ALPARSLAN VE ATATÜRK - MALAZGİRT VE BAŞKOMUTANLIK MEYDAN MUHAREBELERİ İKİ ZAFERİN KADER SIRLARI(26 Ağustos, 1071 – 26 Ağustos, 1922)

27 Temmuz 2016 12:10 Prof. Dr.Zekeriya KİTAPÇI
Okunma
10221
  ALPARSLAN VE ATATÜRK - MALAZGİRT VE BAŞKOMUTANLIK MEYDAN MUHAREBELERİ İKİ ZAFERİN KADER SIRLARI(26 Ağustos, 1071 – 26 Ağustos, 1922)


 
Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI
 
“Anadolu, on asırlık Türk vatanı, uzun tarihî seyri içinde birçok harplere ve kanlı olaylara sahne olmuştur. Sebep ve netice itibarı ile bu harplerden en önemlileri; şüphesiz Türk akıncılarının, ihtiyar dünyamızın en güzel kara parçalarından biri olan bu topraklara yerleşmeleri ve buraları imar ederek ebet müddet bir Türk vatanı hâline getirmeye karar vermelerinden sonra cereyan etmiştir”.
Şu bir gerçektir ki engin denizlerin ortasından kopup gelen fırtınalar, dalgalar gibi; İç Asya Türk denizinden kaynayıp gelen büyük Türk muhaceret dalgaları, zaman zaman Anadolu yaylalarına da vurmuştur. Onlar, büyük kitleler hâlinde Anadolu’ya ayak bastıktan sonradır ki taşıyla, toprağıyla, ovaları ve yaylaları ile bu toprakları ele geçirmek, kendilerinden sonra gelecek Türk nesillerine buraları ikinci ve ebedî bir yurt, bir vatan olarak armağan etmek istemişlerdir. Ancak Anadolu’nun kapılarını Türklere açmak ve buraları üzerinde yaşanabilecek bir vatan yapmanın siyasi manada ilk mücadeleleri, şüphesiz Müslüman Selçuklularla başlamıştır. Daha önce gördüğümüz birçok Türk kavimleri gibi Selçuklular da Orta Asya’dan kalkarak Aşağı Türkistan’a gelmişler, daha sonra da üstün teşkilat gücü ve devlet kurma yetenekleri ile bütün İslam dünyasına hâkim, Türk askerî aristokrasisine dayanan çok güçlü bir imparatorluk kurmuşlardır.
Artık Anadolu’ya Türk akınları başlamıştı. Türkler doğudan başlayarak sürekli bir şekilde Anadolu’nun iç kısımlarına doğru ilerliyorlardı. Herhangi bir tedbir alınmadığı takdirde, bu akıncı atlarının nal sesleri çok yakın bir gelecekte Bizans surlarında yankılanacaktı.
Doğuda beliren bu Türk tehlikesinin Anadolu ve köhnemiş Bizans, hatta daha geniş bir ifade ile Batı Hristiyan dünyası için ne kadar ciddi bir tehlike oluşturduğunu anlayan Bizans imparatoru Romanos Diogenes, çok büyük bir ordu ile hareket ederek Doğu Anadolu’ya gelmiştir. Gayesi; imparatorluğun kaybedilmiş topraklarını geri almak, Türk tehlikesini bertaraf etmek ve İslam dünyasına iyi bir ders vermekti. İmparatorluğun doğu sınırların emniyeti de bu şekilde sağlanmış olacaktı. Fakat onun karşısına, cihangir Asya ordularının en büyük komutanlarından biri olan Alparslan çıkmıştı.
İki ordu arasında harp, 26 Ağustos 1071 tarihinde bir cuma günü öğleden sonra Malazgirt Ovası’nda başladı. Silahça üstün, askerce çok daha üstün, harp malzemeleri bakımından daha da üstün olan mağrur Bizans imparatoru; neye uğradığını bilememiş ve çok güvendiği askerî varlığı birkaç saat içinde Türk cengâverlerinin yıldırımlar gibi parlayan kılıç şakırtıları arasında eriyip gitmişti. Diogenes; Alparslan’ın yaptığı her türlü barış teklifini küstahça reddeden bu mağrur imparator, esirler arasında perişan bir hâlde kendisini, hakir gördüğü Türk Selçuk sultanının karşısında bulmuştu.
