu hususta da yalnız bırakmamıştır. Diğer kavim ve milletler olduğu gibi, İslam öncesi uzun tarihi geçmişlerin de onlara da bir lütf-u ilahi gereği bir çok hak peygamber ve Hidayet Önderleri göndermiştir.
Bu Hidayet Önderleri Allah’ın hidayetine giden yolda onların önüne düşmüşler, onları Cenab-ı Hakkın yüce varlığı ve birliği ile tanıştırmışlar, böylece onları insanlığın en erken devirlerinden itibaren Tek Tanrıya inanan çok şerefli çok yüce bir millet hâline getirmişlerdir. Bizim bundan maksadımız, bundan sonraki bölümlerde çok daha ayrıntılı bir şekilde üzerinde durulacağı gibi Oğuz Handır.
Milli tarihimizin destanî kahramanlarından biri olan Oğuz Han, Hz. İsa gibi bir yüce varlığa kendiliğinden inanan bir çocuk olarak dünyaya geldiği gibi, ayrıca Hz. İbrahim’le tanışmış, onun dini, Hanifliği kabul etmiş ve Türk Milletinin, Allah’ın hidayetine giden yolda ilk ulu atası ve bir büyük Hidayet Önderi olmuştur.
Daha sonra o, Haniflik dinini bütün Türk ve Oğuz boyları arasında yaymış ve Orta Asya’da ilk defa olmak üzere bir iman devleti kurmuştur. O asıl bundan sonradır ki; Cenab-ı Hakkın büyük lütfu ile ve bir Zülkarneyn-i Kuran olmak üzere, Batı ve Doğu cihetine bir çok imani seferler yapmış ve Haniflik dinini yer yüzünde koca bir cihan İmparatorluğu haline getirmiş ve bir manada Türkleri İbrahimi bir millet kılmıştır.
Artık onlar Kuranı Kerimde zikri geçen bu Haniflik dininin çok şerefli bir mensubu ve Orta Asya bozkırlarında yeni bayraktarları idiler. Bu Haniflik dini Oğuz Hanın bir hidayet önderi olarak gönderilmesin-den sonra; Türklerin; milli bir dini olmanın ötesinde, bir örf, âdet ve anane, hulasa bir asayiş haline gelmiş ve onun ilahi hükümleri “Oğuz Yasaları” olarak Türk Devlet geleneğinin esasını teşkil etmiştir.
Bu bakımdan Tek Tanrıya inanmak Türk toplumunun, tarihi en karanlık çağlarından beri ve Hz. İbrahim’den başlamak üzere, temel cevheri ve inanç temeli olmuştur. Artık onların sosyal hayatında ve bir çağlayan gibi akıp giden zaman nehri içinde putlara tapma yoktu ve şirk hiçbir zaman onların kalplerini karartmayacaktı.
Bu bakımdan İslamiyet’ten önce câhiliye devri Arapları arasında pek çok örneğini gördüğümüz putlar ve putperestlik gibi, Türkler arasında da etkili olmuş her hangi bir put veya putlardan bahsetmemiz mümkün değildir. Bize göre, onların bir yüce göreve buyur edilmelerinin asıl sebebi de bu olmalıdır.
Ne ilginçtir ki daha sonraları onlar, Tek Tanrıya olan bu lekesiz imanlarını yeni bir gönül coşkusu ile devasa granit gibi sağlam kaya parçalarına kazımışlar ve Tek Tanrıya olan bu inançlarını sanki Cenab-ı Hakka şahid olarak göstermek istercesine Orta Asya boz kırlarına bir İman Âbideleri olarak dikmişlerdir. Tek Tanrıya olan imanın böylesine güzel âbidelerinin, Türk Milletinin dışında bir başka milletin dini hayatında bir eşi ve benzeri yoktur.
Bunlar bize, bir manada sanki Hz. Musa’ya, Kuran-ı Kerimde zikr-i geçen ve Tur Dağında kendisine verilen iman levhalarını hatırlatmaktadır. Bunlar Orhun Âbideleri olarak, dinler ve insanlık tarihine geçmişlerdir. Bundan sonraki sayfalar ve yeni bir bölümde bu iman âbideleri üzerinde çok daha ayrıntılı bir şekilde durulacağı gibi, Türk Milletinin imani şahsiyetinin temel ögeleri olan ve başı göklere değercesine yükselen bu taşlar Orta Asya bozkırlarında bir Tanrı müjdesi gibi hala ayakta durmakta, Türk Milletinin İslamiyet’ten önceki iman gürlüğünü hatırlatmakta ve koca bir dünyaya bu gün bile hâla meydan okumaktadır.
Bu bakımdan Türk Milleti bir saadet asrı ve bir sahabe neslin-den çok daha önceki asırlarda bile Cenab-ı Hakkın lütfuna mazhar ve iman saadeti kendisine verilmiş bir ulu millet idi. Zira daha sonraki asırlarda ve bir saadet asrından sonra İslam dünyasına bir kurtarıcılar ordusu olarak gönderilecek olan bu yüce milletin, kalp ve gönüllerini, Cenab-ı Hak, küfür ve şirkle karartmak istememişti.
İşte bu ilahi mazhariyetleri dolaysıyla Doğu Türklüğü, Hz. Peygamber ve .İslam dininden asırlarca önce bu topraklarda cereyan eden baş döndürücü ilahi olaylar sebebi ile bir çok Kuran sırrına mazhar oldukları gibi, ayrıca İslami devirlerde de bu âyetlerinin asıl muhatabı da yine bu günkü Doğu Türklüğü olmuştur.
* * *
Bu arada şunu bir kere daha ifade edelim ki hilkat-i Âdemle başlayan ve Hz. Peygamberden asırlarca önce devam edip gelen bu iman küfür mücadelesinin özünde de işte, Orta Doğu dediğimiz bu ilahi coğrafyada bir iman hâkimiyetinin kurulması ve yukarda da ifade edildiği gibi, bunun koca bir cihan hâkimiyeti haline getirilmesi vardı.
Gerçekte Seyyidü’l-Enbiya Efendimizin, böylesini büyük ve yüce bir oluşumun gerçekleşmesinde her zaman ayrı bir yeri olmuştur. Diğer Peygambereler çoğu halde, dar bir çevreye meselâ kendi kavim ve kabilelerine peygamber olarak gönderildikleri gibi, birçoklarına Kitap ve Suhuf bile verilmemişti. Oysa, Hz. Peygamber böyle değildi.
O bütün zaman, bütün mekân, bütün kavim ve milletlere hem de kıyamete kadar geçerli olmak üzere son Peygamber olarak gönderilmişti. Orta Doğu dediğimiz bu ilahi coğrafya ve kadim Peygamberler yurduna yeni bir iman hâkimiyeti kurmak ve bunu daha sonra bir cihan hâkimiyeti haline getirmek için geliyordu. Kendisini gelmiş, geçmiş bütün Peygamberlerden ayıran ve Onu Allah katında çok yüce ve mümtaz bir Peygamber kılanda işte Onun bu özelliği idi.
Kendisinde önce hiç bir peygambere böylesine büyük bir görevde verilmemişti. Nitekim Cenab-ı Hak el- bakara suresinin 253. ayetinde Onu bu özelliğini dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur; “ O peygamberler ki biz onlardan bazılarını diğer peygamberlerden farklı kıldık ve üstün özellikler bahşettik. Onlardan kimileri ile Allah bizzat konuşmuş ve kimilerini de daha başka derecelere yükseltmiştir.”[9]
* * *
Şu da unutulmamalıdır ki, iman hâkimiyetinde asıl mesele her şeyden önce küfrün ana damarlarının kurutulması, şer odakları ve melanet yuvalarının canlarına ot tıkanması, onların ses ve soluklarının kesilmesi idi. Nitekim Cenab-ı Hak el-Enfal suresinin 8 ayetinde bu şer mihraklarına karşı o yüce iradesini dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur; “ Her ne kadar şer odakları suçlu kâfirler hoşlanmasalar da Allah (c.c.) bunu yapacak, yani hakkı hak olarak bütün heybet ve ihtişamı ile ortaya koyacak ve bâtıl, bâtıl olarak ortadan kaldıracak ve onun kökünü kurutacaktı.”[10]
Bu yeni düzende artık batıl dinlere yer yoktu. Ve bütün bu baş döndürücü ilahi gelişmeler Nebiyy-i Ekremin mübarek şahsında gerçekleşecek ve iman hâkimiyetinde yeni bir devir başlayacaktı. Zaten Cenab-ı Mevla, O nu bütün insanlığa hak ve son Peygamber olarak gönderdiği gibi, ayrıca Onun dinini de özünü kaybetmiş ve bir safsata haline gelmiş diğer bütün semavi dinlere galip kılmak için gönderiyordu. Nitekim Cenab-ı Hak, et-Tevbe suresinin 33. ayetinde bu gerçeği dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur;
“O Allah (c.c.) ki, Resulünü bir hidayet nuru ve hak din ile gönderdi, ta ki, Allah’ın dinini yeryüzündeki bütün dinlere; Yahudilik ve Hıristiyanlıkta dâhil üstün gelsin diye. Bu bakımdan, küfrün azılı önderleri ve bozguncu mihraklar her ne kadar bundan hoşlanmasalar da, Allah bu vadini yerine getirecek ve kendi dinini diğer bütün o kokuşmuş dinlere karşı üstün kılacaktır.”[11]
Nitekim öylede olmuş ve Cenab-ı Hak bu vad-i Süphanisini bütünüyle gerçekleştirmiştir. Zira Hz. Peygamber, hicretten sonra on iki sene devam eden bu aktif peygamberlik döneminde azgın Kureyş uluları ve azılı Medine Yahudileri ve Hıristiyanlar, hulasa küfrün bu eli bayraklı önderleri ile çok çetin bir iman mücadelesine girmiş ve küfrün belini kırmıştır.
O, bu cümleden olmak üzere, Mekke’yi fethetmiş, İslam dininin diğer dinlere üstünlüğünü sağlamış ve Kâbe ana eksen olmak üzere bu topraklarda yeni bir iman hâkimiyeti kurmuştur. Artık küfrün bu azılı temsilcilerinin barış zamanlarında bile Mekke’ye girmeleri ve Kâbe’nin etrafında görülmeleri bile yasaklanmıştı.
* * *
Fakat burada asıl mesele yukarda da ifade edildiği gibi, bu iman hakimiyetinin Orta Doğu dediğimiz bu ilâhi coğrafyada dalga dalga yayılması ve koca bir cihan hakimiyeti haline gelmesi idi Zira, Cenab-ı Hak şu kâinat dediğimiz ucu bucağı olmayan büyük oluşum, sayısız galaksiler ve bir o kadar gezegenler içinde dünya değimiz şu küçük bir gezegen nazar etmiş, onun Orta Doğu dediğimiz bu coğrafi bölgesini, kendi iman hakimiyeti için seçmiş ve buraların bütünüyle bir iman yurdu hâline gelmesini istemiştir. Zaten buraların bir Peygamberler yurdu olmasının asıl sebebi de bu olmalıdır.
Asıl bundan sonradır ki, İman hâkimiyeti dalga dalga, dünyanın dört bir tarafına yayılacak, üç kıtada koca bir barış imparatorluğu ve yeryüzü Cenab-ı Hakan ilahi rububiyet ve azametini temsil etmek üzere bir iman yurdu hâline gelecek ve mülkün asıl sahibinin kim olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktı.
İşte Kuran-ı Kerime bu gerçekler penceresinden baktığımız ve onun sayfalarını birde “Gelmiş ve geçmiş kavim ve milletlerin ilmi” gözlüğü ile okuduğumuzda karşımıza çok ilginç bir manzara çıkmaktadır. O da, O, Zat-ı Akdes’in kendi dinini tebliğ etme ve Orta Doğu dediğimiz bu ilahi coğrafyada bir iman hâkimiyeti kurma gibi bir büyük görev için insanlar arasından Muhammed-i Arabi (s.a.s.) O Şah-ı Resulü seçtiği ve Onu bu yüce göreve ehil kıldığı gibi ayrıca; Onun bu iman hâkimiyetini kıtalar arası bir cihan hâkimiyeti hâline getirme ve bir büyük barış imparatorluğu kurma görevini ise; gelmiş ve geçmiş milletler arasından sâdece ve yalnız Müslüman Türk Milletini seçmesi ve bu mukaddes göreve onu ehil görmesi ve bütün bunlar içinde Kara Buğra Han-ı Türkiyi onlara yüce bir Hidayet Önderi olarak göndermesi ve onu, Ol Şâh-ı Resulün nübüvvetinin vârisi olması idi.
Zira iman Hâkimiyetini kurmak için Hz. Peygamber cahiliye devri Araplarına nasıl bir mücadele vermişse Kara Buğra Han-ı Türki de aynen onu yapacak, Türk Milletini İslam nimeti ve iman mutluluğuna kavuşturacak böylece bu ilahi misyona Türk Milletini ehil bir hale getirecekti.
* * *
Peki Buğra Han, Allah’ın hidayetine giden yolda Türk Milletinin ikinci büyük atası bunda başarılı olmuş mudur? Bu soruya bir cevap vermek için bizim, İslam Tarihinin kapısını çalmadan önce, bu görevin Türk Milletine buyurulması konusunda, vahy-i ilahi yani; “Göklerde ve yerde sizce gizli kalmış ve bilmediğiniz hiçbir şey yoktur ki bu kitapta bir kaydı bulunmasın!” [12] buyurduğu o yüce kitaba bakmamız gerekmektedir.
Zira asl olan bu hususta bizden ziyade Kuran-ı Kerimin ne buyurduklarıdır. Evet; “ yaş ve kuru ne varsa her şeyin kaydedildiği” bu “Apaçık Kuran Kitabı” ndan öğrendiğimize göre; iman hâkimiyetinin temeli, Mekke de bir teori olarak atılacak ve hicretten sonra Medine’de yeni bir iman devleti olarak ortaya çıkacak ve Mekke’nin fethi ile birlikte Kâbe ana eksen olmak üzere ışıl ışıl etrafa bir zafer müjdesi gibi yayılmaya başlayacaktı.
Asıl bundan sonradır ki Orta Asya’nın mukaddes ruhu, Müslüman Türk Milleti bu yeni devirde bir kere daha ayağa kalkacak, bu büyük görevi Müslüman Araplardan devr alacak ve bir Zü’l-Karneyn-i cihan ve bir kurtarıcılar ordusu olarak tekrar batıya yürüyecek ve Hz. Peygamberin Orta Doğu iman hâkimiyetini koca bir cihan hâkimiyeti hâline getirecek ve ona yeni bir altın devir yaşatacaktı. Bu Cenab-ı Hakkın onlara bir alın yazısı idi ve bu böyle kıyamete kadar devam edip gidecekti.
Nitekim Cenab-ı Kibriya, el-Enam suresinin 90. ayetinde Türk Milletinin bu ilahi alın yazasını dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur; “İşte bunlar (Ümmi Araplar) kendilerine kitap, hüküm (Kuran yasaları) ve Peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi onlar (bir zaman sonra) bu gerçekleri inkâr ve görevlerini ihmal ederlerse varsın etsinler, bu onlara kalmış bir şeydir. Bu takdirde bizde onların yerine öyle güçlü bir milleti vekil kılarız ki, onlar bu gerçekleri asla inkâr etmezler (ve gereğini de mutlaka yaparlar!)”[13]
* * *
Görüldüğü gibi Cenab-ı Zü’l-Celal; “Her şeyin kaydedildiği bu apaçık kitapta” bu ilahi görevi, yani iman hâkimiyetinin genişleme ve bir cihan hâkimiyeti hâlini gelmesi görevini yeni bir MİLLET’e verildiğini beyan etmiş, bundan da öte buna bizzat kendisinin kefil olduğunu haber vermiştir.
Ne ilginçtir ki Cenab-ı Mevla bununla da yetinmemiş bu büyük göreve buyur edeceği yeni milletin, dini ve milli karakterini onların bu yüce misyonu nasıl yerine getireceklerini beyan etmiş ve bu yöndeki murad-ı ilahisini çok daha iyi anlaşılır bir hale getirmiştir. Bu manada Kuran-ı Kerim bizim karşımıza el-Maide suresinin 54. âyeti ile çıkmaktadır. Bu ayet-i kerimesinde Cenab-ı Hak özel olarak iman edenlere ve genel olarak bütün insanlığa gümbür gümbür bir vahiy dili ile hitap etmiş ve şöyle buyurmuştur;
“Ey İman Edenler! Sizlerden kim ki Allah’ın dininde geri dönerse varsın dönsün! Şunu da unutmayınız ki Allah onların yerine öyle bir millet getirir ki; Allah onları, Onlarda Allah’ı çok severler. Onlar müminlere karşı dâima boynu bükük, alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise inadına başları dik ve onurlu bir millettir. Onlar Allah yolunda korkmadan yılmadan cihad ederler ve hiçbir lafını sözünü bilmeyen kimselerin kınamasından da asla çekinmezler. Bu şüphesiz onlar için Allah’ın çok büyük bir lütfu ve keremidir ki bunu, hangi millet için dilemiş ise işte ona verir. Muhakkak ki Allah ihsanı bol ve her şeyi çok iyi bilendir.”[14]
Peki, Hz. Peygamber’in Orta Doğu İman Hakimiyetini kıtalar arası bir cihan hâkimiyeti hâline getirecek ve bu sırr-ı kurana mazhar olacak bu kavim kimdir? Milletler câmiasında adı nedir? İşte, Server-i Enbiya Efendimizin; “öncekiler ve sonrakilerin ilmi” olarak tarif ettiği “İnsanlık Tarihi” bu Kuran sırrına mazhar kavmin Müslüman Türk Milleti olduğunu söylemekte ve vahy-i ilahinin, bu ilahi beyanlarını bütün kalbi ile bir kere daha tasdik ettiğini bildirmektedir.
Bununla beraber; Kuran-ı Kerim ve Vahy-i İlahide Türkler adındaki bu büyük Tefsir çalışmamız ve bundan sonraki sayfalarda işte bu konular üzerinde çok daha ayrıntılı bir şekilde yeniden durulacak ve bu âyet-i Kerimelerin verdiği, ilâhi işaret ve tarihi gerçeklerin kendi şartları ve ortamı içinde bir kere daha tahlil ve değerlendirmesi yapılacaktır.
* * *
Burada asıl mesele bir kere daha karşımıza çıkmaktadır. O da; Turan Yurdu ve Türk Boylarına yeni bir Hidayet Önderi olarak gönderilen Kara B. Hanın Türk Milletine ön görülen bu ilâhi ve yüce misyonu başarmakta ne derece muvaffak olduğudur? Müslüman Türk Milleti iman hâkimiyetini kıtalar arası, bir cihan hâkimiyeti hâline getirmede ne derece ehil bir millet olmuştur?
Gerçekte bu soru, çok önemli bir sorudur. Hem Kuran-ı Kerim ve hem de İslam tarihi bu soruya çok olumlu cevaplar vermişlerdir. Zira Türklerin külli manada Müslüman olmaları ve İslam emanetini devr almaları hem Hz. Peygamber ve hem de Cenab-ı Hak tarafından müjdelenmiş bir vahy-i ilâhidir. Hz. Peygamber, bir çok hadislerinde bu müjdesini dile getirdiği gibi, Kuran-ı Kerimin bir çok ayetleri de bu vad-i ilahiyi, Muhammed Ümmetine müjdelemiş ve onlara yarınlara giden yolda çok büyük bir ümit vermiştir.