Malazgirt Muharebesi; şüphesiz Anadolu’nun kapılarını Türklere açmakla kalmamış, aynı zamanda dünya siyasi tarihinin mecrasını da Türklerin lehine olarak değiştirmiştir. Buradan yürüyüşe geçen Türk akıncıları önce İstanbul’da konaklamışlar ve sonra Avrupa ortalarına, Viyana’ya kadar ilerleyerek Hristiyan toprakları üstünde çok güçlü bir dünya hâkimiyeti ve bir imparatorluk kurmuşlardır. Daha sonra da bu Türkler, muhteşem bir medeniyetin Türk İslam medeniyetinin yeni öncüleri ve temsilcileri olmuşlardır.
Zira Bizans ordusu Malazgirt Ovası’nda tamamen imha edildiği için Türk akıncıları artık ciddi bir mukavemetle karşılaşmamışlar ve Romanos Diogenes’in ölümünden sadece iki yıl sonra Ege ve Marmara sahillerine inmişler, Üsküdar’dan İstanbul’u selamlamışlar ve bütün Anadolu’da at koşturmuşlardır.
Ne yazık ki Hristiyan Batı dünyası Anadolu’nun, boz yeleli atlar üstünde gelen bu kartal pençeli Türk yiğitlerinin eline geçmesini hiçbir zaman hazmedememiş ve onlardan hemen her vesile ile acı bir intikam almak istemiştir. İşte insanlık ve bu arada Hristiyanlık tarihinin yüz karası olan “Haçlı Seferleri” sadece bunun için yani Türkleri Anadolu’dan kovmak için başlatılmıştır. Dolayısıyla Anadolu insanının asırlarca kanı bu Haçlı Seferleri dolayısıyla nehirler gibi akmış ve kemikleri dağlar gibi yığılıp kalmıştır.
Batı dünyası, bu arzu ve Türkleri Anadolu’dan kovma ihtirasından hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Onlara göre Anadolu, İstanbul, Hristiyan azizlerin artıkları ile dolu olan bu yerler; barbar Türklerden arındırılmalı ve Türkler buralardan çekilip gitmeli idiler.
Batı, bu korkunç hülyasını gerçekleştirmek için bütün bir Haçlı dünyasını, Avrupa’yı ayağa kaldırmış ve bu Haçlı orduları 1071 tarihinden başlayarak XX. yüzyılın başına kadar yani “Başkomutanlık Meydan Muharebesi”ne kadar tam dokuz asır Türklere kılıç çekmiştir. Sanki bu topraklardan akan Sakarya ve Fırat Nehirleri değil, Anadolu insanının barbar Haçlılar karşısında döktüğü kan ve verdiği can idi. Millî şairimiz; “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!”derken işte bu gerçeği dile getirmiştir.
İşte Batı dünyası ile bizim aramızda bir kan ve ateş kasırgası hâlinde asırlardır devam edip gelen ve bize çok pahalıya mal olan siyasi kavga ve trajedinin temelinde bu gerçek yani Türkleri Anadolu’dan kovma gerçeği yatmaktadır.
Batı’nın menhus kafaları, bunun için plan üstüne plan yapmışlardır. Türklerin mukaddes Anadolu topraklarından kovulmaları için Batılı sömürgeci efendiler tarafından hazırlanmış melanet planlarının sayısı şimdilik yüzden fazladır. Dünyada Türk milletinden başka hiçbir milleti tarih sahnesinden silmek için böylesine çok yönlü melun planlar yapılmamıştır. Bugün bile bu güzel yurdumuzu parçalamak ve bizleri birbirimize düşürerek bölmek isteyenler vardır. Türkiye üstüne oynanan bugünkü oyunlar, hâlâ o kara, hain emellerin uygulama ve devamından başka bir şey değildir.
Onların, Türk devleti için en son en çirkin, meşum planları şüphesiz “Birinci Dünya Harbi” ile sahneye konulmuş ve Sevr Anlaşması gibi rezil bir belge ile de Türkler Anadolu’nun harimiismetinde boğulmak istenilmiştir. Zira asırlarca üç kıtayı idare etmiş, cihangir imparatorluklar kurmuş dünyanın efendisi yüce Türk milleti  için uygun gördükleri yer; İç Anadolu’da Haymana civarı, denizlerden uzak mendil kadar bir kara parçası idi.