Bu bakımdan bir dalâlet şirk ve küfür asrında Orta Doğu iman hâkimiyetinin bu yeni kuruluş döneminde Arabistan’a bakan ve Hâtemü’l-Enbiya Efendimizi, Cahiliye devri Araplarına bir rahmet ve kılınç peygamberi olarak gönderen O Zat-ı Akdes aradan asırlar geçtikten sonra bu defa Doğu Turan yurduna nazar etmiş ve yukarıda da ifade edildiği gibi, Buğra Han-ı Türkiyi, Türk boylarına yeni bir hidayet önderi olarak ve onu Hz. Peygamberin külli risalet ve nübüvvetinin varisi kılmıştır.
Evet; heybetli Hıra dağı ve onun kartal başını andıran kuytu bir bucağında bir Yüce Varlığa dehalet etmek için çırpınıp duran Muhammed-i Arabi (s.a.s.)’e bir Kadir gecesi “OKU!” diye hitap eden ve Onun nübüvvetini müjdeleyen O Zat-ı Kibriya aradan asırlar geçtikten sonra bu defa, Karahanlı saraylarının kuytu bir köşesinde ve bir fikir girdabında inleyip duran B. Han-ı Türkiye ise; “ Müslüman ol! Dünya ve ahiret selametine ulaş!” diye hitap etmiş ve ona bu yeni Hidayet Önderliğinin müjdesini vermiştir. Zira bu Türk Milleti için bir Va’d-i ilâhi idi.
Evet asırlar önce Hz. İbrahim devri ve bir sapıklık çağında, Doğu cihetine yerleştirdiği Türk Kavmine, Oğuz Han-ı bir hidayet önderi olarak gönderin Cenabı Hak aradan asırlar geçtikten sonra ve bir saadet asrında bu defa yine, bu kavme Kara B. Hanı gönderiyordu. Oğuz Han, Hz. İbrahim’in Haniflik dinine sahip çıktığı, onu Türk boyları arasında bir iman hâkimiyeti haline getirdiği ve Türkleri İbrahimi bir millet kıldığı gibi, B. Han da aynı şeyleri yapacak, Fahr-i Kâinat Efendimizin nübüvvet davasına sahip çıkacak ve Türkistan’da yeni bir iman hâkimiyeti kuracak ve Türkleri, Muhammedi bir millet haline getirecekti.
Bu bir manada Hz. Peygamberin manevi varlığı, Onun külli Risalet ve Nübüvvetinin Doğu Turan yurdu ve Türkler arasında yeniden tecelli etmesi ve onları mübarek nübüvvet kanatlarının altına almasından başka bir şey değildi.
Gerçekte Kara B. Han’ın bu şekilde Turan yurdu, Türkistan ve Türk boylarına yeni bir hidayet önderi olarak gönderilmesinden sonra, Kuran-ı kerim ve vahy-i ilahide yeni bir nüzul devride başlamış oluyordu. Daha öncede, Arabistan ve Orta Doğu dediğimiz bu ilahi coğrafyada, bir ilahi feyz, bereket ve rahmet yağmurları gibi yağan Kuran-ı Kerimin bir çok ayetleri K. B. Hanla başlayan bu yeni devirde Turan Yurdu ve Türk Oğuz boylarının üzerine bir ilahi sağnak ve bir ışık, nur ve bir merhamet yağmuru gibi inmiş ve yeni bir nüzul devri başlamıştır ki bunun İslam Tarihinde bir eşi ve benzeri yoktur.
Fakat bizim için asıl mühim olanı, Türk boylarının İslam dinini bir cihan hâkimiyeti ruhu içinde kabul etmesi ve bunun Hz. Peygamberin Orta Doğu iman hâkimiyetinin özünü teşkil etmesidir.
* * *
Bu arada şunu da ifade edelim ki, Hz. Peygamber, İslam dinini cahiliye devri Araplarına tebliğ etmek için neler yapmış ise, Buğra Handa Türkistan’da yarı ümmi Türk boyları arasında onu yapmış, Onun açtığı o büyük nübüvvet yolundan gitmiş ve hidayet hayatıyla, bire, bir Hz. Peygamberin Nübüvvet hayatını yaşatmıştır.
Zira Hz. Peygamber’in külli risaletinin yeni varisi, bu manada yeni bir Hidayet Önderi olarak gönderilen ve tıpkı Hz. Peygamber gibi, hareket eden Buğra Han, konunun ayrıntıları bir yana; Türk boylarını İslam nimeti ve iman saadeti ile tanıştırmış, daha sonra Orta Çağların en büyük din, medeniyet ve kültür merkezi olan Kaşgarı fethetmiş, burada yeni Muhammedi bir devlet kurmuş ve bir büyük iman hâkimiyetinin de temelini atmıştır.
Bunda sonra artık yeni köklü dini olaylar ve baş döndürücü Kurani gelişmelerin ana merkezi, Medine, Şam ve statükoyu yarım yamalak muhafaza etmeye çalışan Bağdat değil bizzat Kaşgar ve Türkistan olacaktı. Müslüman Araplara bu manada yapacakları pek fazla bir şey kalmamıştı. Artık bundan sonra Arapların yıldızı yavaş, yavaş sönecek ve bir daha hiç parlamayacaktı.
Böylece Müslüman Türkler; İslam Milletleri câmiasına lider bir millet olarak girdikleri gibi, ayrıca onlara Hz. Peygamber’in Orta Doğu iman hâkimiyetinin üç kıtada koca bir cihan hakimiyeti haline getirmelerine giden yolda açılmış oluyordu. Asıl bundan sonradır ki, Müslüman Türk Milleti “Hayır!” Orta Asya’nın mukaddes ruhu bir kere daha ayağa kalkacak ve daha önce Zü’l-Karneyn-i Cihan Oğuz Han’ın yaptığı gibi, batıya doğru yeni bir sefere çıkacak ve yeni ilahi bir yürüyüşe başlayacaklardı. Onların asıl hedeflerinde önce İstanbul sonra Roma’nın fethi ve Orta çağ Hıristiyan dünyasının asıl merkezi PAPALIK makamı olacaktı.
Yürüyen dağları andıran bu cihangir Asya ordularının, yağız çehreli yiğit yapılı, yeni cihad erleri ve ünü cihanı dolduran Türk Han ve hakanları; bir kara kartallar ordusu olarak önce Malazgirt’e inecek ve Anadolu’nun kapılarını ilk defa İslam dini ve iman hâkimiyetine açacaklardı. Burada bir mola verdikten sonra onlar bu iman hâkimiyeti yürüyüşüne devam edecekler ve yine bir Kara kartallar ordusu olarak İstanbul surları üzerinde kanat çırpacaklar ve bu defada İstanbul surları dibinde gölgeleneceklerdi.
Asıl bundan sonra yeni bir iman gürlüğü ile tekrar hareket edecekler ve bir büyük sıçrama ile balkanlara ayak basacaklar ve Romaya doğru yeni bir yürüyüşe geçeceklerdi. Onların asıl hedefinde bu defa, Fransa üzerinden İspanyaya ulaşmak ve İspanya Müslümanları ile el sıkışmak vardı. Böylece İslam hidayet çemberinin kuzey yarı küresi ucu ile, güney yarı küresi ucu, İspanya’da birleşecek ve Hz. Peygamberin Orta Doğu iman hakimiyeti bu üç katın önemli bölgesini kuşatan çok güçlü bir hidayet çemberi olacaktı.
Artık karanlık kıta Avrupası, “Mülkün asıl sahibi bir Vâhid-i Kahhar olan Allah’tır” gürlemeleri ile sarsılacak ve İslam hidayet güneşi kıta Avrupası üzerine yeniden doğmuş olacaktı. Artık bundan böyle Roma’nın Saint Pier kilisesi, Fransa’nın Notre Dame ve İngiltere’ nin St Paul gibi meşhur katedrallerinde Ezan-ı Muhammedî sesleri yükselecekti.
Böylece Türklerin bu büyük göreve buyur edilmelerinin bir büyük sebebi de kendiliğinden ortaya çıkmış oluyordu. Esasen bunlar Müslüman Türklerin iman hâkimiyetine giden yolda ufuk ötesi hedefler ve bir yüce Kızıl Elma ülküsü idi.
Evet, engin denizlerin ortasından kopup gelen hırçın dalgalar gibi, Orta Asya Türklük denizinden kopup gelen bu yeni iman hâkimiyeti dalgaları, Müslüman Türklerin Batıya doğru yürüyüşleri, bu büyük mücadele asırlarca devam etmiştir. Yaklaşık sekiz asır devam eden bu büyük tevhid ve şirk mücadelesinde onların karşısına yeni yeni Hıristiyan güçler çıkmış ve Müslüman Türklerin kanı nehirler gibi akmış ve kemikleri dağlar gibi yığılıp kalmıştır.
Onlar bu mücadele yıllarında, Kaşgardan Viyana önlerine kadar yayılan bu geniş coğrafyayı mübarek kanları ile suladıkları ve yeni yeni bir çok iman destanları yazdıkları gibi, ayrıca fiili manada Kuran-ı Kerimi tefsir etmişler ve bu Allah kelamının bütünüyle muhatabı olmuşlardır. Şimdi asıl mesele; Müslüman Türklerin al kanları ile yaptıkları bu Kuran Tefsirini okumak ve onun Kuran-ı Kerimle yeni bir yüzleştirmesini yapmak ve böylece Müslüman Türk Milletinin, Kuran aynasında görüne o, muhteşem İslami şahsiyetini bütün heybet ve azameti ile ortaya koymaktır.
* * *
İşte burada karşımıza çok can yakıcı bir durum ortaya çıkmaktadır. O da; Klasik İslâm Alimleri ile, çağdaş Türk Tefsir bilginlerinin, Müslüman Türk Milletinin Kuran aynasında görünen bu muhteşem ve ilahi şahsiyetine nasıl baktıkları ve bu mübarek Kuran-ı Kerim ayetlerini akıp giden zaman çağlayanı içinde nasıl tefsir ettikleri ve bu muhtevadaki Kuran ayetlerini nasıl bir geçerlilik kazandırdıklarıdır?
Bize göre Kuran-ı Kerim yukarda da ifade edildiği gibi, bir değil, iki defa nazil olmuştur. Bunlardan Birincisi ve gerçek manada Arabistan’da, İkincisi ise; izâfi manada Türkistan ve yarı Ümmi Türk boylarına yeniden nâzil olmuş ve her birisi ile yeni bir dönem başlamıştır. Birinci defada Hz. Peygamber, Hatemü’l-Enbiya Efendimizin genel manada bütün insanlığa, özel manada Arabistan ve yarı ümmi cahiliye devri Araplarına gönderilmesinden sonra bütünüyle ve gerçek manada nazil olduğu gibi, bu İkinci defada ise; Kara B. Han-ı Türkinin Türkistan ve yarı ümmi Türk boylarına, Hz. Peygamberin külli bir risalet davasının vârisi olarak gönderilmesi ve Hz. Peygamberin ilahi ruhaniyetinin Türk yurtlarına tecelli etmesinden sonra, izafi manada yeniden indirilmiş ve bu defa vahy-i ilahinin asıl muhatabı bütünüyle Müslüman Türk Milleti olmuştur.
Ne ilginçtir ki, bu manada konumuza esas olan, onlarca yüzlerce Kuran âyeti bir yana, yukarda bir örnek olarak sunduğumuz, birkaç Kuran ayeti bile, Klasik İslam Âlimleri ve çağdaş Türk Tefsir bilginlerine bir çok şeyler söylemektedir.
Bu mübarek Kuran ayetleri, ve onların ifade ettikleri yüksek hakikatlere akıp giden zaman çağlayanı içinde, bakanlar, Klasik İslam Âlimleri hele, hele çağdaş Türk Tefsir bilginlerinin yazdıkları ciltler dolusu tefsir kitaplarına, Müslüman Türkün kanı ile yüzleştirmek ve bu konularda bir şeyler bulmak için deşeleyenler, çok büyük sukut-u hayale uğrayacaklar ve koyu bir ümitsizlik okyanusu içinde boğulup gideceklerdir.
Zira onalar, Cenab-ı Hakkın müslüman Araplara meydan okurcasına haber verdiği ve bir belağat ve fesahat üslubu ile beyan ettiği bu mübarek kavmin etnik kimliği ve milli özelliklerini; nur yüzlü, nurani bakışlı İslam Tarihi dedesinden sormadıkları gibi, ayrıca bu konular hakkında yazdıkları şeyler ise, Arabizm ve İsrailiyyat karışımı, koyu katı çamur yığınları gibi bir bilgi kirliliği oluşturmakta ve bunların hiçbir kıymet-i ilmiyesi de bulunmamaktadır.
Bu tefsir Otoriteleri, yukarda ancak bir örnek olarak sunduğu-muz bu mübarek Kuran ayetlerini tefsir ederken bile on asır İslam’ın yüce gayelerine bir bayraktar-ı Kuran olarak bilfiil hizmet eden ve parlak kılınçlarını İslam’ın yüce gayelerine adayan şerefli bir ecdadın torunları olduklarını hiçbir zaman hatırlamadıkları gibi, yine, onların bir Kuran hadimi olarak Liva-i Peygamberiyi yeni yeni kıtalarda niçin dalgalandırdıklarını Kuran-ı Kerim ve vahyi ilahiden hiçbir zaman sorma ihtiyacını duymamışlardır.
Gerçekten Kuran-ı kerimde bu Türkler, çok yüce bir kavim olarak zikredilmişlerdir. Ne var ki, İslam ve insanlık tarihi bu ve benzer daha bir çok ayet-i kerimelerde zikr-i geçen bu kavim kelimesinden maksat müslüman Türk Milleti olduğunu söylemiştir ki, bunda hiç kimsenin en ufak bir şüphesi olmamalıdır. Müslüman Türk milleti bu manada önce Karahanlı Türkleri olarak tarih sahnesinde boy göstermişler ve daha sonra Selçuklu Türkleri olarak İslam dünyası ve hilafet camiasına merhaba demişler ve Osmanlı Türkleri olarak ilay-i kelimetullah için insanlığın ufkuna dikilmişler, hem bu kavim kelimesinin asıl temsilcisi ve hem de bu mübarek Kuran ayetlerinin asıl muhatabı olmuşlardır.
Gerçekte “Kavm” kelimesi; bir iman; küfür, tevhit; şirk ve nur; zulmet mücadelesinde, Kuran-ı kerimin hemen her vesile ile zikrettiği en önemli kelimelerden biridir. Ne ilginçtir ki bu muhtevada ki bir çok Kuran ayetlerinin değil, İslami devirler, İslam öncesi devirlerde bile asıl muhatabı Türkler olmuşlardır. Nitekim Kuran-ı Kerim’in bir ayetinde; “Biz bu yüce görev için kendimize bir kavmi kesinlikle vekil kıldık.”[15] Buyrulduğu gibi, bir başka ayetinde ise; “Sizin yerinize bir başka kavmi görevlendiririz,” [16] buyrulmuştur. Bunun gibi yine Kuran-ı kerimin bir başka ayetinde; “Sizler; güç, kuvvet ve iktidar sahibi çok sert bir kavimle harb etmeye çağrılırsınız”[17] buyrulduğu gibi, bir diğer ayetinde ise; “ Rabbim sizin yerinize yer yüzünde kendi iradesini yer yüzünde temsil etmek üzere sizin dışınızda bir kavmi geçirir,” [18] buyrulmuştur.
Ne var ki bu kavim ve onların şahsında cereyan eden baş döndürücü gelişmeler Kuran-ı kerimle yüzleştirildiği ve nur yüzlü ve nurani bakışları İslam Tarihi dedesine bu keyfiyet sorulduğunda o; bütün ciddiyeti ile bu ayetlerde zikr-i geçen kavim kelimesinden maksat da, bir Karahanlı ve bir Selçuklu ve bir Osmanlısı ile Müslüman Türk milleti olduğunu söyleyecektir.
Bütün bu tarihi gerçek ve realitelere rağmen bu mübarek Kuran ayetleri ve onların ifade ettikleri yüksek hakikatler ve Müslüman Türk Milleti ve onun Kuran-ı Kerime olan bu yüce mazhariyeti hakkında bir şeyler bulmak isteyenler ve bu manada Kılasik İslam Âlimleri ve çağdaş Türk Tefsir bilginlerinin peşlerine takılanlar ve onların ciltler dolusu tefsir kitaplarını ellerine alanlar çok geçmeden ellerinde bir Tefsir kitabı değil, çoğu zaman Arabizm ve İsrailiyyatla dolu bir saman çuvalının bulunduğunu görecekler ve bunca gayretlerine rağmen, bir tek buğday danesi bile bulamayacaklardır.
Zira bu Muhteremler, hele hele Türk Tefsir otoriteleri hiç bir zaman Kuran-ı Kerimde zikri geçen kavim kelimesinin özünde bir Karahanlı bir Selçuklu, bir Osmanlı ile, hulasa Müslüman Türkü aramak, Orta Asya ve Turan yurduna bir de bu açıdan bakmak, Kuran-ı Kerim ve Kavim kelimesini onların İslam dininin yüce gayelerine yaptıkları büyük hizmetler açısından değerlendirmek onların akıllarının ucundan bile geçmemiştir.
* * *
Fakat bizim bu kavim kelimesi gibi üzerinde durmak istediğimiz ve Kuran-ı Kerimde zikr-i geçen bir çok kelimeler vardır. Bunların başında ise, “Cihad Ediniz!” ve “Düşmanlarınıza Karşı Savaşınız!” veya “Feth-i Mübin” gibi daha bir çok kelimeler gelmektedir. Cenab-ı Hak, Kuran-ı Kerimin bir çok ayetlerinde bizzat Hz. Peygamber ve müminlere bu mübarek kelimelerle hitap etmiş ve onların yakın çevrelerinde bulunan küfrün azılı önderleri bu inatçı kâfir ve zorlu münafıklarla, hem de her türlü imkânları kullanarak adamakıllı harb etmelerini istemiştir.
Neylersiniz ki bu mübarek Kuran ayetleri içinde Klasik İslam âlimleri ve çağdaş Türk Tefsir bilginleri de, bir saadet asrı ve bir sahabe neslinden sonra, asıl muhataplarını bulma hususunda da çok büyük bir akıl tutukluluğuna düştükleri görülmektedir.
Zira bundan önceki “Kavm” kelimesi gibi, Kuran-ı Kerimde sık sık tekrar edilen bu “Cihad Ediniz!” veya “Savaşınız!” emirlerine, bir çağlayan gibi akıp giden zaman nehri ve daha sonraki asırlarda cereyan eden baş döndürücü Kurani olaylara, Müslüman Türkler açısından bakan ve ak saçlı ve ak sakallı İslam Tarihi dedesine bu emirlerin asıl muhatabının kim olduğu soranlara, bu arada Klasik İslam Âlimleri ve Türk tefsir bilginlerine O; çatık kaşları ile bakmakta ve bu ayetlerin asıl muhatabının müslüman Türk Milleti ve ünü cihanı dolduran Türk Hakanları olduğunu söylemektedir.
Ne yazık ki bu Muhterem zevatın yazdıkları tefsir kitaplarına, bu mübarek Kuran ayetleri, onların verdiği mesajları bu baş döndürücü Kurani gelişmeler açısından okuyanlar ve Türk Milletinin on asırlık Kuran hizmeti ile değerlendirmek isteyenler çok büyük bir sukut-u hayale uğrayacaklardır.
Zira onların yazdıkları, üstelik küçük tepeler gibi yığılıp kalan ve çoğu halde İsrâiliyyat ve Arabizm içinde boğulup kalan bu tefsir kitaplarını yeni bir ümitle karıştıranlar; asırlarca Kuran-ı Kerimin bayraktarlığını yapan ve bu manada oluk oluk kan akıtan ve koca bir cihana meydan okuyan Türk Han ve Hakanları ve yalın kılınç Türk cengâverleri hakkında bin incir çektirdiği ve toplu iğne başı kadar bir bilgi bulamayacaklardır.