Emperyalistler bununla da yetinmemişlerdir. Bütün güçleri ile ihtiyar Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine çullanmışlar ve birçok cephede kahramanca çarpışan Türk ordusunu mağlup ilan etmişlerdir. Dolayısıyla Türk milleti ümitsiz bir vaziyette tarihin en kara günlerini yaşamaya başlamıştır.
Durum aziz Atatürk’ün bir belagat abidesi olan Gençliğe Hitabe’sindebelirttiğinden daha farklı değildi. Zira “Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmişti.” “Millet fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş.” idi.
Bundan daha acıklısı, milletin mukadderatını elinde tutanlar, Sevr Anlaşması gibi Avrupa’ya dahi zül olan bir anlaşmayı imzalayarak bütün Türk milletini diri diri mezara gömülmeğe mahkûm etmişlerdi. Şimdi sıra şairin;
“Ölmez bu vatan farzı muhal ölse de hatta
Çekmez kürenin sırtı bu tabut-ı cesimi”dediği o ulu tabutu kara toprakla örtmeye gelmişti. Batılı emperyalistler bu işi Yunan palikaryalarına bırakmışlar ve onları Anadolu’yu yeniden istila etmeye kışkırtmışlardır.
Kendilerini kokuşmuş Bizans İmparatorluğu’nun vârisi ilan eden ve İstanbul’u yeniden ele geçirmenin hülyası ile çırpınıp duran Yunanlılar; artık vaktin geldiğine inanarak İzmir’e girmişler, tüyler ürperten bir vahşet ve zulüm ile Anadolu’nun harimiismetine doğru ilerlemeye başlamışlardır.
Tarih boyunca hür yaşamış, büyük devlet ve imparatorluklar kurmuş ve kurmuş olduğu son geniş imparatorluğun sınırları içinde Rum ve Yunanlılar da dâhil din, dil ırk bakımından tamamen farklı birçok milletleri emniyet, huzur ve adalet içinde asırlarca idare etmiş yüce Türk milleti; bu üç buçuk soysuz Yunanlının hem de Anadolu’nun harimiismetinde merhamet ve insafına terk edilmişti.
Belki bu, Türk milleti için tarihin gerçekten de en kara ve felaketli günlerini oluşturmakta idi. Türk milleti başına gelen bu felaketten yılmadı. Onun gözü gönlü Ankara’da idi. Oradan doğacak bir millî irade güneşi onun imdadına yetişmeli ve muzlim afakını, karanlık günlerini aydınlatmalı idi. Onun için Türk maşerî vicdanından kaynaklanan ve daha sonraları bir Nuh Tufanı’nı andıracak olan bir uğultu bir velvele başlamıştı. Türk milleti yediden yetmişe kadar her yaşta her insanı ile sanki ilahî bir vecit, aşk ve heyecan içinde idi. Anadolu’nun dağı taşı ne yapacağını çok iyi bilen bu imanlı insanların böylesine ulvi terennümü ile çalkalanıyordu. Bu bir hasret, bir ümit, bir beklenti idi. Ankara ve ismi gönüllerde alev alev yanan Atatürk beklentisi idi. Sanki koca Anadolu, bütün bir vatan dile gelmiş; bir heybet uğultusu hâlinde şöyle hayıflanıyordu:
“Ankara’nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Biz Yunana esir olduk
Bak şu feleğin işine bak.”
İşte bu günlerde memleketin dört bir köşesinde engin bir sevgi, zengin bir coşku içinde kutladığımız Başkomutanlık Meydan Muharebesi, Türk milletinin böylesine bir arayış içinde bulunduğu bir dönemde başlamıştır. Türk milleti topyekûn bir Kurtuluş Savaşı’na hazırlanıyordu. Ya istiklal ve hürriyet içinde yaşayacak veya ölecekti. Bu bir bakıma Türk’ün ateş, kan ve barutla imtihanı demekti.
Büyük Atatürk; daha önce Bizans ordularının karşısına çıkan büyük ceddi Ulu Hakan Alparslan gibi her türlü hazırlığını büyük bir ihtimam ve gizlilik içinde tamamladıktan sonra TBMM Orduları Başkomutanı olarak cepheye hareket etmiştir.