Değil diğer Klasik İslam Âlimleri, çağdaş Türk Tefsir bilginlerinin bile harb denilince her zaman akıllarına; Bedir, Uhud, Hendek, v.s. yani bir saadet asrında ve bir sahabe neslinin yaptığı harpler gelmiştir. Bu bakımdan bu Muhteremlerin yazdıkları ciltler dolusu Tefsir kitaplarında ve cihad ayetlerinin izah ve Tefsirinde bir Karahanlı hükümdarları, bir Gazneli Mahmut, bir Selçuklu ve Osmanlı Sultanları, hulasa Müslüman Türk milletinin bu mübarek kanı ile yazdığı, İslam Destanları ve Kuran tefsiri yoktur. Daha açık bir ifade ile kudretli Türk Sultanı Gazneli Mahmut’ un Hindistan seferi, Selçuklu Sultanlarının Anadolu’da kazandıkları büyük zaferler ve Osmanlı Sultanlarının İslam Tarihinin altın sayfalarını süsleyen bir Kosova, bir Niğbolu, bir Plevne, bir Çanakkale ve bir Sakarya harbi ki, bunlar Kuran-ı Kerimde zikri geçen Bedir, Uhud, Hendek v.s. harplere eş değer harplerdir.
Bu kıymetli müfessirlerimiz, yüz binlerce Türkün şehit olması pahasına kazanılan bu harpleri hiçbir zaman söz konusu etmemişlerdir. Onların yaptıkları bu tefsir çalışmalarında bir kan ve ateş kasırgası halinde İslam Dünyasını bir yangın yerine çeviren Moğollar yer almadığı gibi, İslam dünyasını asırlarca kasıp kavuran Haçlı seferlerine de henüz yer vermemişlerdir.
Bizim bu hükmümüz onların Mekke’nin fethi ile ilgili ayetlerin tefsir ve yorumu için de geçerlidir. Onlar el-Fetih suresinin ilk ayetleri ve en-Nasr suresini tamamen Mekke’nin fethi ile tefsir etmişler ve bu ayetlerin ifade ettiği, yüksek hakikatler ve verdiği ilahi mesajları da cihad ayetleri gibi bir saadet asrına mahkûm etmişlerdir.
Oysa Feth-i Mübin bir mazhariyettir. Bu bakımdan bir saadet asrında Hz. Peygamber ve ashabı bu sırra mazhar ve Mekkeyi fethet-tikleri gibi, bir Karahanlılar devrinde Kaşgar, bir Seçlular devrinde Malazgirt ve bir Osmanlılar devrinde Edirne ve İstanbul, Müslüman Türkler tarafından fethedilmiş ve onlarda bu büyük Kuran sırrına da mazhar olmuşlardır. Bunların hepsi Kuran-ı Kerime göre bir feth-i mübin diler.
Bu bakımdan Buğra Han, Alp Arslan ve Sultan Fatihte, Hz. Peygambere ilk defa açılan bu ulu kapıdan girmişler ve bu büyük makama mazhar ve bu Kuran ayetlerinin asıl muhatabı olmuşlardır. Neylersiniz ki bu manada da onların küçük tepeler gibi, yığılıp kalan tefsir kitaplarında hiçbir bilgi yoktur.
Bu takdirde birilerinin, bu klasik İslam Âlimleri ve Türk tefsir bilginlerinin karşısına dikilmesi ve onların yüzüne okkalı bir şamar indirircesine sorması gerekmektedir; Şayet siz on asır Kuranın bayraktarlığını yapan ve Kaşgardan Viyana önlerine kadar bu geniş coğrafyayı kanları ile sulayan ve her biri Mekkenin fethini andıran bir çok şehir ve kaleleri fetheden Türk Milletinin bu büyük Feth-i Mübin ve cihadlarını göz ardı edecekseniz Allah aşkına neyin tefsirini yapmış oluyorsunuz? Bu Müslüman Türk milletinden ziyade Kurnan-ı Kerime yapılmış çok büyük bir haksızlık değil midir?
* * *
Bunlar gibi, Türk Milletine Kuran namına daha nice haksızlıklar yapılmıştır ki onların münakaşasının yeri bu önsöz değildir. Bu ancak konuyu dağıtmak olur. Bununla beraber bizim; “Kuran-ı Kerim ve Vahy-i İlâhide Türkler” le ilgili olarak yazdığımız bu önsöz ve bununla ilgili yaptığımız bu değerlendirmelere bir son vermeden önce, asıl üze-rinde durmak istediğimiz çok önemli bir konu daha vardır. O da, Müslüman Türk Milletinin, Kuran aynasında görünen o muhteşem İslami şahsiyetinin herkes için nasıl algılanması ve bunun için neler yapılması meselesidir.
Bununla beraber şu hakikati bir kere daha ifade edelim ki, Müslüman Türk Milleti; Kuran-ı Kerim’in övgüsü ve Fahr-i Kâinat Efendimizin yüce sevgi ve takdirine mazhar bir millettir. Kuran-ı Kerimin bir çok ayetlerinde onunu Allah(c.c.) katındaki bu yüce mazhariyetleri dile getirildiği gibi, ayrıca Hz. Peygamberde bir çok hadislerinde Onu İslamın yüz akı bir millet olarak görmüş, çok büyük iltifat ve teveccühlerde bulunmuştur..
Nitekim el- Mâide suresinin 54. ayetinde O, Zat-ı Akdes ufukları dolduran gür bir seda ile; “Allah (c.c.)’ın Türk Milletini çok sevdiği gibi, Türk Milletinin Allahû Teâlâ’yı çok derin bir muhabbetle sevdikleri, onların korkmadan çekinmeden Allah yolunda cihad ettiklerini beyan buyurmuş” ve bu milleti âdeta göklere çıkarmıştır Kuranı kerimin bu şekilde övgüsüne mazhar dünyada hiçbir millet yoktur.
Görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak, bu mübarek Kuran ayeti ile koca bir İslam dünyasına hitap etmiş ve dil, din, etnik kimlik ve renk bakımından farklı bütün Müslümanların, nerede olursa olsunlar her türlü etnik şövenizm ve taassuptan uzak, sadece Allah rızası için Müslüman Türk Milletini sevmeleri ve ona gerçek manada muhabbet göstermelerini emretmiştir.
Zira, Cenab-ı Hakkın, böylesine çok sevdiği bir kavim ve milleti, bütün Müslümanların sevmesi şüphesiz dini bir vecibe ve bir TANRI BUYRUĞU dur. Zira Müslüman Türk sevgisi onların yine Kurana göre Allah ve Peygamber sevgisini körükleyecek ve onları kabına sığmayan bir cihad eri haline getirecektir.
Bu bakımdan bu ve benzer ayetlerin verdiği yüksek hakikatleri alem-i manada keşfeden bir çok İslam Alimi Allah’ın sevgili kulları, Anadolu Evliyaları, hem kalp ve hem de kalemleri ile müslüman Türk milletini sevmede adeta bir yarış içinde olmuşlar ve kalplerinin derinliklerinden kopup gelen bu güzel duyguları bir iman gürlüğü ile açıklamışlardır.
Fakat bunlar arasında Seyyid Abdü’l -Hakim Arvasî ile, Bediuzzaman Said Nursi, bu iki doğu kökenli büyük Tanrı kulunun bizim nazarımızda çok ayrı bir yeri vardır. Zira Seyyid Arvasi; Müslüman Türk’e duyduğu bu derin sevgiyi, gönül deryasının derinliklerinden kopup gelen bir iman coşkusu ile açıklamak istemiş ve şöyle demiştir;
“Ben bir Seyyidim! Yani bu demektir ki Türk değilim, ama yeryüzünde bütün Türkler silinse üç Türk kalsa biri ben olurdum. İki Türk kalsa yine biri ben olurdum. Son Türk kalsa da o, yine ben olurdum. Çünkü Türkler olmasa bugünkü manada İslamiyet olmazdı.”[19]
Bunun gibi Müslüman Türkü sevmede B.S.Nursi de, Seyyid Arvasiden hiçte geri değildir. Zira bu büyük Anadolu evliyası da, el-Maide suresinin 54. ayeti ve Kuran aynasında görünen Müslüman Türkün o, muhteşem İslami şahsiyeti karşısında duyduğu hayreti gizleyememiş ve şöyle demiştir;
“Ben bu ilahi beyan karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri Alem-i İslam’ın bayraktarlığını yapan Türk Milleti olduğunu anladım. Türk Milletine çok büyük bir sevgi ve muhabbet duydum. Bu bakımdan değil Said, belki bütün Ehl-i hakikat Türkü tahsin eder (Onu sever) Türk’e dost olur.” [20]
Bunlar Türk Milletinin, Kurana olan bu büyük mazhariyeti dolaysıyla onu; yeni bir iman coşkusu ile kucaklayan Anadolu Evliyalarının samimi duygularıdır Bunlara yeni, yeni daha bin çok Tanrı Kullarının bu temiz duygularını ilave etmemizde mümkündür. Zaten bütün ehl-i hakikat tarih boyunca B.S. Nursinin de dediği gibi, Müslüman Türkün bu ilahi mazhariyeti dolaysıyla ona, ayrı bir teveccüh göstermişler ve mübarek ellerini her zaman onun millet varlığı, hayrı ve iyiliği için havaya kaldırmışlar ve onun Allah katındaki bu makbuliyet ve mazhariyetinin devam etmesi için asırlarca bir Yüce Mevlaya dua etmişlerdir.
Bununla beraber bizim bir vasiyet niteliğinde bir büyük temennimiz daha vardır. O da, Klasik İslam Âlim ve Müfessirleri bir yana, İlâhiyat Fakültelerimizde ki çok değerli Tefsir Bilginleri ve Hadis Otoritelerinin artık Kuran aynasında çok açık bir şekilde boy gösteren Müslüman Türk Milletinin o, çok muhteşem İslami varlık ve şahsiyetine yönelmeleri, ona bütün varlıkları ile sahip çıkmaları ve Onun, on asır, nehir gibi akan mübarek kanı pahasına yazdığı Kuran Tefsirini yeni bir iman gürlüğü ile okumaları, onun bu yüce şahsiyetini izah etmede yeni bir Kuran ve Hadis seferberliği ve bir ilmi araştırma kampanyası başlatmalarıdır.
Bu hiç bir zaman bir kısım şom ağızların iddia ettikleri bir ırkçılık değildir Bilakis onun; İslamın yüce gayelerine hizmet gibi çok şerefli ve tarihi bir misyonuna yeniden sahip çıkmasında çok büyük ve Kurani bir hizmettir. Böylece, bu çok değerli meslektaşlarımız, hem Kuran-ı Kerim, ve hem de Müslüman Türk Milleti ile yeniden helâlleşmiş ve çok büyük bir vebalden de kurtulmuş olacaklardır.
* * *
Fakat durumun bu son derece ümitli ve imrenilecek yönlerine rağmen, bizlerin neşesini kaçıran, âdeta kara bir kâbus gibi üstümüze çöken inadına karamsar ve ister istemez üzerinde durmak zorunda kaldığımız son derece önemli bir başka yönü daha vardır. O da; yukarda da ifade edildiği gibi, Kuran-ı Kerimde sık, sık “Kavim” anlamında kullanılan Türk Milleti kelimesi ve bununla ilgili bir kısım bedbaht gelişmelerdir. Bizim bundan maksadımız Müslüman Türk Milleti ve onun ilahi millet varlığının bu günkü yürekler acısı feci durumudur.
Şu bir gerçektir ki, Müslüman Türk Milleti ve çilekeş Anadolu insanı, uzun tarihi geçmişinde bu son yıllarda olduğu kadar hiçbir zaman böylesine boynu bükük ve koyu bir çâresizlik içinde kıvranıp durmamıştır. Zira bir taraftan onun Türklük mayasına dokunan eller, diğer taraftan onun, Kuran ve Hadis aynasında boy gösteren o, muhteşem İslâmi Şahsiyetine kasteden diller hele, hele Millet kelimesi yerine Türkiyeli kelimesini, ön görenler o kokuşmuş ağızlarına, allı morlu televizyonlarda bu kelimeyi pelesenk edenler, onun millet varlığını inkâra kadar ileri gitmişler ve bu yüce milletin ufkunu bir kere daha ve tarihte hiç görülmemiş bir şekilde karartmışlardır.
Zira Türk kelimesini millet bazında kullanmak nerede ise bir medeni cesaret hâline geldiği gibi, artık bundan böyle Kuran-ı Kerim-de zikr-i geçen ve bir çok hallerde Türk Milleti anlamında kullanılan “kavim” kelimesini de bu şekilde algılamamız ve bu muhtevadaki Kuran ayetlerini bu manada tercüme etmemiz hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.
Bu şüphesiz dehşetten de öte, bir vahşet ve Türk Milletine yapılabilecek çok büyük bir gaflet, bundan öte bir dalalet ve hıyanettir. Neylersiniz ki Türk Milleti, Gök Türklere, Bilge ve İstemi Kağanlara emektar vezir Bilge Tonyukuk Hana kadar uzanan bu tarihi geçmişinde, hiçbir zaman Türklük mayası ve millet varlığını hiçe sayan ve onu apaçık inkar edecek kadar ileri giden böylesine alçak ve şerefsiz bir hıyanetle asla karşı karşıya gelmemiştir. Onların asıl hedefinde ise, milletimizin Kuran ve Hadisle beslenen Türklük ve İslamlık mayası, daha açık bir ifade ile Türkün kanı ve İslamın imanı bulunmaktadır.
Bu şer odakları ve karanlık ellere göre bu maya, (müslüman Türkün D.N.A.sı) bozulmalı, daha açık bir ifade ile, Müslüman Türk Milleti, insanlığın hayrına olan asıl misyonundan uzaklaştırılmalı, İslam Âlemi, Türk Dünyası, Orta doğu, Balkanlar, kara Afrika kıtası ve sömürgeci Hıristiyan zihniyeti karşısında, ezilen milletler için kim olursa olsun bir ümit olmaktan çıkarılmalıdır. Bu son derece feci ve sadece bizler için değil, belki bütün İslam alemini can evinden vuran çok acı bir durumdur.
Bize göre bu büyük bela ve musibetlerden kurtulmanın bir tek yolu vardır. O da hiç beklemeden ve fazla bir vakit kaybetmeden, daha önce olduğu gibi, Anadolu’nun bu manada yeniden hem İslamlaşması ve hem de Türkleşmesi için Kürdü, Türkü, Lazı ve Çerkezi ile yeni bir Horasanlı Erenler Hareketi’nin başlatılması gerekmektedir.
Müslüman Türk’e ve onun insanlığın hayrına olan yüce misyonuna gönül veren, onun İslami şahsiyetine sahip çıkanlar, Horasanlı Erenlerin bu yeni Anadolu Temsilcileri , Müslüman Türk ve Anadolu insanının imdadına koşacaklar ve onu İnsanlığın hayrına olan bu yüce misyonunu bir kere daha kucaklamaya hazır bir hale getireceklerdir. Zira B.S. Nursininde dediği gibi; “Türk Milleti tarihte İslam’ın reisliğini en iyi bir şekilde yapmıştır. Şimdiden sonrada İslam’ın reisliğini yine onlar yapacaktır.”[21]
Öyle ümid ediyoruz ki, Anadolu Evliyasının söylediği bu sözler, “Hayır!” Türk Milleti için yaptığı bu dua ve verdiği ulu müjdeler çok yakın bir zamanda gerçekleşecek ve Türk Milleti, geçmişte olduğu gibi, İslam milletleri camiasındaki şerefli yerini bir kere daha lider bir millet olarak alacak, Kuran ve İslam’ın bayraktarlığına bir kere daha ve yeniden yönelecek ve iman hâkimiyetinin sesi bir kere daha yükselecektir.
* * *
Görüldüğü gibi, buraya kadar olan açıklamalarımızda; “Kuran-ı Kerim ve Vahy-i İlahide Türkler” adındaki bu büyük çalışmamızın ÖNSÖZÜ üzerinde durulmuş, bu cümleden olmak üzere bu tefsir yazılırken nelerin gözetildiği ve bizi böyle bir tefsir yazmaya zorlayan sebepler üzerinde durulmuş ve konu ile ilgili meselenin çok geniş bir değerlendirmesi yapılmış ve okuyucularımıza çok geniş bilgiler verilmiştir.
Gerçekte Kuran-ı Kerim ve Vahy-i İlahide Türkler; ilk akademik yıllarımızdan beri bizi, son derece heyecanlandıran, kalb ve gönüllerimizi daraltan bir konu ve Sultan Fatih’ in İstanbulu fethetmesi gibi gece, gündüz kafamızda zonklatıp duran ve uykularımızı kaçıran bir mesele olmuştur.
Zira “Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler” adındaki büyük çalışmamıza, bundan otuz sene önce titrek kalemimiz ve yeni bir coşku ile başladığımız sıralarda, bizlerin karşına Kuran-ı Kerim çıkmış ve Hz. Peygamberin, Türklerle ilgili hadisleri hakkındaki büyük çalışmayı yapabilmemiz için her şeyden önce kendisinden müsaade almamızı istemiştir.
Bu şüphesiz el-Maide suresinin 54. ayeti idi. Bu ayeti yeni bir coşku ile okuduğum da kendimi Müslüman Türk Milleti adına Kuran aynasında görmüş ve onu Kuran aynasında boy gösteren bu ilahi şahsiyetinin haşmet ve azameti karşısında yıkılıp kalmıştım. Zira, şunu anladım ki, Hz. Peygamber, nübüvvet hayatının ilk aktif yılları Mekke döneminden başlamak üzere, O Yüce Mevlasına kavuşuncaya kadar, Türk Milleti namına bu ayeti tefsir etmek istemiş ve bu manada İslam öncesi ve sonrası Türkler hakkında yüzlerce binlerce hadis söylemiştir.
Hz. Peygamber, Medineye hicretinden sonra da el-Maide suresi ve diğer Kuran ayetlerini Türk Milleti namına tefsir etmeye devam etmiş ve “Peygamber Medresesi” nin ilk öğrencileri, .bu arada Ebu Hüreyre, Muaviye, Abdullah b. Büreyde, başta olmak üzere[22] önde gelen daha bir çok “Suffa Öğrencileri” ile bir çok dersler yapmış ve Türkler hakkında çok çarpıcı bilgiler vermiş ve bir çok işaret ve beşaretlerde bulunmuştur ki, bunların özünde çoğu halde daha sonra bir çok Kuran ayetlerinin bulunduğu görülmüştür.
İşte bütün bunlar, Müellifin kalb ve gönlünde yeni yeni fırtına ve kasırgalar estirmiş, titrek eliyle Kuran-ı Kerimin o, yüce kapısının kendisine açılmasını istemiş ve bu manada yine Yüce Mevlaya sığınmış, Onun sonsuz lütuf ve merhametini dilemiştir. Bu şüphesiz şimdiye kadar, bir eşi benzeri görülmemiş bir çılgınlık ve bir macera idi.
Müellif, bu manada mübarek Kuran iklimine doğru Müslüman Türk Milleti namına yeni ve uzun soluklu bir yolculuğa çıkıyordu. Önünde; Allah’ın nuru olan Kuran ve Hz. Peygamberin mübarek hadislerinden başka, ne sağında, ne solunda ne de arkasında ve gerisinde ona yol gösterecek ve yardım edecek hiç bir kimse yoktu. O, bu yönde şayet başarabilirse aradan on dört asır geçtikten sonra bir ilki başaracak ve Kuran aynasında boy gösteren Müslüman Türk Milletinin o, ilahi varlığını bütün, haşmet, azamet ve heybeti ile ilk defa ortaya koyacaktı.