Büyük Taarruz da (tıpkı Malazgirt Meydan Savaşı gibi) 26 Ağustos 1922 tarihinde, hilalin mücahit Türk askerlerine nazlı bakışlarla tebessümler ettiği ve ışıkları ile parlak zafer mesajları gönderdiği bir şafak vaktinde başlamıştır. Tekbir sedalarını andıran Türk topları, düşman mevzilerine bir cehennem ateşi ve ölüm kasırgası yağdırırken şehitlik mertebesine ulaşmak için çırpınıp duran Mehmetçik, sanki bir gül bahçesine gidercesine kendisini ölümün kucağına atıyor ve bir kartal gibi düşmana dalıyordu. Can cana, baş başa, diş dişe bir boğuşma başlamıştı. Böylece bir taarruz ve boğuşmanın ne harp tarihinde ne de başka bir milletin geçmişinde eşi ve benzeri vardı. Zira bir tarafta vatanı için çarpışan, bayrak din ve milletin azizliği gibi yüce gayeler için canını her an feda etmeye hazır olan Türk askeri; diğer tarafta ise emperyalist emellerin zebunu vahşi kurt sürüleri gibi Anadolu’nun harimiismetine dalan ırz ve namus nasipsizi Yunan palikaryası vardı.
Kükremiş aslanlar gibi düşman mevzilerine çullanan Mehmetçik, süratle zafere doğru koşuyordu. 30 Ağustos günü Dumlupınar’da Başkomutanlık Meydan Muharebesi yapıldı. Düşman, çevik Türk birlikleri tarafından kuşatılarak ona en ağır darbe vurulmuş oldu. Artık Yunan ordusunun bir kere daha derlenip toparlanmasına imkân yoktu.
Böylece Batılı emperyalistlerin çok büyük ümitler besleyerek Türklerin üzerine gönderdiği bu çapulcular sürüsü, bir kere daha Anadolu’nun harimiismetinde boğulmuştu. Çoğu kılıçtan geçirilmiş birçoğu ölmüş, bir o kadarı yaralanmış; yine birçoğu da esir olmuştu. Hatta son anda başkomutanlığa getirilen General Trikopis ile birlikte Yunan ordusunun önde gelen birçok üst rütbeli subayı da bu esirler grubu arasında bulunuyordu. Yunan ordusundan olup kaçıp kurtulmak isteyen kılıç artığı bozguncu askerlerde İzmir Körfezi’nde denize dökülmüştü.
İbret almayanlar için tarih bir tekerrürden ibarettir. Bu defa da tarih bir kere daha tekerrür etmiş, daha önce Romanos Diogenes ve ordusunun başına gelen felaketler; ne ilahî bir tecellidir ki aradan dokuz asır geçtikten sonra o gün, kendilerini Bizans’ın vârisi sayanların yani General Trikopis ve Yunan ordusunun başına gelmişti.
Kahraman Türk ordusunun bütün bir husumet dünyasına karşı kazandığı bu büyük zaferden bahsederken Atatürk daha sonra şöyle diyecektir:
“Bu meydan muharebesinin yapıldığı zamanda her sınıf askerlerimizin gösterdikleri gayret, kahramanlık her türlü takdirin üstündedir. Özellikle bu kahraman askerlerimizin Yunan ordusunun kalbine ve vicdanına verdiği korku çok daha önemlidir. O korku, o titreyiş ve dehşet; bütün Yunan ordusuna da sirayet etmiştir. Bundan da öte bu korku ve titreyiş, bütün Yunan milletine de geçmiştir… Netice olarak bu savaş, Yunanlıların ve Rumların kalbini sindirmiştir. Bunun üzerine bu savaşa ‘Rum Sındığı Meydan Savaşı’ demek çok daha uygun olur.”
Yine Atatürk, bu büyük zafer hakkında şöyle demiştir.
”Yüksek bir iftiharla şunu arz edeyim ki bu hareketi yapan bir ordunun babalarından ve analarından ibaret olan milletimiz, bütün cihana karşı en yüksek saygıyı kazanmıştır. Artık milletimiz (bunun ile) korkusuzca iftihar edebilir. Ve ben böyle bir milletin âciz bir ferdi olmakla en büyük saadeti hissediyorum. Bu savaş meydanlarında emsalsiz kahramanlıklar ve çok yüksek bir zekâ (eseri) göstermiş olan subaylarımızın, erlerimizin en kahramanlarımızın her biri ayrı menkıbe, bir destan teşkil eden hareketlerini kemalle yükseltir, saygı ve takdirle yâd ederim”.