Müellifin asıl ıstırap dolu yılları da böylece başlamış oluyordu. Şimdi o, iki damla gözyaşı olarak karanlık bir tünelin başında idi ve elinde bir kazma olarak kullanacağı titrek kaleminden başka hiçbir şey yoktu. O; akıp giden yıllar boyu, bu tüneli kazacak, Müslüman Türk Milletinin, Kuran iklimine giden bu yolunu açacak böylece, Allah’ın nuruna da kavuşmuş olacaktı.
İki damla gözyaşı ve gönül hasreti olan bu sıkıntılı ve âdeta “gök demir ve yer bakır olduğu” bu yıllar artık çok geride kalmıştır. Zira Müellif, bunca gayret ve çırpınışlardan sonra, hem de hiç layık olmadığı halde o tüneli açmış ve Müslüman Türk Milleti namına Allah’ın nuru yani Kuran iklimine ulaşmıştır. Bu son derece acı ve sıkıntılı günlerim, tatlı bir Kuran hatırası olarak kalbimin derinliklerinde kalacak ve başka bir diyara olan yeni yolculuğumda bana yol arkadaşı olacaktır.
* * *
Bununla beraber konunun bu son derece hissi, imanı ve aşki yönü bir yana; “Kuran-ı Kerim ve Vahy-i İlahide Türkler; Orta doğu İman Hâkimiyetinin Yeni Sesi” adındaki bu büyük çalışmaya başlamaya karar vermek bile Müellif için başlı başına bir sıkıntı olmuştur. Daha sonra bu manada konumuza esas olabilecek Kuran-ı Kerim âyetleri için hummalı bir tespit çalışma süreci başlamış ve bu böyle aylarca devam etmiştir. Artık işimiz gücümüz, gündüz ve gece, sabahlara kadar Kuran-ı Kerimin sayfalarına bakmak ve konumuzla ilgili âyetleri kısa, kısa notlarla tespit etmek olmuştu.
Kuran-ı Kerim’in mübarek kapısı artık bizlere açılmıştı. Bunda şüphesiz bizim İmam Hatip Okuluna gitmeden önce ve çok küçük yaşta Kuran-ı Kerimi bütünüyle ezberlemeye çalışmamız ve “Hâfız” olmamızın da apayrı bir yeri vardı. Zira şimdi önümüzde Türk Milletinin; İslam öncesi ve sonrası uzun asırları kapsayan tarihi ile ilgili onlarca yüzlerce âyet bulunuyordu. Bu Müellifi, bir kere daha çok büyük bir şaşkınlık ve hayret içinde bırakmış ve ne yapacağına şaşırıp kalmıştı.
Bundan sonra Müellif için yeni bir bocalama devri daha başlamıştı. O da, bu âyetlerin benzer konulara göre tasnif edilmesi ve onların yeni bir başlık altında düzenlenmesi idi. Şimdi karşımızda onlarca konu ve bu konularla ilgili onlarca, yüzlerce âyet vardı. Bununla beraber Orta Asya Türk Varlığı, Türk Milletinin Kuran aynasında boy gösteren İslami şahsiyet ve onun Tarihi Orta Doğu misyonu ve bunlarla ilgili daha bir çok önemli konulan üzerinde durulmuş ve bu konulara esas olan onlarca ve yüzlerce Kuran âyeti değerlendirilmiş ve böylece bu büyük çalışma ortaya çıkmıştır.
Kuran-ı Kerim otuz cüz olduğu gibi, bizim bu çalışmamızda otuz bölüm olarak hazırlanmış ve her bir bölümde Müslüman Türk Milletinin o, ilâhi şahsiyetinin, bir çağlayan gibi, akıp giden zaman nehri içinde ve her bir asırda yeni bir yönü ortaya konulmuş ve ilk çağlardan başlamak üzere bu günlere kadar gelmiştir.
Bunlar bir manada çok esaslı bir ön hazırlık çalışmaları idi ve böyle gece gündüz aylarca devam etmiştir. Şimdi Müellif için yeni bir sıkıntı ve kalbleri sarsan bir heyecan devri başlamıştı. O da, her bir bölümle ilgili bu mübarek Kuran âyetlerinin ifade ettiği yüksek hakikatleri, Türk Milletinin Kurana mazhariyeti yönünden tefsir etmek ve onlara yeni bir mana zenginliği ve muhteva kazandırmaktı.
Bunun ne kadar ağır, ne kadar zor ve sorumlu bir çalışma olduğunu Müelliften başka hiç bir kimsenin layıkıyla bilmesi ve takdir etmesi mümkün değildir. Müellif senelerce gözyaşını kendine katık etmiş ve bu ayet-i kerimelerdeki murad-ı ilahiyi, bu yeni devirde keşfetmeye çalışmıştır ki bu dayanılması çok zor bir meşakkat ve çok büyük bir sorumluluk idi.
Ne varki mesele bunlarla da bitmemiştir. Zira asıl mesele bu ayetlerin ifade ettiği yüksek hakikatler, onların Türk Milleti namına verdiği işaret ve beşaretler, bunlar hakkında bizim yaptığımız bu yeni, yeni tefsir ve yorumların tarih objektifinde değerlendirilmesi, ak saçlı, ak sakallı, nur yüzlü ve nurani bakışlı İslam Tarihi Dedesinin buna şehadet etmesi ve bundan da öte bu ayetlerin yeni bir zemine oturtulması ve Türk İslam Tarihinin; bu manada Kuran-ı Kerimi, Türk Milleti adına tefsir etmesi idi. Bunun ne demek olduğu ve nasıl ölümüne bir çalışma gerektirdiğini Müelliften başka hiçbir kimsenin anlaması mümkün değildir.
Böylece Kuran namına yeni bir çile, işkence, feryat ve gözyaşı devri de başlamış oluyordu. Bu yoğun ve hummalı çalışma dönemi tam beş sene aralıksız devam etmiş ve bu süre zarfında bu hacimli çalışma altı defa yeniden müsvedde olarak yazılmış ve ancak kaba taslak yazılacak bir hale gelmiştir. Onun bilgisayar yazımı yüzlerce âyet ve bir o kadar hadisin Arapça metinlerinin yazılması ayrı bir gönül çilesi idi. Bu yeni bilgi sayar yazımı döneminde de en az üç defa yeniden tashih edilmiş, hâla yeni, yeni bir çok ilave ve düzeltmeler yapılmış ve böylece son şeklini almıştır.
* * *
Burada şu hakikati bir kere daha ifade edelim ki, Kuran-ı Kerim ve Vahy-i İlahide Türkler adındaki bu büyük çalışma sırasında Müellif kendisini her türlü ırkî mülahaza, etnik taassup ve milli duygu ve düşüncelerin dışında tutmuş ve buna çok ayrı bir hassasiyet göstermiştir. Burada asıl mesele emanete ehil olmak ve Hz. Peygamber’in Orta Doğu İman Hâkimiyetini Kâbe ana eksen olmak üzere üç kıtada koca bir cihan hâkimiyeti haline getirmekti.
İşte Müellifin; Türk Milletini bütünüyle sevmesi, onu göklere çıkarması, Türklerin bu uğurda kanlarını nehirler gibi akıtması, kemiklerinin dağlar gibi yığılıp kalması ve onların diğer milletlerin aksine Kuran-ı Kerimi mübarek kanları ile yeniden tefsir etmeleri idi. Şayet bunu Türklerin dışında, Afrika’nın ortalarında yaşayan zenci bir millet yapmış olsaydı Müellif, aynı sevgi ve coşkuyu ona da gösterecek ve o milleti de Kuran namına göklere çıkaracaktı.
Ne var ki, bu ilahi görev için Cenab-ı Hakkın, Türk Milletini seçmiş olması, onu Doğu cihetine yerleştirmesi, Müellif için her zaman ayrı bir gurur ve sevinç kaynağı olmuştur. Bununla beraber Müellif her zaman Cenab-ı Hakka sığınmış, Ona yalvar, yakar olmuş ve bu çalışmalarından dolayı kedisini muaheze etmemesi ve sorgulamamasını istemiş ve şöyle yalvarmıştır;
“Ey Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak ne olur bizi sorumlu tutma. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği bir yükü taşıtma. Bizi afet! Bizi Bağışla! Bize Merhamet Eyle! Sensin bizim Mevlamız. O azgın güzü dönmüş kâfirlere karşı bize yardım eyle Ya Rabbi!”[23]
Müellif bu manada O Yüce Mevlaya her zaman bir haykırış içinde olmuştur. O da Cenab-ı Hakkın; “Bu mübarek Kuran Tefsirini Dergâh-ı İzzeti ve Yüce Katında kabul etmesi ve bu naçiz eserini: Türk Milletinin yeniden kendi özüne dönmesine, Allah’ın dinine sahip çıkmasına, İslam Hidayet sancağını eski hilafet ülkelerinde yeniden dalgalandırmasına, İstanbul merkez olmak üzere eski hilafet ülkerinde yeni bir barış İmparatorluğu kurmasına, dünyanın neresinde olursa olsun Muhammed Ümmetini imdadına koşmasına vesile kılması ve Anadolu insanına bu manada yeni bir hizmet coşkusu vermesi ve Anadolu’da yeni bir Horasanlı Erenler fırtınası estirmesidir.”
Cenab-ı Haktan ümit kesilmez Öyle tahmin ediyoruz ki Cenab-ı Hak, Müellifin, kalbinin derinliklerinden kopup gelen bu yalvar ve yakarışlarını kabul edecek, Müslüman Türk Milleti ve Anadolu insanına olan bu lütuf ve keremini bir kere daha gösterecektir.
* * *
Bununla beraber, Mevlid-i Şerif sahibi Süleyman Çelibi’nin dediği gibi; “Bâri ne hâcet kılaruz sözü çok!” artık daha fazla konuşmaya ve bizim bu mütevazi çalışmalarımız hakkında uzun, uzun sayfalar dolusu açıklamalar yapmaya fazla bir ihtiyaç yoktur. Zira Müslüman Türk Milleti; Kuran aynasında görünen o, muhteşem ilâhi şahsiyeti ve tarihi varlığı ve ondan aldığı güç ile şimdi, bir elinde Kuran-ı Kerim ve Vahy-i İlahide Türkler adındaki bu, yeni Kuran Tefsiri, diğer elinde ise Hz. Peygamberin Hadislerinde Türkler kitabı ile bir büyük haşmet, azamet ve ululuk âbidesi gibi, karşımızda dimdik ayakta durmakta ve yeni bir ümitle İslam namına insanlığın ufuk ötesine bakmaktadır.
Şimdi asıl mesele; başta müslüman Türk Milleti ve Anadolu insanı olmak üzere, İslam dünyası, bütün akıl ve fikir sahiplerinin her türlü etnik ve ırki mülahazaların dışında; emanetin gerçek sahibi Müslüman Türk Milleti ve Anadolu insanına yönelmeleri ve onu yeniden bir Selçuklu ve bir Osmanlı olarak insanlığın hayrına olan yeni misyonu ve eski Hilafet Ülkelerinde yeni bir Barış İmparatorluğunun kurulması için harekete geçmeleri ve onu yeniden ayağa kaldırmaları, bunun için ön ayak olmaları İslam hidayet ve barış sancağını onun eline bir kere daha ve yeniden vermeleri ve onların da bu barış sancağının altında yeniden toplanmaları gerekmektedir. Zira Müslüman Türk Milletinin on asırdan fazla bir zaman, Kuranın Bayraktarlığını yapması, bunun çok güçlü bir teminatı olmalıdır.
Bu mesele ve yeni oluşumda bizler için asıl örnek Fahr-i Kâinat Efendimizdir. Zira, iki cihan Peygamberi, bu hizmet yarışında kendisini; bir Saman-ı Fârisi, bir Bilâl-i Habeşi ve bir Suhayb-ı Rumî ile aynı hizaya, ne bir adım ileri ve ne de bir adım geriye koymuş ve onların etnik özellikleri ve ırkı mensubiyetlerini zikrederek şöyle buyurmuştur;
“İşte bu hizmet yarışında ben Arapların önündeyim. Selman Farsların en önünde, Bilâl Habeşlerin ve Suhayb ise Rumların en önündedir,” diye buyurmuş[24] ve bir hizmet yarışı başlatmıştır.
Selman-ı Farisi ve Farslardan maksat şüphesiz Turan Yurdu kahramanları ve Türk Milletidir. Zira İran milli şuuru Sünni manada hiç bir zaman müslüman olmamıştır. Bununla beraber, Nebiyy-i Erkemin başlattığı bu hizmet yarışı kıyamete kadar bütün şiddetiyle devam edip gidecektir. Bu hizmet yarışının bir tek özelliği ve şartı vardı. O da, her milletin bu hizmet yarışına, öz be öz kendi milli kimliği ile katılmaları ve bu yarışta önde giden, hizmeti götüren milletin çevre-sinde toplanmaları, Allah namına ona yar ve yardımcı olmaları, onu her türlü imkânları ile bu milletler arası mücadelede desteklemeleridir.
Aksi halde bu bir bozgunculuk, bir nifak, bundan öte bir hıyanet idi. Bunu yapanların hesabını Cenab-ı Hak, hem bu dünyada, hem de öbür dünyada soracak ve onlara hakettikleri cezayı da mutlaka verecekti. Neylersiniz ki bunun en acı örneğini de Peygamber Yurdunun sahibi Araplar vermişlerdir. Zira sömürgeci Batılı güçler ve ezeli İslam İslam düşmanları, o soysuz yalancıların parlak va’dlerine inanan beyinsiz Arap aydın takımı ve daha bir nice Şerif Hüseyinler, Osmanlı İslam Devletini arkadan hançerlemişler ve koca bir imparatorluğun yıkılmasına da ön ayak olmuşlardır. Onlar Osmanlıya yaptıkları bu hıyanetin hesabını hâla verememişlerdir. İşte Filistin bu yürekleri dağlayan hıyanetin çok acı bir sonucudur.
* * *
Evet, bir saadet asrında kendi kavim ve milletlerinin öncüsü olarak bu barışa hizmet yarışına katılan bir Selman-ı Farisi, bir Bilal-i Habeşi, bir Suhayb-i Rumiler nasıl Fahr-i Kâinat Efendimizin safında ve onun barış sancağı altında hizmete koşmuşlarsa, bu yeni devrin Selman-ı Farisi, Bilal-i Habeşi ve Suhayb-i Rumileri, onların yerini alan yeni yeni İslam milletleri ve onların öncülerinin bu manada Müslüman Türk Milletinin safına katılmaları ve onun barış sancağı altında asıl hizmete koşmalarıdır.
Bu bakımdan biz, bir saadet asrının bu fedakâr insanları ve onların bu felaket ve musibetler asrındaki yeni temsilcilerine bir kere daha yeniden haykırmak istiyor ve diyoruz ki;
Ey Selman-ı Farisiler! Ey Bilal-i Habeşiler! Ey Suhayb-i Rumiler! Nerelerdesiniz! Sizlere sesleniyoruz! Ne olur bir kere daha geliniz! Şu biçare Muhammed Ümmetinin imdadına koşunuz!
Bir kere daha bir Karahanlı, bir Selçuklu, bir Osmanlı olarak Türk Milleti ve Anadolu Türklüğünü yeniden ayağa kaldırınız. Bir Yed-i Takdir tarafından, onun eline verilen İslam hidayet ve barış sancağı altında İslam Dünyasını yeniden toplanmalarını sağlayınız! Onları Türk’ün İslami şahsiyetinde birleştiriniz! Bütünleştiriniz! Onları yenide kucaklaştırınız.
Eski hilafet ülkesinde İstanbul; İslam hilafetinin altı asırlık başkenti merkez olmak üzere, mazlum milletlerin imdadına koşacak yeni bir Barış İmparatorluğu kurunuz.
Size asırlardır diş bileyen ve fırsat kollayan ezeli düşmanlarınızın karşısında bir Sedd-i Zü’l-Karneyn olunuz! Aksi halde size asla merhamet etmeyen o, zâlim düşmanlarınızdan şimdikinden daha beter bir merhamet dilenmek zorunda kalırsınız.
Neylersiniz ki, bu manada asıl görev yine de; Türkü, Kürdü, Çerkezi, Lazı, Arabı v.s. ile çilekeş Anadolu insanına düşmektedir.
Ne Mutlu! Bu çağrıyı duyan ona kulak veren ve kendi özüne dönen ve yeni misyona koşan bu bağrı yanıklara,
Ne Mutlu! Bu yüce gâye uğruna yeni bir hizmet yarışına iki damla gözyaşını katık ederek katılan Anadolu Türklüğü ve İslamlığının imdadına koşanlara ve onu yeniden ayağa kaldırmak için canla başla çalışanlara,
Ne Mutlu! Kendilerini insanlığın hayrına böylesine yüce gayelere adamış Yeni Horasanlı Erenlere. Onların yeni Anadolu temsilcilerine,
Ne Mutlu! Anadolu’nun bu yağız çehreli yiğit delikanlılarına, Alplerine Alperenlerine.
Bizim yolumuzda mallarını ve canlarını feda ederek cihad edenlere (Müslüman Türk Milleti ve Anadolu insanının imdadına koşanlara) gelince, onlara yollarımızı açacak ve hedeflerine mutlaka ulaştıracağız. Allah iyilik yapanlarla beraberdir.” [25]
“Evet, her türlü övgü ve yücelik göklerin, yerlerin ve bütün âlemlerin gerçek (Sahibi, Efendisi, ) olan Allahû Zü’l-Celal’e aittir. Göklerde ve yerlerde büyüklük, azamet sadece ve yalnız Onun hakkıdır. Sonsuz kudret ve hikmet sahibi de yalnız O dur. “[26]
[1] Kur’an-ı Kerim, el-Hicr, 9.
*Kâinatta fikir namına ne varsa param parça oldu fakat,
Kuranın ince manalarının perdesi hiç aralanmadı henüz.
[2] Kur’an-ı Kerim, el-Enam, 59.
[3] Kur’an-ı Kerim, es-Sebe, 3; Yunus, 61.
[4] Kur’an-ı Kerim, el-Bakara, 21.
[5] Kur’an-ı Kerim, el-Casiye, 37.
[6] Kur’an-ı Kerim, el-Mümin, 16.
[7] Kur’an-ı Kerim, ez-Zariyat, 56.
[8] Kur’an-ı Kerim, en-Nahl, 36; er-Ra’d, 7.
[9] Kur’an-ı Kerim, el-Bakara, 253.
[10] Kur’an-ı Kerim, el-Enfal, 8.
[11] Kur’an-ı Kerim, et-Tevbe, 33.
[12] Kur’an-ı Kerim, en-Neml, 75.
[13] Kur’an-ı Kerim, el-Enam, 90.
[14] Kur’an-ı Kerim, el-Maide, 54.
[15] Kur’an-ı Kerim, el- Enam, 89.
[16] Kur’an-ı Kerim, Muhammed, 38.
[17] Kur’an-ı Kerim, el-Fetih, 16.
[18] Kur’an-ı Kerim, Hud, 57.
[19] Kaplan, M. İşte Necip Fazıl, s. 28.
[20] Nursi, S. Emirdağ Lahikası, I.s.157.Kr. Kitapçı, Z. Bediuzzaman Said Nursi ve Anadolu İman Hareketi, Konya,s. 429.
[21] Geniş bir değerlendirme için bkz. Kitapçı, Z., Bediuzzaman Said Nursi ve Anadolu İman Hareketi, s. 434.
[22] Kitapçı, Z., Hz. Peygamberin Hadislerinde Türkler, Konya, 2009, I., s.133.
[23] Kur’an-ı Kerim, el- Bakara, 286.
[24] et-Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, Beyrut, 1968. VIII. S.29. Çantay, B. On Kere Kırk Hadis, İstanbul, 1962, III. s. 98.
[25] Kur’an-ı Kerim, el-Ankebut, 69.
[26] Kur’an-ı Kerim, el- Casiye, 36-37.