İşte büyük zaferin Türk tarihi, Türk milleti için ifade ettiği mana kısaca budur. Türkler Malazgirt Meydan Muharebesi ile Anadolu’da bir vatan kurmuşlardır. Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile ise bu mukaddes Anadolu topraklarının Türk milleti ve son Türk devletinin sonsuza dek Türk yurdu olduğunu ve onları buralardan hiçbir güç ve kuvvetin söküp atmayacağını bir kere daha bütün dünyaya ilan ve ispat etmişlerdir. Anadolu, kim ne derse desin Türk’ün öz yurdudur.
Şimdi ben Türk ve insanlık tarihi için böylesine önemli sonuçlar doğuran bu iki parlak zaferin küçük bir karşılaştırmasını yapmak istiyorum. Zira Türk tarihi ile birlikte dünya siyasi tarihinin mecrasını değiştiren bu iki zafer; sebep ve sonuçları itibarıyla şaşılacak derecede bir benzerlik arz etmektedir. Kader kalemi sanki hem Romanos Diogenes hem de ondan çok daha bedbaht Yunanlı General Trikopis için aynı senaryoyu yazmıştır. Şimdi sıra ile bu senaryonun önemli unsurlarını görelim;
1. İlahî kadere bakınız ki hem Malazgirt hem de Başkomutanlık Meydan Muharebelerinin ikisi de aynı gün ve aynı ayda yani 26 Ağustos’ta başlamıştır.
2. Türk ordusu her iki harbi de Yunan ve Rum artıklarına karşı yapmış, kendi şerefli mazisine uygun ve dünya milletlerine parmak ısırtan parlak zaferler kazanmıştır. Ayrıca her iki savaş da Anadolu’da yani büyük Atatürk’ün çizdiği Misak-ı Millî sınırları içinde olmuştur. Onun içindir ki bu topraklar dün olduğu gibi bugün de bizimdir, yarın da bizim olacaktır.
3. Gerek Malazgirt gerekse Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Yunan ve Rum orduları çok büyük bir hezimete uğramış ve onlar kendilerini artık Türklerin karşısında bir kere daha toparlayamaz hâle gelmişlerdi. Onun içindir ki bu harbe büyük Atatürk, bizzat, “Rum Sındığı Harbi” adını vermiştir. Rumlar, Yunanlılar bu harpte o kadar sinmişlerdir ki 1974 yılında başlatılan (aradan tam 62 yıl geçtikten sonra) Kıbrıs Barış Harekâtı’nda bile Yunan generalleri Türk ordusu ile savaşmayacaklarını dünya kamuoyuna ilan etmişlerdir. Onların hiçbiri geçmişte olduğu gibi Trikopis’in akıbetine düşmek istememiştir.
4. Hem Malazgirt hem de Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde, Türk ordusu gerek asker gerekse harp malzemeleri bakımından kendisinden kat kat üstün bir düşman gücü ile çarpışmış ve düşman ordusunu imha ederek kesin zafere ulaşmıştır. Mesela, Malazgirt Meydan Savaşı’nda Diogenes’in ordusu çoğu piyade olmak üzere 100 bin kişi idi. Buna mukabil Sultan Alparsla’nın ordusu en iyi tahminlere göre yaklaşık 25-30 bin kişi idi. Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde de Yunan ordusunun sayısı 220 bin, Türk ordusu ise yaklaşık 120 bin asker idi. Buna mukabil Yunan ordusu harp malzemesi, araç ve gereç bakımından Türk ordusundan kat kat üstündü.
5. Kaderin ne acı bir tecellisidir ki Malazgirt Meydan Muharebesi’nde Bizans ve Rum Ordusu Başkomutanı Romanos Diogenes, Türklere esir düştüğü ve Alparslan’ın huzuruna getirildiği gibi, Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde de Yunan ve Rum orduları Başkomutanı General Trikopis Türklere perişan bir hâlde esir düşmüş ve Atatürk’ün huzuruna getirilmiştir.
6. Diğer taraftan büyük Türk hükümdarı Alparslan’ın Türk’e has bir vakar ve haysiyetle Romanos Diogenes’i karşıladığı, onun hayatını bağışladığı, hatta ona taç ve tahtını iade ettiği gibi; aradan yaklaşık dokuz asır geçtikten sonra büyük Atatürk de karşısına meskenet ve zillet içinde, perişan bir hâlde getirilen Yunan Ordusu Başkomutanı General Trikopis’e aynı muameleyi yapmıştır. Atatürk de şerefli ecdadından tevarüs ettiği aynı asalet ve alicenaplığı Trikopis’e göstermiş; onun hayatını bağışlamış, hatta ona gülerek “General! Yakında Selanik’i alıp bağımsız bir Makedonya kuracağız. Seni orada başkumandan yaparım.” diyerek gönlünü almak istemiştir.
7. Alparslan’ın, Malazgirt’te Haçlı-Bizans ordusuna karşı kazandığı parlak zaferin; bütün İslam dünyasında çok büyük bir sevgi ve coşku ile karşılandığı, her tarafta günlerce şenlik ve gösteriler yapıldığı gibi, büyük Atatürk’ün kazandığı Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni de hem Batı’da hem İslam dünyasında emperyalistlerin sömürüsü altında inleyip duran birçok millet, Asya’da Afrika’da topyekûn emperyalizme karşı kazanılan bir zafer olarak kabul etmiş ve bunun heyecanını duymuştur.
Artık bütün dünya Türk’ün zaferini konuşur olmuştur. Büyük önder Atatürk; mazlum milletlerin gönlünde muazzam bir taht kurmuş, onlar için bir kurtuluş ümidi ve meşalesi olmuştur. Beyrut’ta, Hindistan ve Pakistan’ın büyük şehirlerinde halk sevinçten âdeta çılgına dönmüş ve gazeteler günlerce bu muhteşem Türk destanından bahsetmişlerdir.
8. Her iki zafer de dünya siyasi tarihinin mecrasını değiştirmiş ve Türk devleti olmadan rahat bir Avrupa ve Orta Doğu’nun olamayacağını ortaya koymuştur. Ayrıca Türk varlığı dünyanın bu en kritik bölgesinde Orta Doğu’da en müessir bir denge unsuru hâline gelmiştir. Bugün bile güçlü, gelişmiş bir Türkiye; dostlarına ümit, düşmanlarına ise korku ve endişe kaynağı olmaktadır.
Netice olarak Başkomutanlık Meydan Savaşı ve Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında bu ve bunlar gibi sebep ve netice itibarıyla gerçekten önemli daha birçok müşterek nokta tespit etmemiz mümkündür. Hatta Büyük Zaferyani Başkomutanlık Meydan Savaşı, birçok yönleri ile şüphesiz Malazgirt Meydan Muharebesi’nden daha önemlidir.
Bütün bunlar, ebet müddet Türk devleti ve ebediyete kadar akıp gidecek Türk millî varlığının devamı içindir. Ebediyet yolunda kahraman ordumuzun kazandığı zaferler, o ulu yolu aydınlatan millî meşalelerimizdir. Bu; dün böyle olduğu gibi, bugün de böyle olmuş, yarın da böyle olacaktır. Ne yazık ki böylesine ulu gaye ve yüksek neticeleri olan Malazgirt Meydan Muharebesi’ne sömürgeci bir zihniyetle bakan sözüm ona yerli aydınlarımız vardır. Ancak onlar unutmasınlar ki Malazgirt Zaferi’ne bir istila hareketi gözü ile bakanları, Alparslan ve Atatürk’ün yüce ruhları hiçbir zaman affetmeyecektir. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” ve bunu söylemenin gururunu duyana…
 
KAYNAKLAR
Adıvar, H. E., Türk’ün Ateşle İmtihanı, İstanbul, 1962.
Afet, İ., Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler. İstanbul, 1959.
Ağaoğlu, S.,Kuva-yı Milliye Ruhu, İstanbul, 1964.
Arık, R. O., Türk İnkılabı ve Milliyetçiliğimiz. Ankara, 1965.
Atay, F.R., Atatürk’ün Hatıraları, Ankara 1965.
Atatürk, Nutuk, I-III, İstanbul, 1969.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1965.
Belen, F., Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara, 1983.
Belen, F., Atatürk’ün Askerî Kişiliği, İstanbul, 1963.
Göyünç, N., Atatürk ve Millî Mücadele, İstanbul, 1984.
Kafesoğlu, İ., Selçuklu Tarihi, İstanbul, 1972.
Kitapçı, Z., Atatürk Millî Hâkimiyet, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S.L, İstanbul, 1987.
LordKinross, Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu, çev. Ayhan Tezel.
Özalp, K., Millî Mücadele, Ankara, 1985.
Turan, O., Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Ankara, 1965.